Hayatta çoğu şeyin şans olduğunu düşünürdüm. Mesela zengin olup, hayata ağzında gümüş bir kaşıkla başlamak bir şanstı. Ya da daha basite indirgeyecek olursak her bakımdan yeterli ve ilgili bir aileye sahip olmakta şanstı. İyi dostlar edinebilmek, kariyer sahibi olmak... Kimisi insanın kendi şansını kendinin yarattığını söyler ve bunu savunurdu. Belki ben de doğruluğunu kabul ederdim fakat hayata farklı bir pencereden bakıyordum.
Ben Jeongguk. Hayatının baharında kronik kalp yetmezliğine yakalanmış, saydığı ilk maddedeki ağzında gümüş kaşık olan çocuktum. Ailem hayatım boyunca otoritesiyle üstümde nice baskılar kurmuş ve ben sorgusuz sualsiz hepsini kabul etmiştim. Hasarlı olan tanımlıyordum yaşamımı. Ama siz yine de benim hasar dediğime aldanmayın. Benim hasar dediğim bu hayat dünya üzerindeki çoğu insanın hayalini zor kurduğu, gerçekleşmesi imkansız olaylar bütünü. En iyi okullarda okumuştum. Alanında en başarılı hocalar tarafından özel kurslar almıştım. Okulumda dereceli bir başarım vardı. Üçü iyi biri orta derece yabancı dil biliyordum. -Orta olan hastalığımı öğrendiğimde yarım kalmıştı çünkü.- Piyano çalabiliyor, on parmak daktilo kullanabiliyor, şarkı söyleyebiliyor ve şiir yazabiliyordum. Başarılarımı size sayfalar dolusu aktarabilirdim. Ta ki, tüm bu sayfaların üstüne kocaman bir çizik atan hastalığıma kadar.
Belirtiler başladığında yüzme olimpiyatlarına hazırlanıyordum. Ülkeler arasıydı. Yoğun bir çalışma tempom vardı. Herkes gibi ben de sebebini bu tempoya bağlamıştım. Boşa harcayacağım bir dakikamın bile olmadığı günlerim vardı. Uyku vaktim hariç işçi bir arı gibi işlemeye mahkumdum. Kurgulanmış bir robot gibiydim. Kaderim ben dünyaya gelmeden çizilmişti. Ne hayatım, be bedenim ne de duygularım; hiçbiri bana ait değildi.
Antreman için girdiğim spor salonundan sedyeyle çıkarılmıştım. Gözlerimi açtığımda ailemize yakışır lüks bir hastane odasındaydım. İlaç bile kokmuyordu. Göğsümün türlü yerlerinde kablolar vardı ve bir makinaya bağlıydım. Sağ tarafımdaki koltukta annemi uyuklarken görmüştüm. Perişan görünüyordu. Hayatımda her daim bakımlı, fönlü gördüğüm saçları birbirine girmiş, dudaklarına kendi rengi gibi yer edinen kırmızı ruju silinmiş, göz makyajı yer yer dağılarak göz altlarına akmıştı. Fakat beni en çok şaşırtan şey, ne kadar lüks olursa olsun annemin sarıldığı yastıkla bir hastane koltuğunda uyuyor oluşuydu. Yüzünde huzursuz bir ifade vardı. Kaşlarım çatıldı. Göğsümde büyük bir sancı vardı ve nefes aldıkça batıyordu. Bana ne olduğunu merak ediyordum. Doktor ya da hemşirenin gelmesini sağlayacak olan düğmeye uzanacağım sırada kapı açıldı ve en az annem kadar perişan görünen babam içeri girdi. Elinde iki fincan kahve vardı. Çayı ikisi de sevmezdi.
"Baba?" diye seslendim güçsüzce.
"Uyandın mı?" diye sordu ne yapacağını bilemez halde hala ayakta dikilirken. "B-ben doktora haber vereyim." dedi ve geldiği gibi çıkmak üzere hareketlendi. Sonra elindeki fincanları fark etti. Onlarla kapıyı açamazdı. Geri dönerek masaya bıraktı ve bunu yaparken hızlı davrandığı için sol elindekini döktü. Sonra buna küfrederken yanan elini sallayarak dudaklarına götürdü ve ikinci kez bana bakmadan odadan çıktı. Tüm bu olanları soluksuzca izliyordum. Fakat bunu abartmış olmalıyım ki bağlı olduğum makinadan yükselen sesler odayı doldurdu. Çıkan sese annem uyandı, doktorlar koşarak odama girdi, gözlerim karardı, göz kapaklarım direnemedi, annem çığlık attı, babam ikinci kez küfür etti.
Hayatımda ilk kez şahitlik ettiğim tüm bu anlar, kısacık bir süreye böylesine dizildi ve üst üste geldi. Bundan sonraki hayatımın asla eskisi gibi olmayacağının ilk sinyalleri böylelikle verilmiş oldu. Gözlerimi yeniden aynı odaya açtığımda anladım bunu.
***
Mrb. Aslında biraz daha biriktirip atacaktım ama dayanamadım. Huh! Taekook yazmayalı baya olmuştu. Özlemişim. Bölümler yavaş gelebilir. Baştan uyarayım. ❤️
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Florebo Quocumque Ferar | taekook
FanfictionTaşındığım her yerde çiçek açacağım. Taekook