Keyifli Okumalar!
🎶Sia, Never Give Up
MERSİN, 27 KASIM
Bir denge öldüğünde başka bir denge, başka bir yerden doğardı. Birisi ölürse birisi doğardı. Evrendeki hiçbir şey yok olmazdı. Başka bir diyarda, başka bir zamanda var olurdu. Onun benzeri olarak. Onu anımsatan bir şey, biri olarak... Dengeler değiştiğinde, gerçekten yok olmaya adım adım ilerlediklerinde çoğu kişi bunun farkında olmazdı ama birçoğu kişi de, yok olduğu o saniye kulaklarına fısıldayan o ninnileri duyardı.
İki denge arasında sıkışıp kaldığında kollarını iki yanındaki o duvara yaslardın, zihnindeki düşünceler bir ok misali sırtına battığında, ne olursa olsun ellerin o iki duvarda asılı kalmaya devam ederdi çünkü eğer bırakırsan öleceğini bilirdin.
Bende böyleydim. Zihnimin kuklasıydım. Bunun nasıl bir duygu, bir düşünce olduğunu ancak benim yaşadığımı yaşayanlar bilirdi. Ben zihnimin, düşüncelerimin kuklasıydım.
Ben, kendimin kuklasıydım.
Belki de herkes böyleydi ama bunu hissetmek bambaşkaydı. Sanki zihnim ve ben farklı bireylerdik. Sanki gelecekte bir savaş olacaktı ve o savaş, zihnimle kendim arasında olacaktı. Kendi zihnim bana oyun oynayacaktı ve ben kendime yenilecektim.
Bunu anlayamayan, hissedemeyen, empati kurmaktan kaçan kişilerin bana anlamsız ve delice bakışlar attığını veya boş baktığını biliyordum, belki de en kötü şeylerden biri buydu: senin yaşadığını yaşayamamış bir insan seni anladığını söylese de asla ama asla anlayamazdı. Bu yüzden kendini en iyi anlayan sen olurdun. Bu can yakıcıydı ama doğruydu.
İnsan kendine alıştığında karşısındaki bütün bariyerler teker teker yere düşüyor, bütün engeller onun içinden geçiyordu; zarar veremiyordu.
Bu yüzden insanın en büyük dostu kendisiydi.
Gözlerim uzaklara daldığında bakışlarım kısıldı. Ve o an, daha önce defalarca anlamış olduğum bir şeyi kendime tekrar hatırlattım. Belki de 'insana en büyük zararı kendisi verir, en büyük iyiliği de,' diyen yazarlar bundan bahsediyordu. Zihnim bana ikisini de aşılıyordu.
Her zaman hayallerin peşinden gidilmesi gerektiğini savunan biri olarak zihnim iki tarafa bölünmüştü.
Hayal tohumlarının dikildiği toprağın altında çürüdüğü, diğerininse çaresizliğe karşı boyun eğdiği taraf... Ellerimde kan vardı. Bu kan, benim kapana kısılmış bu iki tarafımın arasından kalmış duvardan sızan kandı.
Belki de hayal tohumlarım ölmemişti, belki de hala diriydi. Belki de o toprağın altında nefes almaya devam ediyorlardı ama kendini benden soyutlayalı o kadar çok olmuştu ki hala orada olup olmadığını bile bilmiyordum.
Belki de var oluşu, yok oluşunun altına imza atmıştı.
Gözlerim, tam denizin üzerine kurulmuş, en alt katı denizin dibinde olan ki en azından ben öyle düşünüyordum, gökdelene dikildiğinde boyun eğen tarafım kendi sonunu yazmak için tavana ipi doladı.
Yüksekliği ne kadardı, bilmiyordum ama en yüksek noktasını göremeyecek kadar uzundu.
Aralarında en az otuz metre olacak şekilde sıra sıra dizilmiş olan evlerimiz, ağaçların üzerindeydi. Genetiğiyle oynadıkları ağaçlara özel olarak hazırladıkları karışımları su niyetine ağaca veriyorlardı. Ağaçlar hem değişmiş o genetikle hem de karışımla hızla büyüyor, dalları bir ağ gibi etrafa saçılıyordu. Yaprağı olmayan ağaçların dalları öyle güçlüydü ki beş ton bile kaldırabilirdi. Bir fırtına veya yağmur yağdığında sanki ellerini başına dolamış bir insan gibi baş kısmına doladığı dallar bunu engelliyor, düşen bir yıldırımı gökyüzüne tekrar gönderiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SABAHIN KARANLIK YÜZÜ (ARA VERİLDİ)
Science-FictionYıl, 2050. İnsanlığın teknolojiye aç olduğu bir dönem, Teknoloji Çağına girmek için bir gökdelen dikildi. Bazılarının büyük bir umut, bazılarınınsa büyük bir kayıp olarak baktığı bu gökdelen, geleceğin toprağına umut tohumu dikerken herkesi etkisi...