"Günaydın ekip!"
"Günaydın." diye triplice mırıldandım. Dom kaşlarını çatıp diğerlerine döndü.
"Hazır mısınız bakalım? Bu gün maç yapacağız."
"Ne maçı?"
"Maç dememe bakmayın. Rastgele eşleştirceğim sizi ve ona göre dövüşeceksiniz."
Adriana geleli on dokuz gün olmuştu ve o aptal herkesi kendisine çekmiş, yalnız kalmamı sağlamıştı. Kaltak!
"Peki. İlk çifti seçiyorum... Ares ve Mason! Unutmayın. Acımak yok. Karşınızda ailenizi öldüren bir hain varmış gibi düşünün."
Dom, dövüşü başlatınca Mason Ares'e sıkı bir yumruk attı. Ares sendeledi ama hemen kendini toparlayıp Mason'un karnına tekme attı. Acıyla eğilen Mason'un bu kez yüzüne yumruğu geçirdi. Mason yere kan tükürdü. Ares sırıtıp ikinci tekmeyi attı ve Mason onun ayağını yakalayıp çevirdi. Ve az önce filmlerde görüp 'iple çeviriyorlar bunları hep!' dediğim bir sahne yaşandı. Ares, Mason'un çevirmesiyle havada üç yüz altmış derece dönüp yere düştü. Acıyla inleyip başını tamamen yere koydu. Mason, kalkması için ona elini uzattığında tuttuğu elini çekip onu düşürdü ve dirseğini boğazına yasladı.
"İyi iş ufaklık! Daha dikkati Mason." Gülerek yerden kalktılar ve Dom ikinci çifti açıkladı.
"Adriana ve Miya." Evet arkadaşlar birazdan on dokuz günün intikamını Adriana'nın bakımlı yüzünden alacağım. Dom düdüğü çaldı. İlk başta hiç bir şey yapmadım. Ve bana vurmasına izin verdim. Evet buna izin verdim. Adriana tam kıvama gelmiş, bu işin onda olduğunu düşündüğü sırada ona öyle bir tokat attım ki feleğini şaşırdı. Bu daha ne ki? Bana sinirle yaklaştığında saçlarından tutup büktüğüm dizime kafasını vurdum. Pet şişeyi bükersin ya bir ses çıkar. Hah işte öyle bir ses çıktı burnundan. Saçlarını bırakıp dizlerinin arkasına sert bir tekme savurdum. Yetti mi hayır. Ama Dom durdurdu.
"Miya yeter."
"Yeter mi? Hayır. Daha yeni başladım ben!" Beni tutup çeken iki hatta dört güçlü kola direnmeye çalışırken Adriana'nın kollarına kesikler attığımı düşünüyordum. Ve o an bir şey oldu. Adriana'nın kollarında çizikler belirip kanamaya başladı. O çığlık atarken herkes şaşkınlıkla ona bakıyordu.
"Miya kes şunu!"
"Miya yeter!" Yüzüme yediğim tokatla düşünmeyi kesip bana tokat atan Brad'e odaklandım ve keşke bende ona tokat atabilsem diye düşündüm. Ve yüzü sağa savruldu.
"Miya sakinleş artık!" Derin bir nefes alıp az da olsa sakinleştim.
Sonunda dövüşlere ara verilmişti. Herkes evime toplanmış merakla Dom'a bakıyordu. Adriana evinde dinleniyordu. Berbat haldeydi. İyi benzetmiştim.
"Anlat artık."
"Keşfettin." dedi sadece.
"Gücünü keşfettin Miya. Büyülü sözcüklere gerek yok. Zihninle yapıyorsun bunu sen. Sadece geliştirmelisin. Ve kontrol etmeli. Şimdi nasıl yaptın anlat bana."
"İstedim. Sadece istedim."
"Sen bu işi kapmışsın ufaklık."
