dört//umberto eco

488 55 22
                                    


 medya,, selena gomez/people you know


39 yaşında hayatını kaybeden Chopin'in âşık olduğum bestesi 'Waltz in a minor' kulağımda çınlarken, hüzünlü ve biraz da kırık hissetmemin nedeni bu beste değildi. Bir kadına delicesine âşık olmuş ve ayrılmalarının ardından İngiltere'ye gitmişti, Chopin. Belki iyileşirim, belki unuturum ya da tahayyül sınırlarım dışında kalan bir nedenden ötürü. Sanırım en büyük hatayı burada yapıyoruz. İçimizde bitmeyen birini, dışımızla öldürmeye çalışıyor, kaçıyor ve kaçıyoruz. Oysa içindekinden ne kadar kaçabilirsin?

Chopin'de kaçamamış olmalı ki İngiltere'den döndüğünde, oldukça güçsüz ve hastaydı. Zaten bir yıl geçmeden de öldü. Ve bir aşk daha ölümle kapanmış oldu. Bir aşk daha, ayrılıkların arasında kaybolmuş oldu.

Bu benim düşüncem elbette. Belki de Chopin'i öldüren İngiltere'de sevdiği başka bir kadındı ya da hastalık kapmıştı. Yine de beni hüzünlendiren bunların hiçbiri değil.

Elimde duran, sararmış ve kirlenmiş mavi renk kâğıt, sakladığı cümleleri okumamama rağmen hüzünlü hissettiriyor. Kış kapıda ve çoktan, şehir gri bir örtüyle sarınmışken sonbaharın büyülü, turuncu rengini göremeyecek olmak üzücü. Dün gece ağlayan Jimin'i sakinleştirip onu yatağa yatırdıktan sonra tekrar kütüphaneme dönmüş ve bütün geceyi uykusuz geçirmiştim. Hatta sabahın erken saatinde uyanan Jimin, aralık olan kapıdan kütüphanede olduğumu gördüğü halde ve onu gördüğümü bildiği halde, bir şey söylemeden çıkıp gitmişti. Gözlerinde, beni alaya alan bir bakış vardı. Yeterince üzücü ama hiçbiri elimdeki kâğıt kadar hüzün vermiyor.

Kaldı ki bir insanı en çok, iki şey yaralar: bir bakış ve bir söz.

Annem, bakışlarımın çok sert olduğunu söylerdi. 'Sert ve soğuk bakıyorsun, Taehyung, insanlar senden kaçmak istiyor.' Ona her insanın biraz sert baktığını söylediğimde ise hem beni onaylamış hem de şiddetle karşı çıkmıştı. 'Senin bakışlarındaki sertlik, insanın kaldıramayacağı kadar ağır ve senin bakışlarındaki soğukluk, insanın hayatta kalamayacağı kadar donuk. Yaşamı, gözlerinle öldürüyorsun.'

Annemden bunları duymuş olmak beni üzmüştü, doğrusu. İnsana hayatı bahşeden ben değildim, kaldı ki alacak olan da ben değildim. Yaşamı gözlerimle öldürmek de ne demekti? Sessizce kitabımı okumaya devam ederken annem tekrar seslenmişti. 'İnsanları daha kapıda iken kovarsan, hepsi kalbine girmeden seni terk eder.'

O zamanlar bunun ne demek olduğunu anlamamış hatta anneme karşı küçük bir kırgınlık büyütmüştüm. Anlamıyordum. Daima, yumuşak kalpli olduğumu söyleyen annem, neden beni soğuk ve sert olarak tanımlanmıştı? Annem öldüğünde bile bunu anlamamıştım.

Üniversiteye başladığım ilk sene, hiç arkadaşım olmamasını fırsat bilerek zamanımın çoğunu kütüphanede geçirirdim. Okuduğum bölümle aramdaki uyum sıfırdı ama babamın bu isteğini geri çevirememiş, edebiyat tutkumu dersten artan zamanlarımda doyurmaya çalışmıştım. Öyle ki artık çok az uyur olmuştum.

O günlerin birinde, bir çocukla tanıştım: Min Yoongi. Adı zihnime her düştüğünde, acı ile yoğrulmuş bir gülümsemenin dudak kıvrımlarımı okşamasına engel olamam. Şimdiki gibi. Farklıydı. Çevremdeki her insandan daha farklı. Benim kadar içine kapanık ya da diğerlerinin deyimiyle asosyal değildi ama birlikteyken çok konuşmazdık. İlk yakınlaşmamız, Victor Hugo sayesinde olmuştu. Saçma bir ödev için zorla bir araya gelmiş bir grubun garip algılanan iki üyesiydik. Ödevin orta yerinde, akılları yetmediği halde felsefi bir tartışmaya girmişler; düşünür bile sayılmayacak, düşük sınıftan birkaç kendini bilmezin alelade sözleri ile birbirlerine üstünlük taslamaya çalışıyorlardı.

Duende // TaeKook  ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin