Adım

9K 520 557
                                    

"Neler doğuyor nefretten, ama daha çoktur sevgiden doğan"

Romeo ve Juliet, William Shakespeare.





Yirmi iki.

"Sizce..." dedim, bahçe masamdaki kahvaltı sonrası çay tembelliğime ortak olan Cihan ve Berna'ya, "Benden hangi Shakespeare kadını olur?"

O öğlen, Notte'nin her sene yaz döneminde hem gelecek senenin müfredatından hem de kendi bünyesinden okullara gönderdiği kitaplara her sene olduğu gibi biz de kendi kütüphanemizden birkaç parça katmak için toplanmıştık. Daha doğrusu Berna bir sene boyunca aldığı tüm kitapları ve senelik aboneliklerinden biriken otomobil dergilerini alıp dün gece bana gelmiş, gelmişken de dünya gerçekleriyle aramdaki gevşemiş magazinsel bağı sıkıştırmıştı. Cihan'sa kişisel gelişim kitaplarından bu sene okuduklarını yanına alarak bize sabah kahvaltısında katılmıştı. Benim hazırladığım üç kolide paylaşabildiklerim, aynından birkaç tane birden bulunanlar ve sene boyunca kitapçıları gezerken çocuklar için görüp aldığım şeyler vardı. Kahvaltı masamsa en sevdiğim rutinlerimizden biri için oldukça cömertti. Öğleden sonra Marin'le hangi oyundan bir sahneyi oynayacağımızı kesinleştirmek için Jale Hoca'nın yanına gitmemiz gerekiyordu ama kitap toplama rutinimizi de bozmak istememiştim.

Marin yağmur olup dünyama yağmadan önce rutinler beni günü geçirmek, takvime bağlanmak, bir yanım özlem ve keşkelerle hayaller aleminde nefeslenirken diğer yanımı içinde yaşadığımız boyutta tutmak için kullandığım küçük deniz fenerlerimdi. Annemle olanlardan kitaplarıma saklanırken, babamın hayalet varlığının deliklerinden sızan soğuğu kitaplardaki karakterlerle ısıtırken, yıkılan hayallerimin kırıklarının üzerine kelimelerden kilimler örerken; hep aynı güne uyanmak, haftanın aynı günü aynı çiçekleri sulamak, farklı çayları farklı tatlılarla birleştirsem de hepsini Cihan'a tattırmak iyi geliyordu. Hepsi, sapmaya müsait aklımı sıradanlıkta tutuyordu.

Şimdiyse Marin gelmiş ve bana hayallerin gerçek dünyada gözlenebilirliğini ispatlamıştı. Lacivertti ve yağmur kokuyordu. Kuyruklu yıldızlarla çalışıyor, ben kitaplarıma saklanıp küçülürken o kendine müzikten kalkan yapıp kendini düşmana kocamanlaştırıyor, günün sonunda avucuma sığıyor, sert adımlarıyla toprağa bile meydan okuyup denizin üzerinde kendine ev kuruyor, kitap yazabileceğimi iddia ediyor, sahneye çıkıp annesinin hayaletinden övgü almayı küçük bir çocuk tedirginliğiyle bekliyordu.

Marin gelmiş ve bana sapmanın kötü bir şey olmayabileceğini göstermişti. Kırık camların üzerinde ürkekçe serdiğim kilimlerin aksine o, her yanına saplanmış paslı oklar hayatla arasındaki bağı inceltse bile bir şekilde burada durabiliyordu. Ölmüyorsun, diyordu, bütün varlığıyla, bak, ölmüyorsun.

Zaman zaman hâlâ, tanıdığım en güçlü insanın rutinlere ihtiyacı yokken benim hâlâ birbirinin aynı olan ve birbirini kovalayan şeylerin öncelik sonralık güvenine ihtiyaç duymamın anlamını sorgularım. Ama zaten biz her konuda zıt değil miyiz? Onun her yere bölünen ve büyük kısmı yüzen, bir kısmı iddia ettiği üzere kokumda saklana ve bir insan kadar hareketli olan, bir kısmı canavarın kalesine hapsolmuş evlerinin aksine benim tek ve toprağa saplı evim. Onun her yerdeliği ve benim sabitliğim. Onun bana odaklansa da bir şekilde herkese temkinle dönüp bakan kopkoyu ve keskin lacivertleri ve benim bir tek onda saplı duran elalarım. Bunca zıtlık, duruyor oluşum, onca değişim arasında sekiz yaşında bıraktığı yerde öyle duruyor oluşum; ona şimdi gittiği yerde de güven veriyor mu? O bana, dünyan yıkılmıyor bak ölmüyorsun, derken; ben de ona, gitmiyorum bak buradayım, diyebildim mi?

Bunun cevabını onu yazarak bile bulabileceğimi sanmıyorum. Rüyamızın dalgalarından kalbimizin atışına kadar her işleyişimizi gören makineler ne yazık ki hâlâ karşıdakine ne hissettirdiğimizi somut olarak görmeye imkan tanımıyor.

DemHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin