Mağaranın içi soğuk ve nemliydi, sis de bulunmuyordu. Eğilip bükülmeden yürüyebileceğim, hatta zıplayarak bile tavanına dokunamayacağım kadar genişti. Hiçbir ses yoktu, ne rüzgârın uğultusu, ne de bir böceğin hışırtısı; sanki tek canlı varlık ben ve 2 görünmezmişiz gibi.
"Derinlere doğru ilerle." dedi kaba olanı, sırtımı ittirirken.
Kuvvetli bir dokunuş sırtıma geldiğinde yalpaladım, düşmemek için ellerimle bulabildiğim şeylere tutunmaya çalıştım. Fakat hiçbir şey yoktu. Kendimi düşmemek için zorlarken yerdeki taşlara takıldım ve yuvarlandım.
Mağara sisli değildi, ancak oldukça karanlıktı. Gözlerim karanlığa alışsa da her şeyi net algılayamıyordum. Yine de karanlığı, o yoğun sise tercih ederdim. Karanlıkta tehlike hissediyorum, her an beni öldürebilecek bir şey üstüme atlayacak sanki, ama sisin içindeyken sonsuzlukta yürüyormuşum hissine kapılıyorum, koca evrende yapayalnız olduğumu düşünüyorum; işte en çok o anlarda korkuyorum, o belirsiz düşünce en azgın canavardan bile daha korkunç gözümde.
Kendimi toparlayıp oturur pozisyon aldığımda kulağıma gülme sesi geldi. Kaba olanı önce itmiş, ardından da kahkahalarla alay etmişti; sinir bozucu ve çocukça bir davranıştı. Ancak gel gör ki bunu canları sıkılmış bu 2 güçlü varlığa söylemek, fazlasıyla cesaret isteyen bir işti. Ben yapamazdım. "Neden ilerlemem gerekiyor?" diye sordum alttan alarak. Bunu bile zorla yapmıştım. Yoksa bu 2 görünmez varlık benim açımdan çok korkutuculardı. Onlara karşı gelmeyi bırak, onlarla konuşmayı bile doğru düzgün beceremiyordum.
"Avlanman gerek," dedi kaba olanı. "Neyle avlanacaksın peki? Senin bir de silah yapmanı mı bekleyeceğiz?". Oturup soluklandım. Dedikleri hakkında düşünüyordum. Sadece birkaç saniye geçmişti ki kaba olanı "İlerle!" diye bağırdı. Nasıl ayağa kalktığımı ve aşağıya doğru yuvarlanırmışçasına koştuğumu ben bile anlayamamıştım. Kalbim hunharca atıyordu. Hızlı hızlı ilerlerken burnuma gelen değişik kokuyu tanıyamadım. Tam kokuyu çıkaracaktım ki ayağım taşa takıldı ve aşağı doğru yuvarlandım. Kafamı kaldırıp etrafıma bakmadan önce direkt olarak etrafı koklamakla başladım. Ani olarak yaptığım bu koklama refleksini neden yaptığımı bilmiyorum ama yuvarlanmadan önce aldığım koku düştüğüm yerde de vardı, hatta çok daha yoğundu. O kadar yoğundu ki kusacağımı sandım. Birkaç saniye geçip kafamı kaldırdığımda burnumdan derin bir nefes aldım, o yoğun koku tekrar burnuma dolunca dayanamadım ve ne yediysem çıkardım. Gözlerim buğulanmıştı, ağzımda da asitli bir tat vardı. Birkaç kere tükürdüm, elimle ağzımın etrafını sildim. Elimdeki pisliği de taşa sürttüm, iğrenç görünümlü kusmuğa tekrar bakmadan ayağa kalktım. Etrafım zırh ve silahlarla doluydu. Burası bir adak yeri olmalıydı. Hayır, hayır, adak yeri değil, burası bir mezbağ idi. Yüzlerce, hatta binlerce canın vücutlarından sökülüp alındığı bir yerdi. Hiç kemik yoktu, fakat odaya sinen kan ve organ kokusu o kadar yoğundu ki buraya giren herkes, burada ne yapıldığını anında anlardı.
"İstediğini alabilirsin, bizim işimize yaramıyorlar nasıl olsa." dedi nazik olanı.
Oda devasa sayılmasa da genişti, etrafı ekipman doluydu, tam ortasında ise 2 büyük ve düz taş dışında hiçbir şey yoktu. Merak dolu düşünceler kafama üşüşmüştü, onlarca soru dönüp dolaşıyordu zihnimde. Ancak bir tanesi öyle kuvvetli parlıyordu ki zihnimde, kelimelere dönüşmeyi başardı. "Siz nesiniz böyle?"
2 görünmez varlık da bu soru üzerine güldüler. Ardından nazik olanı "Uzun zaman önce grup grup gelmişlerdi." dedi.
"Güzel zamanlardı." deyip içini çekti kaba olanı.
"Kimler gelmişlerdi?" diye sordum. Bu sefer his değil, içimdeki saf merak bunu bana yaptırmıştı. Dediğim anda pişman olmuştum zaten.
"Kimler olacak, tabii ki insanlar." dedi nazik olanı."Başka bir tür biliyor musun ki varlığından bile şüphe duyulan bir hazinenin uğrunda yüzlerce hayatı feda edecek?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Paku
Fantasyİsmim Paku. Sadece Paku. Basit ve bir o kadar saçma bir isim, hatta baya saçma. Ancak bilinmelidir ki basitlik korkutucudur ve saçma olan her şey içinde bilinmezlik taşır.