”Kim ne derse desin, sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir.”
Özlem, kelime manası ile bir şeyi fazlasıyla görmek istemek, hasret, kavuşmayı dilemek anlamlarına geliyormuş. Benim için kelime manasının pek bir önemi yok. Milena'nın aşkından satırlarca mektup yazan Kafka, "her şeyin abartıldığı bu dünyada, sadece özlem abartılmaz, o gerçektir." diyor. Özlemin gerçek olduğunu küçük bir çocukken annemden ayrılınca anlamıştım. O çalışmak için Çin'e gitmek zorunda kalmıştı, bende tam üç ay boyunca babaannemin yanında yaşamıştım. Iyi kadındı, kimseye pek dokunmazdı ama annemi sevemiyordu. Masanın üzerinde duran ev telefonuna beş yaşındayken boyum yetişmiyordu, ahizeyi aşağı o kadar çok çekiştirmiştim ki kıvırcık siyah kablosu dümdüz olmuştu. Orada durup, r harflerini çıkaramadığım kadar küçükken annemle konuşuyordum ve her seferinde boğazıma bir gemici düğümü atılıyordu. Boğazıma saplanan bu ağrının sebebini bilmiyordum, çocuk aklımla. Ama babaannem başımda dikilmiş beni dikkatlice izlerken ağlamıyordum. Bu çok utanç verici geliyordu. Bahçeye çıkardım sonra, çiçeklere bakıyorum diye tüm gün ağlardım, karahindibalar dağılmasın diye uzaktan uzaktan konuşurdum, hanımellerini tek tek okşardım. Annemi özlediğimi söylerdim. Annelere özgü bir koku vardır, parfüm değildir, ter gibi kokmaz, böyle saf ten kokusudur. O koku da çiçek aramıştım bahçemizde, yoktu.
Ve ben Song Mingi'yi beş gündür görmüyorum. Beş gün içinde kaç defa dövmeme bakıp sırıttım. Kendi bestelediğim şarkının piyano versiyonunu yapmaya çalıştım, aklıma gelmesin istedim çünkü aklıma gelirse dağılırım diye düşündüm. Dağılmadım ama çok özledim. Belki de abartıyorum çünkü Mingi hyung ile ilk uzak kalışımız bu değil. Bundan yaklaşık 2 sene önce dans için deli olup, koşuşturduğu zamanlar, amerika'ya gitmek istemişti. Oradaki dans hocalarının çok iyi olduğunu söyleyip duruyordu, o zamanlar ilk defa ailesinden para yardımı almıştı ve bu parayı amerika da harcamak istiyordu. Perşembe günüydü, kış yaklaşıyordu ve Seonghwa'yla bu konuyu konuştuğunu duymuştum. Söylediği cümle beni çok yaralamıştı, hala acısını içimde bir yerlerde hissediyorum. "Ben bu küçük semtte çürüyemem hyung." demişti. "Benim hayallerim var, bu semtte kalamam."
Bu semtin onu boğuduğu düşüncesi zihnimde bir yerleri kemirip durmuştu. Bizimle olmaktan mutlu değil miydi? Dalga'yı sevmiyor muydu? Oyun oynamak hoşuna gitmiyor muydu? O konuşmayı duyduktan sonra günler boyunca bu fikirle kapışıp durmuştum. Ama benim zihimde verdiğim savaş pek bir işe yaramamıştı, Mingi hyung Amerika'ya gitmişti, cumartesi sabahı. Ellerim önceki gece çizdiğim tablo yüzünden renklerle kaplıydı, uyamadığım için göz altlarım torbalar gibi olmuştu ve istemesem de ağlamıştım. Ne zaman geri dönecek bir bilgim yoktu. Orada bizi unutabilirdi. Orada birine tutulabilirdi. Soğuk havaalanında sarıldık, ağlamadım. Uçağa bindi, eve geldik. Seonghwa sinirle önündeki masaya tekme attı, Yeosang hıçkırıp durdu, bir damla gözyaşı akıtmadım. Çünkü ben onun hiçbir şeyi değildim. Ağlayamazdım. Birkaç gün sonra instagram hesabının story bölümünde gördüğüm fotoğraf ile telefon kullanmayı bıraktım, Mingi hyung gelene kadar telefonumu açmamaya yemin ettim. Fotoğrafa esmer, güzel bir kadın vardı. Mingi hyung'ın eli kadının belini sarmalamıştı ve o an şöyle düşündüm, "sadece dans için gitmemiş." Bunu düşünmek ne kadar haddimeydi bilmiyorum ama kendime engel olamadım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kır çiçeklerinin intiharı
Fanfictionchoi jongho şarkılar söylüyor, sözler yazıyor ve sanatını dile getiriyordu. song mingi yeşil saçlarıyla kalbini ele geçirdiğinde choi jongho daha on yedi yaşındaydı ve bozguna uğradığını inkar edemezdi. choi jongho'nun aşkı, küçük kasaba Derain'da y...