Benim şu hayatta yaptığım en berbat
doksan sekizinci iş;
Almak seni.
Çoğaltmak.
Kendime katmaktır.¹***
Kışbahçesindeki masaya yerleştirdiğim biber dolması tencersinin ardından son kez baştan aşağı kontrol ettim menüyü, bu kez dışımdan."Domates çorbası, biber dolması, pilav, salata..." saydıklarımın arasında bir şeyin eksikliğini hissediyordum ama ne?
Ev hanımlarını şuan gayet net anlayabiliyordum.
Ev botlarımı sürüyerek yeniden mutfağa döndüğümde yemek yaparken dağıttığım mutfağı toparlamaya başladım. Esasen bu mutfağa girmekle bile hayatımın riskini almıştım lakin kendim için zaten hazırlayacak olmam biraz olsun rahatlatıyordu beni. Hepi topu bir tabak fazladan koyacaktım sofraya, hepsi bu.
İki porselen tabak, çatal, kaşık ve ekmek sepetini özenle kurduğum sofraya iliştirdikten sonra bir ressamın tablosuna attığı o gururlu bakışla iç çektim. İyi iş çıkarmıştım, yani kendimce.
Salona geçip televizyonun karşısındaki koltuğa uzandığım sırada çoktan akşamın olduğu ve havanım karardığı gerçeğiyle yüzleştim. Elimin altında titreşen cihaz gelen bildirime şöylesine bir göz attım.
Anne: ders çalıştığın için baban davete katılmanı uygun görmedi. Bu gece şehir dışında olacağız. Karnın açsa sana hazırladığım salata buzdolabında.
Bana hazırladığın salata masada.
Anneme gönderdiğim kısa onaylama mesajının ardından içim bir hayli ferahlamıştı. Bu demek oluyordu ki sorunsuz bir akşam geçirebilecektim.
Kapı ziliyle oturduğum yerde sıçradım.
Geçirecektik.
Koşar adımlarla kapıya ilerlerken gözlerim apansız antreye monteli boy aynasına takıldı. Oradan da üzerime.
Ah, eksik olan şey bendim. Hem aptal hem de unutkandım.
Lacivert polar eşofmanlarım, siyah peluş ev botlarım ve kuş yuvasını andıran saçlarımla hoş bir izlenim vermediğimden yüzde yüz emindim. Lakin kapının öte tarafındaki ikinci kez zile bastığında el mahkum kulbu indirdim. Palyaçodan halliceydim. Tek eksiğim kırmızı bir burundu.
Rezilliğimi önleyecek hiçbir şeyimin olmaması o an suratımı düşürdü.
"Kusura bakma."
"Ha, ne?" kaşlarımı çatıp elindeki poşetle içeri girmekte olan çocuğu izledim. Üşümüş gözüküyordu. En azından seri hareketleri buna delalet ediyordu.
"Geciktim, son anda Üsküdar vapurunu kaçırınca kırk beş dakika beklemek zorunda kaldım."
"Önemli değil, ben de sofrayı daha yeni kurmuştum."
Yaklaşık yarım saat kadar önce...
Sırtından çıkardığı taba rengi şişme montunu portmantoya asarken üzerimde gezinen gözlerini içgüdüsel olarak hissettim. Ki, arkamı döndüğümde elindeki poşeti alırken dudaklarını birbirine bastırması maalesef tahminimi doğruluyordu.
"Kendini sıkma."
Anlamazca baktığında omuz silkip üzerimdekileri işaret ettim.
"Gülebilirsin diyorum." dudakları iki yana kıvrıldığında kafamı iki yana sallayıp poşetle birlikte mutfağa girdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
-beni tanıdığında kalacak olan.
JugendliteraturSeni sevdim. Titrek bakışlarını, saklama gereği duyduğun gülüşünü. Kızdığında çatılan kaşlarını. Şişko diye hayıflandığın yanaklarını. Şaşırdığında suratında oluşan o absürt ifadeyi. Kendini asla beğenmeyişini. Her gün içtiğin antidepresanı klozete...