7 yaşıma kadar dünyanın en mutlu çocuğu bendim. Beni çok seven bir annem ve gözünden bile sakınan bir babam vardı. Babam, her kız çocuğu gibi benim "mükemmel erkek" tanımımın somutlaştırılmış biçimiydi. O, bizim evimizin güçlü muhafızıydı, çelik kapısı... annem ise hastalandığımda insanüstü bir çabayla başımda seferber olan refakatçimdi. Annemin, hayatımızı altüst eden hastalığı baş gösterdiğinde ise ben hiçbir şey yapamamıştım. İşin kötüsü babamın da annemi ilçedeki doktora göstermekten başka elinden hiçbir şey gelmemişti.
Çaresizlik!Çaresizlik bu dünyadaki en melanet duyguydu. Kansermiş annem. Hastalık ilerlemiş. 4. evresine gelmiş. Bu evreden sonra yapılabilecek hiçbir şey yokmuş, hastanın 'son günlerini' mutlu ve huzurlu bir şekilde geçirmesini sağlamaktan başka elimizden hiçbir şey gelmezmiş.
Gerçekten de gelmedi! Annem günden güne elimizden yitip giderken babam ve ben, ailemizdeki bütün akrabalarımız, komşularımız; onun bu haline acıyıp,üzüntümüzden kahrolmaktan başka hiçbir şey yapamamıştık. Annemin hastalığını tesadüfen, babam yutkunarak bu durumu halama anlatırken duymuştum yoksa çocuk olduğum için bana hiçbir şey anlatılmamıştı. Zaten o yaşlarda bütün bunları algılayabileceğimden de emin değildim. Ben küçücük yaşımda algılayabileceğimden çok daha fazlasını, yaşamıştım!
Algılayamasam da hissediyordum zaten. Evimizin hiç tanımadığım insanlar tarafından ziyaretçi akınına uğraması, evimize gelen bütün insanların bana duyurmamamaya çalışarak fısıltıyla konuşmaya çalışması, daha sonra bütün o insanların yanıma gelip bana acıma ve hüzünle karışık gözlerle bakıp beni teselli etmeye çalışmaları, hiç tanımadığım insanlar tarafından teselli edilişim... bana bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatmaya yetmişti.
O günlerde babamı -evimizin o güçlü muhafızını- hayatımda ilk kez ağlarken görmüştüm. Sadece bu sahne bile durumumuzun çaresizliğini anlatmaya yetmişti.
Bu olaylardan sonra, çok yaşamadı annem... hüzünlü bir sonbahar günü onu da çocukluğum ve güzel anılarımla birlikte toprağın bağrına gömdüm.
Annemin ölümünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı... bir çocuğun annesini kaybetmesinden daha kötü ne olabilir? Annesiyle birlikte babasını da kaybetmek.
Babam annemi kaybedişimizden sonra ilk bir yıl, bana hem anne hem baba olabileceği konusundaki inancını kaybetmedi. Fakat hem iş, hem benim bakımım benim Güçlü Çınar'ıma ağır gelmişti.
Gerek çevresinin baskısı, gerekse yalnızlığın ona ağır gelmesi sonucu yeniden evlenmeye karar verdi babam. Bu evlilik çocukluğuma inecek olan ikinci büyük darbeydi. Hatta belki yıkacak olan...
"Aysel, bak... her şey güzel olacak tamam mı? Biliyorsun anneni... annen artık aramızda değil... o.. O bizi gökyüzünden seyrediyor Aysel." Yutkunmuştu. Gözlerimi kocaman açıp sormuştum."Ne demek istiyorsun baba?"
"Demek istediğim... bizim mutluluğumuzu annen de çok ister, hatta en çok o ister." Gözleriyle yüzüme bakamamıştı bunları söylerken. Neden sonra gözlerime baktı. O gözlerde türlü çeşit duygu harmanlanmıştı; acı, hüzün, burukluk,sevgi, çaresizlik... ve bir şey daha! Umut.
"Aysel ben yeniden evleneceğim." Hayatımın en karanlık sahnesiydi..."Senin için Aysel , hem bak onun da bir çocuğu var beraber arkadaş olursunuz..." Çaresizce bana baktı. Hiçbir şey söylememiştim. Ne bir hayır, ne bir itiraz ne de aklınıza gelebilecek herhangi başka bir şey. Arkamı dönüp giderken umutları kırılmış gibi sessizce seslendi:
"Sen istemezsen, evlenmem."Umutları mı kırılmıştı? Babam, umudu annemin üzerine başka bir kadınla hayatını birleştirmekte mi bulmuştu? Bana bunları söylerkenki gözlerinde parlayan umudu o kadın mı yaratmıştı?
Tepkisizliğim gün geçtikçe sürmüştü. 1 ay boyunca halamlarda kalmıştım böyle olmasını halam ve babam istemişti. 1 ay sonra babam, beni almaya gelmişti. Eve gidişimde benim için pek de sürpriz olmayan o manzara ile karşılaşmıştım.
Evdeki kadın, beni tuhaf tuhaf süzdü.
"Hoşgeldin canım."
Başımı sallamıştım. Babam beni karşısına alıp konuştuğundan beri ben hiç konuşmamıştım, babam bana konuşacak hiçbir şey bırakmamıştı ki. Hayat koşullarımız bu evlilikle iyileşeceğine daha da kötüye gitmişti. En azından benim hayat koşullarım.
Babam her gün işe gidiyor üvey annemse, (üvey sıfatını kullansam bile ona anne demek hiç içimden gelmiyordu) ilk başlarda benimle hiç ilgilenmiyordu. Varsa yoksa kendi kızı. Birgün yanıma gelmişti,
Omzumdan tutup beni çevirdi,
"Kılmılda biraz bakayım! Bütün gün tembel tembel oturuyorsun. Ne bileyim, bulaşıkları falan yıka!"
Bulaşıklar o günden sonra benim görevim olmuştu. Benim aksime, benim yaşlarımda olan kendi kızı hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu.
Babam ise benimle hemen hemen hiç ilgilenmiyordu. Yüzümü gördüğü bile yoktu. Benim mutluluğum için yapılmış olan bu evlilik sonuç olarak benim mutsuzluğuma sebep olmuştu.
İlkokula sadece 5 sene gitmiştim. Üvey annem olacak kadın, babama birtakım iftiralar atarak daha fazla okula gitmeme gerek olmadığını, bunu benim iyiliğim için öngördüğünü söylemişti.
Cahil bir adam olan babam, başka bir kadınla evlenerek çocukluğumu bitiren darbeyi attıktan sonra beni okula göndermeyerek hayatımı bitiren darbeyi de atmıştı.
Ve ben bugün 14 yaşındaydım. Babamı; 7 yıl önce annemle ve tüm çocukluğumla birlikte toprağa gömmüştüm. Ve hayatımın yarısını zindana çeviren, görüntüde babam suretli bu adamdan artık nefret ediyordum. Anneliğe kara bir leke çalmış, cici sıfatıyla sevimli hale getirilebilineceği sanılmış o kadından da.
Yaklaşık iki yıldır para biriktiriyordum. 12 yaşımda aklıma gelen bu fikri uygulamam iki yılımı almıştı ve yarın büyük gündü. Kimilerine göre sıradan bir çarşamba günü olarak gözüken bu günün anlamı benim için çok büyüktür...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Yaşamlar
Ficción GeneralBu hikayede, sokaklarda kaybolan hayatlar var... Yolda gördüğümüzde; yüzümüzü ekşitip, acımayla karışık tiksinç bir ifadeyle baktığımız, toplumsal ayıbımız olan o insanların yitip giden umutları var... Aysel, evinden ayrılmaya karar verdikten sonra...