Rigel.

756 89 51
                                    







En mutlu olduğunuz an ne zamandı?

"Haziranda iki yabancı."

Her şeye alışabiliyor olmanın korkunç bir ağırlığı var. İnsanı hissizleştiren, birkaç yıl, birkaç ay ya da birkaç gün önce hissettiği o ölümcül ağrıyı unutturan bir şey var ve biliyorum ki bu bizim ilacımız değil, sonumuz. Bizi iyileştirecek olan şey geçmişin üzerine örtü çekebiliyor olmamız değil. Bizi yaşamaktan alıkoyan şey, geçmişin üzerine bir örtü çekebiliyor olmamız. Elbette geçmişi kapatıp hayata devam ettiğimizi düşünürüz fakat geriye dönüp, örtünün kayıp kaymadığını kontrol etmeyen kaçımız vardır ki? Geçmiş bazen öyle sancılı, öyle kanlı bir savaştır ki; tekrar aynı savaşın kurbanı olmanın düşüncesi bizi aşırı temkinli olmaya iter. Böylece iki adım ileri attıktan sonra geriye dönüp üstünü örttüğümüz; yok saydığımız ama aslında varlığını sonsuz bir güçten alan geçmişimizi kontrol ederiz. Örtüsü kaymış, bir şeyleri açığa çıkarmış mı diye. Bu öylesine kuvvetli bir alışkanlık haline gelir ki geçmişten sadece beş adım uzaklaşmanıza izin verir.

Bu yüzden ileri gitmek isteyen herkes, önce geçmişinden korkmamayı; acıya alışmamayı göze almalı. Bir gün geldiğinde o savaşın tekrar başlayacağı düşüncesine kendini inandırmalı.

Her şeye alışmalı ama ağrıyı hiç unutmamalı.

Eğer ağrıyı unutursak, bunu daha önce yaşamıştım demek yerine; bunu daha önce hiç yaşamamıştım diyerek her seferinde aynı şekilde üzülürüz.

Biliyordum ki Yusuf'un ölümü bir ağrıydı. Ben o ağrıyı ölsem de unutamazdım, yaşamaya devam etsem de. Yusuf'un ölümüne alışabilirdim belki ama hiçbir zaman onun ağrısını unutamazdım.

O günün üstünden iki hafta geçmişti. Eşyaları biraz toparlayabilmiş, geri kalanını bırakmıştık. Ne Mert'in ne de benim devam edecek gücümüz kalmamıştı. İkimizin de ağrısı, yerini belli etmek ister gibi sızlamış; Yusuf'un hayaleti bir türlü devam etmemize izin vermemişti.

Zaman geçiyordu. Ne iyileştiriyor ne de düzeltiyordu. Daha kötüsü, olduğumuz yerde sayıyorduk. Acıya alışmak değil, geride bırakmak değildi bu. Acı hep aynı yerdeydi; sanki kendisine bir çatı bulmuş o çatıda kendine odalar kurmuş; istediği anda istediği odaya giriyor, istediğinde de o odadan başka bir odaya geçiyordu.

Artık yavaş yavaş dönmem gerektiğinin farkındaydım. Bu bana Yusuf'u terk ediyormuşum gibi hissettiriyordu ama burada onun gölgesiyle ne kadar daha bekleyebilirdim? İşe dönmem, yaşamaya devam etmem gerekiyordu. Yusuf böyle isterdi ama asıl olan şuydu ki hayat kimseye acımıyordu. Sırf yas tuttuğum için dünya sırtımı sıvazlayıp sen biraz bekle demiyordu. Hayat işliyor, fatura kabarıyordu.

Bu yüzden eşyaları toplamak için tekrar bir araya gelmiştik bugün. Hem onlarla vedalaşacaktım hem de Yusuf'un son kolilerini paketleyecektim. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi, devam edecektim.

Yaşamaya. Ne kadar da komikti.

Düşünceler kafamın içinde bir toz bulutunu andırırken Damla'nın elini omzumda hissediyorum ve parmaklarım arasında tuttuğum sigaranın külünün neredeyse yere düşecek olduğunu fark ediyorum.

"Bu gece burada kal." Başımı kaldırdığımda dudakları kıpırdıyor. "Mert de burada. Burcu da. Esat da. Derya da. Son geceyi hep birlikte geçirelim. Sedef teyze il dışındaymış hem."

Doğruydu, anneme en çok ihtiyacım olduğu zamanlardan birindeydik ama işler beklemiyordu. En azından onun bana söylediği buydu ve benim küçükken dilediğim o dilek yine dudaklarımı kaşındırıyordu. Sedef Yalın'a dönüşmek. Anneme dönüşmek. Onun dik duruşunu almak, hayat devam ederken onun hayatı değil; hayatın onu kovalamasına şahit olmak beni hep özendirmişti. Annem yaşamak zorunda olduğu için değil, hayatı yaşamaya değer bulduğu için yaşıyordu. Bense elimdekinin en iyisini ortaya çıkarmaya çalışıyordum çünkü başka bildiğim bir yol yoktu. Hayat yaşamaya değer miydi? Bunun ölçütü neydi? Hayatı kovalayan hep bendim. Hayat hep bir yere yetişmeye çalışırdı, ben de hayatın kendisine.

GÜNEŞİ KAÇIRANLARIN ÖYKÜSÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin