Bölüm 1; Kabullenemeyen Gerçekler

439 47 8
                                    

Kabullenemeyen Gerçekler

Çığlıklar... Birtakım ağlamalar... Kabullenemeyen gerçekler... Hakaretler... Değiştirilen doktorlar... Yurtdışından özel getirtilen başhekimler, gelemeyenlere yollanan dosyalar... Bir ayda on yaş birden çöken annem...

Tüm bunları sessiz bir kabullenişle, en ufak bir tepki göstermeksizin izliyordum. Yorulmuştum. Hem ruhen hem de fiziken. Her daim özlediğim evimden kaçarak uzaklaşmak istiyordum. Yatağımı özlediğim o yoğun tempolu günlere dönmek istiyordum.

Odamın tüm dizaynı değiştirilmişti. Tamamen siyah olan her şey beyaza bulanmıştı ve ben boğuluyordum. Beni yoracak her şey kapı dışarı edilmişti. Oynarken heyecanlanabileceğim için için oyun dvdlerime el konulmuştu. Onun yerinde her yer kitaplarla donatılmıştı. Vakit geçirebilmem için el işi hocaları tutulmuştu. Fakat daha ikinci günden bir daha gelmeyeceğini söyleyerek özür dilemişti. Kızmamıştım. Kim felçli gibi hareket etmeden, öylece duvarı izleyen birine bir şeyler öğretmek isterdi ki?

Kilo vermiştim. Gelen yemekleri yemeyi reddediyordum. Böyle durumlarda serumla takviye yapılıyordu. Kullanmak zorunda olduğum ilaçlar vardı. Kolumda kaç tane delik olmuştu, unuttum.

Kalbimi yormamam adına hareketlerim öyle sınırlandırılmıştı ki, bu aylar sonra ancak bacaklarıma vurduğunda anlaşılmıştı. Bacaklarım beni taşımıyordu. En fazla beş adım atabiliyor, sonrasında dizlerim üzerine yeri boyluyordum. Yine de ağzımdan ne bir şikayet ne de tüm sızılarıma rağmen bir acı nidası dökülüyordu. Hasta bakıcıları tutulmuştu. Tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştum. Başlarda kapımı çalan tüm arkadaşlarım şimdilerde varlıklarını unutturmuştu.

Jimin hariç.

Jimin'le aramız asla çok iyi olmamıştı. Yine de ikimiz de konuşmayı çok sevmediğimizden tuhaf bir uyum yakalamıştık. Okulda aynı sırada oturur, zirveyi paylaşan birincilik ve ikinciliği zorlardık. Bazen o benim üstümde olurdu bazen ben onun. Bunlar pek umursadığımız şeyler değildi. Arkadaşlığımız, babalarımız ortak birkaç işte çalıştığından ailemiz tarafından onaylanan birkaç arkadaşlıktan biriydi. Buna rağmen Jimin diğerleri gibi yapmamış, benden hiçbir geri dönüş almadığı halde ısrarla gelmeye devam etmiş ve tüm arkadaşlığımız süresince konuşmadığı kadar çok konuşmuştu. Yüzme olimpiyatlarına benim yerime üst sınıflardan Seokjin hyungu gönderdiklerini de böyle öğrenmiştim. Ve öğrenci değişim programıyla okula -bizim sınıfa- gelen Min Yoongi isimli çocuğun ne kadar yakışıklı olduğunu. En sevdiği rengin siyah olduğunu çünkü sürekli siyah giydiğini, ellerinin çok erkeksi göründüklerini ve son olarak bugünki sınavda Jimin'le ellerinim birbirine değdiğini. Yoongi'nin buna karşılık arsızca gülümsediğini ve ona göz kırptığını...