"Tamam. Şimdi gidin de dinlensin." diye onları kibarca (!) kovdu Eros. Kimseyle -Eros hariç- aram iyi değildi. Ama o bile bana yetiyordu. Doğu bir kere gelmiş ve yüzüme dahi bakmamıştı.
"Eros. Bana rahatlayabileceğim bir yer göster."
"Tuvalet."
"Ben ciddiyim."
"Peki. Peki. Kalk hadi." Elimden tutup minderden kaldırdı. Buranın gizli girişine geldik.
"Buradan." dedi ve beni daha önce hiç girmediğim yere yönlendirdi.
"Kimse girmez. Sonu yoktur. Kaybolmazsın. İstediğini yap." dedi.
"Teşekkürler." dedim ve ona sarıldım.
"İhtiyacın olursa?"
"Sanmıyorum." dedim ve gösterdiği yoldan ilerlemeye başladım.
On beş dakika kadar yürüdükten sonra uçurumun kenarına oturdum. Ve içimdeki tüm nefreti kustum. Tüm öfkeyi attım vücudumdan.
Ağlamaktan ve sayıp sövmekten boğazım yanıyordu. Gözlerim ağlamaktan açıyordu ve uykum gelmişti. Uçurumun kenarından kalkıp bir ağacın önüne kıvrıldım.
...
Sabah uyandığımda huzur verici sessizlikle gülümsedim. Ne 'uyanın artık!' diye bağıran Dom, ne de cilveli kahkahasıyla sabahımı zehir eden Adriana vardı. Yattığım yerden kalkıp derin bir nefes aldım. Sonra yürümeye başladım. Geldiğim yeri keşfederek yürüyordum. Mükemmel bir atmosferi vardı. İnsan ister istemez rahatlıyordu. Bir süre sonra rengarenk bir çiçek topluluğu dikkatimi çekti. Topluluğa ilerledim. Dizlerimin üstüne kadar uzanıyordu boyları. Her renk vardı ve laleyi andırıyorlardı. Her biri Coca-Cola'nın her Ramazan ayında kapak karşılığı dağıttığı tabaklar kadar büyüktü. Sonra hiç rüzgar olamamasına karşın, mavi olan çiçek kıpırdandı. Sonra açıldı ve içinden Parmak kız ya da Barbie'deki çiçeklerin içinden çıkan periler boyutunda, Tinkerbell'e aşırı benzeyen, sivri kulaklı ufak bir kız (?) çıktı.
"Sen büyüksün Allah'ım.!" dedim şaşkınlıkla. Kız gözlerini kırpıştırıp bana baktı ve sırıttı. Sonra çiçek kapandı ve kız içinde kaldı. Önce çiçeklerin fotoğraflarını çekip koşarak evlere gittim.
"Eros! Mavi!"
"Miya! Neredesin sen?!" diye gürledi üç erkek -Eros hariç hepsi- bana kızgın bakışlar atarken.
"Ya, anlatırım. Ama büyük anne nerede?"
"Buradayım tatlım! Sorun ne?!" Telefonumdaki fotoğrafları ona gösterdim. Olanları anlattım.
"Bunlar ne büyük anne.?"
"Aman Tanrım! Bu.. Bu imkânsız. Rainshee'ler yüzyıllardır açmıyor. Tanrım! Hemen gidip bakmalıyım." Sonra koşar adım geldiğim yoldan gitti. Bizde arkasından koştuk.
Rainshee denilen çiçeklerin olduğu yere gelince Büyük anne anlatmaya başladı.
"Rainshee türü bir çeşit peridir. İstedikleri her şeyi bir çırpıda yapabilirler. İyidirler ve içlerinde kötülük barındırmazlar. Ve yüzyıllardır açmıyorlardı." Sözünü bitirince yağmur yağmaya başladı ve çiçeklerin hepsi zarif hareketlerle açıldı. İçlerinden çıkan onlarca Rainshee kahkaha atmaya başladı. Tiz kahkahalar o kadar güzeldi ki..