1950, Japonya
Kimisi kirli, kimisi yaralı, haklı veya haksız sebeplerle özgürlüklerinden mahrum bırakılan yüzlerce ruh, pis kokulu beton duvarlar arasında zamanı geldiği vakit göğe yükselmeyi bekliyordu. Parmaklıklarla çevrili küçük pencerelerden karanlık dünyalarına sızan güneş ışıkları dahi umut bahşedemiyordu onlara ; zira ölümleri veyahut tutsaklıkları öylesine kesindi ki bir ışık huzmesinden medet umamayacak kadar kabullenmişlerdi hazin sonlarını.
Güçsüz bilekleri zincirlere vuruluyordu, çoğunun kaburgaları sayılıyordu ve akla hayale sığmayan zulümlere boyun eğmek zorunda oluşları benliklerini koca bir yıkıma sürüklüyordu gün geçtikçe. Kırbaç sesleri ve acı çığlıklarla uykuya dalmak zorunda oluyorlardı çoğu zaman ve her yeni günü, uyanmalarını emreden acımasız gardiyanların bağırışlarıyla karşılıyorlardı. Soğuk ve kirli koğuşlarda çaresizlik, acı, umutsuzluk kol geziyordu. Tam da bu yüzden dayanamayıp yaşamlarına son verenlerin haberi gelirdi bazen. Kimi kalınca bir halatla asmış olurdu kendini, bazıları baştan aşağı parlatmakla yükümlü oldukları tuvaletleri temizlerken kullandıkları kimyasalları içerek veda ederdi hayata ve bedenlerine saplı bıçaklarla kirli duvar köşelerinde ölü bulunanlar olurdu.
Lâkin gelin görün ki ; bu sonu gelmeyen işkencelere, yapılan korkunç muamelelere ve tüm renklerini yitirmiş hayatlarına rağmen hâlâ gülümseyebilen genç bir oğlan vardı aralarında. İçinde varlığını her daim sürdüren yaşama ve özgür olma arzusu o denli şiddetliydi ki bu zorluklar yıldıramıyordu kendisini. Dong Sicheng'tu O ; kilit vurulan bütün mutluluk kapılarını bıkıp usanmadan yumruklayan, umutlarını her daim diri tutan ve bir an olsun acılarına teslim olmayan genç mahkûm.
Elleri kelepçeye vurulmuş, uzun tek sırada yavaş yavaş adımlarken sıcak nefesini hemen önünde yürüyen sevdiğinin ensesine üfledi. Dudaklarından dökülmek için can atan kıkırtısını tutmaya çalıştı bu minik oyununun ardından. Bunu yaparken yüzünde çoğu zaman varlığını koruyan tebessümü çiçek açıyordu ; çünkü yalnızca bu ufacık zaman dilimlerinde sevgilerini dışa vurabiliyor, yalnızca varla yok arası anlarda kendi dünyalarında özgürce kaybolabiliyorlardı. Onların özgürlükleri bu kadardı işte, birkaç dakikaya sığdırılan küçük sevinçlerden ibaretti.
Ensesinde hissettiği nefesle başını yakalanmamaya dikkat ederek hafifçe arkasına çevirip gülümseyen güzel yüze baktı. Birkaç siyah saç tutamı arsızca alnına dökülmüş, daha bu sabah sayıma iki dakika geciktiği için yediği sert tokadın izi elmacık kemiğine silik bir mor olarak sinmişti. Yüzündeki hafif morluk katiyen örtememişti güzelliğini ve saf tebessümü öylesine tatlıydı ki içine ansızın yerleşen sımsıkı sarılma isteğini derin bir hüzünle bastırmak zorunda kaldı.
"Olmasaydı keşke şu kelepçeler," diye fısıldadı. "Sarılırdım sana."
"Gece olduğu vakit sarılırız o halde," diye yanıtladı Sicheng, tıpkı O'nun gibi fısıldayarak. Cılız kolları sızlıyordu önündeki bedeni saramadığı için ; ancak demir kelepçelerin ve öldürücü bakışların esiriyken koğuşa dönmeyi beklemesi gerektiğinin farkındaydı.
"Sarılırız, değil mi? Saçlarını da okşarım sonra."
"Üç bin yüz seksen beş! Önüne dön!"
Üç bin yüz seksen beş. Nakamoto Yuta. Bu beton duvarlar arasında mahkûmlara adıyla seslenmezdi gardiyanlar. Koca hayatları dört haneli sayılara sıkıştırıp insanlara eşya muamelesi yapmaktan hoşnutluk duyarlardı fakat Nakamoto Yuta'ydı O. Dong Sicheng'un biricik sevgilisi, hapishanenin gözü pek mahkûmu, işittiği hakaretleri sineye çekemediği için vücudundan yara bere eksilmeyen dikbaşlı Japon, masumlara eziyet edenlerin cezasını kendi elleriyle verdiği için özgürlüğünden mahrum bırakılan genç asker.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ölü kırlangıçlar, yuwin
FanficYaralı umutlarımızın, kanlı ellerin fütursuzca kıydığı sevgimizin darağacında asılı kalışının hikâyesi bu. Narin kanatlarına düşlerimizi bağladığımız kırlangıçların ölüm kokan çırpınışları ile göğe yükselişinin hikâyesi.