"Erkeklerden hoşlandığımı bile bilmiyordum." Jimin ona büyük gelen turuncu kazağının kollarını parmak uçlarına kadar çekerken aynen böyle demişti. "Geçen sene bir ara Yong Sun'la çıkmıştık hatırlarsan. Ve iş sevişmeye kadar gitmişti. Tanrım..." Utançla kıkırdarken yüzüme bakmıştı. Dudaklarım istemsizce kıvrıldı. Çünkü dediği olay yaşandığında tam üç gün dudaklarını ısırarak salak salak gülümsemişti. "Ama Yoongi..." dedi derin bir nefes alarak dikkati tekrar kendine çekerken. "Çok farklı. Jeongguk onu bir görsen." Gözlerinin içi parlıyordu. "Bu sefer salak salak gülümsemiyorum çünkü onu gördüğümde tüm bedenim elektrik şoku yemişim gibi kasılıyor. Gözlerine baktığımda adımı bile unutuyorum. Bugün sınavda yanıma oturdu. Kağıdı nasıl doldurduğumu bile hatırlamıyorum. Kokusu hala burnumda. Jeongguk... aşk böyle bir şey mi?" Cümlesi bittiğinde bir cevap ister gibi bakıyordu gözlerime ama beklediği cevabı veremezdim ona. Daha önce hiç aşık olmamıştım çünkü. Gözleri ıslak ıslak parlarken ofladı ve ellerini yüzüne yelpaze gibi kullandı. "Neyse." dedi ve ellerini dizlerine vurarak ayaklandı. "Ben artık eve geçeyim. Akşam amcamla kuzenim gelecek, babamla onları almaya gideceğiz. Gecikmeyeyim." Hafif bir baş onaylaması verdim. "Görüşürüz Jeongguk. Yarın kuzenimle işlerimizi erken bitirirsek yanına gelmeye çalışırım. İstediğin bir şey olursa söylemen yeter, biliyorsun." El sallayarak çıktı odadan. İkimiz de bir şey istemeyeceğimi biliyorduk.

Tüm günüm tıpkı diğer günler gibi yatarak ve biraz da bacak kaslarımın açılması için çalışarak geçti. Açıkçası çabalamıyordum. Doktorlar kalp rahatsızlığımın aileden geldiğini, -büyük dedem böyle ölmüştü ve annem benim henüz çok genç olduğumu savunuyordu- ilaçların günlük yaşantım için etkili olacağını fakat ameliyatın bir çare olmadığını söylemişlerdi. Kalbimin komple değişmesi gerekiyordu ve insanlara gidip 'hey ben ölüyorum lütfen kalbinizi bana verin' diyemiyordunuz. Adım listeye yazılmıştı. Banka hesabımızın kabarık olması bu listeyi üç haneli sayılardan iki hanelilere düşürmüştü ama yine de beklemek zorundaydınız. Kendi kalbinizin atmaya devam etmesi için bir başkasınınkinin durmasını... Annemler bunun için dua etse de benim insani değerlerimi zorluyordu. Onları anlıyordum. Ailenin tek çocuğuydum. Tıpkı babam gibi. Ölümümün, onların elinde tutunacak bir dal bırakmayacağının farkındaydım. Bu yüzden kızamıyordum. Annemin tüm baskıları, tedbirleri, hepsi doktorun onlara söylediği ama ailemin benden gizlediklerini sandıkları gerçekler yüzündendi. "Kesinlikle yorulmayacak." demişti doktor. En az beşinci tekrarıydı. "Duygu yoğunluğundan kaçınması gerek. Öfke, aşırı sevinç, üzüntü... bunların hepsi sonu olur. İlaçların gücü belli bir yere kadar yetebilir. Ameliyata kadar bir başka kriz geçirirse kurtaramayabiliriz. Kalbi çok zayıf." Devamını annemin hıçkırıkları ve sonrasında fenalaşması kesiyordu.

Bir başka doktor "Ameliyata çok bel bağlamayın." demişti. "Genç olması bir avantaj gibi görünüyor olabilir fakat bu tür ameliyatlarda bazı komplikasyonlar baş gösterebiliyor. Her şey çok iyi gitse bile vücudu kalbi kabul etmeyebilir." Burada ise annem hıçkırarak adama saldırıyor ve parayla ilgili nutuk atıyordu. "Doktorlar Tanrı değildir, bayan." diye devam ediyor sonra doktor hiç etkilenmemiş gibi. Alışkın herhalde, diye düşünüyorum. "Mucize istiyorsanız Tanrı'ya gidin. Ben size ancak gerçekleri verebilirim."

Mucize.

Kulağa oldukça olağan fakat bir o kadar imkansız geliyor. Fakat işe yarıyor da. Kilisenin yolunu bilmeyen annem, her sabah gün doğarken, kapısını rahiple birlikte açıyor. "Tanrım," diyorum ben de iç çekerken. "Bana acımıyorsan, zavallı anneme acı."

Florebo Quocumque Ferar | taekook Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin