SON-SÖZ

22 3 0
                                    


                                                                                                Limyra, 1 Eylül 2016

Güneş yıllardan beri üzerine toz çökmüş, yağmurlar yağmış olan İyon sütun başlığı üzerine ışıklarını göndermeye başlamışken aydınlanan eski mermer zeminlerin biraz uzağında yatan genç bir kadın vardı. Sabahın ilk ışıklarında onu görebilecek ya da bulabilecek kimsenin varlığı söz konusu değildi. Küçük haşereler dışında hiçbir canlı bu terk edilmiş şehre uğrama lüzumu görmüyor gibiydi. Yine de genç kadının orada yatıyor olması bile birilerinin buraya gelmesi için bir sebepti.

Sabahın ilk anından sonra Güneş her bir an yükselirken sabahın soğuğu yerde yatan kadının üşümesine ve uyanmasına neden oldu. Gözleri yavaşça açılırken Güneş'e baktığının farkına vararak yattığı yerde döndü. Alev alev yanan gözlerini en sonunda açabildiğinde ise yerdeki topraktan başka bir şey görmedi. Biraz uzağındaki mermer kalıntılarını, sütun başlığı ve diğer kalıntıları ancak olduğu yerde doğrulabildiğinde gördü. Vücudundaki acının tarifi yoktu. Tüm gece acılar içinde kalmış, alevler içinde yanmış gibi hissediyordu. Lakin buna bir sebep göremiyordu. Düne dair hiçbir şey hatırlamasa da ateşlerin içinden sağ çıkmasının yolu olmadığını bilirken bunun olmayacağına emindi. Yine de ne düne ne de daha öncesine dair bir tek anısı bile yokken hiçbir şeyden emin olmaması gerekirdi. Ama o ne olursa olsun emin olmayı tercih etti.

Kim olduğunu dahi hatırlamayan kadın kalıntıların arasında yürümeye başladıktan sonra çok uzun zaman önce burada olduğunu düşündü. Tarihini hatırlayamasa da bu kalıntıların her birini daha önce görmüştü. Lakin anıları onları bu halinde gördüğünü düşünmesine yol açsa da farklı bir zamanda, henüz burada Roma'nın Doğuda bulunan Perslerden bağımsız insanları yaşarken de bulunmuş olduğuna dair tuhaf bir hissi vardı. Yüksek Kemer'in altından geçerken uzağındaki basamaklara daha önce de oturduğunu bir şekilde biliyordu. Bu nedenle biraz daha hatırlayabilmek için onlara doğru ilerledi. Altı basamağı çıkmasının ardından yedinciye bir an bile düşünmeden oturdu.

Yakınlarındaki tepelere, sütunlara, su birikintilere ve Roma geleneğinin ürünleri olan her kalıntıya bakan kadının aklında hâlâ nerede ve kim olduğu soruları vardı. Ve sorularının ilkine yanıt hızla zihnine süzüldü. Limyra'daydı. Likya Medeniyetine bir dönem başkentlik dahi yapan şehrin tam ortasındaydı. Strabon'un Plinius'un bahsettiği, Perslerin elinden Büyük İskender'in kurtardığı şehirdeydi. Buraya daha öncede gelmişti. Defalarca kez gelmişti. Hem hayatı boyunca hem de Büyük İskender henüz hayattayken burada bulunmuştu. Lakin onun binlerce yıl önce öldüğünü bilirken kendisinin onunla aynı zamanda burada olmasının olasılık barındırması mümkün değildi. Yine de o burada olduğuna emindi.

Oturduğu yerden kalkarken burada bilinen bir ölümü hatırladı. Tarihin henüz başında olan bir zamanda, 21 Şubat günü Gaius Caesar burada ölmüştü. Roma'ya yaşarken ulaşması mümkün olmamışsa da öldüğünde oraya gömülmüş, Mauseleion'da yerini almıştı. Ve burada da onun adına bir Knotaphion vardı. Bedeni Roma'daki mezarında bile yok olsa da ona ithaf edilerek ve anısını yaşatmak için konulan boş mezar bugüne ulaşmıştı.

Hypodrom'un olması gereken yere yaklaşırken şehrin baş tanrısının kim olduğu aklına geldi. Zeus Olympia Limyra'nın her yerindeydi. Yapılarında, tapınaklarında ve hatta sikkeleri üzerinde de vardı. Şehrin sikkeleri üzerinde şimşeği olduğu gibi boğa ve köpek figürlerinin varlığından da emindi. Ayrıca her yıl onun adına düzenlenen spor festivallerinin varlığına dair bir yerlerde yazıtlar da olmalıydı.

Sütunlar arasında yürürken zihni oradan oraya atlıyordu. Bu şehirde balıklar üzerinde pek çok kehanet yapılmıştı. Çeşmelerden birinde kahin balıkların yaşamış olduğuna ve burada gelecekten çok sayıda iyi ve kötü haber verildiğine dair Plinius bilgi vermişti. İmparatorluk dönemindeki sikkelerde 'kehanet' yazması da bu görüşü destekliyordu.

Ne yaptığını bilmezcesine yürüyen genç kadın nekropole ulaştığında burayı bulan kişiyi anımsadı. 1960'lı yılların ortasında Myra'da araştırmalar yapan Borchart'ın Limyra ile ilgili de çalışıp nekropolleri, üçgen kale tepesini ve Heeron'u bulduğundan emindi. Ki kazıların bu buluntulardan sonra başladığını, Kral Perikles'in Heeron'unu ve Gaius Ceasar'ın boş mezarını kazdığını sonrasında ise Bizans Dönemine ait Piskoposluk Kilisesi üzerine yoğunlaşıldığına dair bir anlık şüphesi bile yoktu. Kuzey'de iç kale, aşağı kalede surlar ve sarnıçlar ve Bizans Kilisesi vardı. Kentin aşağısında, Aşağı Kent denen bölge içinde bir üst eşik bulunduğunu, buranın Perikles'in sarayının bulunduğu yer olduğuna dair görüşlerin kabul edilirliğini daha kolaylaştırdığını biliyordu. Ki burada sonradan artış gösteren kazılarda M.Ö. 10'uncu yüzyıla kadar tarihlendirilebilen keramiklerin bulunmasıyla Hititlerin bahsettiği Zemuri kentinin de burası olduğu düşüncesi araştırmacılar içinde hâkim görüşe dönüşmüştü. Peki, tüm bunları o nasıl biliyordu?

Zihnindeki düşünceler, kaynağını ve nasıl öğrendiğini bilmediği tüm bilgiler onun acı çekmesine neden olurken Amphiprostlos planındaki Heeron'a ulaşana kadar yürüdü. Heeron tüm ihtişamıyla önünde dururken frizlere gözü takıldır. Dört atın çektiği savaş arabasını takip eden kral ve adamları, at üzerindeki süvariler, kalkan ve mızraklarıyla piyadeler görürken asker kıyafetlerinim Pers ve Lykia özelliği taşıdığını dahi fark edebiliyordu. Fakat bunların birini dahi bilmekten hoşlanmıyordu. Nasıl öğrendiğini bilmezken gördüklerinden haz alması kolay ya da katlanılabilir değildi. Ve o bildiği ve bilmediği her şey yüzünden çıldırmanın çok yakınındaydı.

Sütunlu caddeye geri dönerken umutsuzlukla sarılıp sarmalanmıştı. Lakin caddenin tam ortasına ulaştığında her şey değişti. Bir adam en fazla on adım mesafesinde ona bakarken onu tanıdığından emindi. Yüzüne onunki gibi bir gülümseme hızla yerleşirken aralarındaki uzaklık canını sıktı. Adımlarını birbiri ardına atıp adamın bir adım uzağında durup mavi gözlerinin içine bakmaya başladı. Sol kaşının altındaki ve sağ kaşının tam üzerindeki yaraları çok uzun süreden beri biliyordu. Kalbinin üzerinde de bir dövme altına saklanmış yarası vardı. Her şey başladığından beri onun bir yarası vardı. Ve kendisi olmasaydı onun yarası, yaraları asla ama asla kapanmazdı. O yaralara kendisinden başkasının dokunmasına izin vermezdi. Cezalardan ve sürgünlerden sonra o geri geldiğinde, gelebildiğinde yanında kalmasını istediğinin sadece kendisi olduğunu her ikisi de bilip birbirinden binlerce yıla rağmen vazgeçememişlerdi. Onlar birbiri için yaratılmamış olsalar da varlıklarının nedeni birbirlerini tamamlamaktı. Dengenin ve huzurun gelebilmesinin tek yolu bir arada olmalarıydı. Ve tabii olarak onun şehrine geri dönüp şehrin kalbinin mavi elmasını yerine yerleştirmeleriydi. Eğer onun izini bulabilmeleri mümkün olursa...

"Seni doğduğun yerde bulacağımı biliyordum. Sadece dün geceden sonra gelmemenden çok ama çok korkmuştum." Karşısındaki adamın korkusunu görebiliyordu. Elleri yüzüne değdiği anda vücuduna yayılan gerilimin nedenini biliyordu. Onunla sahip oldukları bir geçmişlerinin olduğunu bilmesine karşın buna dair en ufak bir anıyı dahi hatırlayamıyordu. "Ateşin sana, ölümsüzlüğüne zarar vermeyeceğini bilmeme rağmen yine de senin artık o bedenin içinde olmaman her şeyin bittiğini düşünmeme neden oldu. Eskilerin bitip yeninin, asıl olanın geri dönmesi sensizken hiçbir işe yaramazdı. Sen olmasaydın, sen geri gelmeseydin bu anın ve geleceğin bir değeri kalmazdı."

"Ne dediğini anlamıyorum. Seni tanıyorum ama hatırlamıyorum. Burayı hatırlıyor ama zaman boyu burayı bilmemi anlamıyorum. Sen kimsin? Ben kimim?" Çaresizlik sesiyle beraber onu terk edip adamın ruhuna dolarken bu karışıklığa bulacağı çözümüm gerçeklerden başka bir şey barındırmaması gerektiğinin farkındaydı. Onu daha fazla aldatmayacak, ondan daha fazla bir şeyler saklamayacaktı. Geçmişlerinin ve geleceklerinin gerçekleri ikisinin de zihninde olsa da kimsenin bilgisinde olmayacaktı.

"Bunları öğrenemezsin. Sen zaten biliyorsun Hellen. Artık ölümsüzlüğe ile doğduğun yerde doğduğuna inan. Geri kalan her şeyi o zaman anlayacaksın. Ve ben sana çok uzun bir hikâye anlatacağım." Ares Hellen'in sol kaşının üzerine bir öpücük bırakıp kollarını ona sararken huzuruna yeniden kavuştu. Bu defa her şey öncekilerden çok farklı olacak, ne babaları ne de başka herhangi biri onların geleceklerini de hak ettiklerini de ellerinden alamayacak, almayı akıllarından bile geçiremeyecekti. "Herkesten ve her şeyden gizli olan hikâyemizi, bizim asıl amacımızı ve bu amaç için bize yardım eden annemizi sana anlatacağım."

Ares kollarını bir an olsun Hellen2in üzerinden çekmezken gün geceye dönmeden onun kime döneceğini biliyordu. Anıları geldiğinde de öğrendiği şeylerin sonrasında da Hellen yine aynı ruha sahip olacaktı. Gün dönmeden ise Hellen Olympia ilk ve son kez doğmuş, gücünü kabullenmiş olarak annelerini beklemeye başlayacaktı.

SECRET OF BYZANTİONHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin