Uzuuuunnn bir aradan sonra Gizemli bir hikaye paylaşmaya karar verdim, iyi okumalar...
O korkunç günün sabahında sandalımı küçük iskeleye bağlarken kafamın içi hala karmakarışıktı. İki saat boyunca kürek çekmiş, yorulmuştum. Ellerim bıçakla kesilmiş gibi acıyordu. Avuç içlerim su toplamıştı. Ama umurumda değildi. Ne yapmam gerekiyorsa onu yapmıştım. Huzursuzca son bir kez daha puslu denize çevirdim gözlerimi. Sonra arkama dönüp çakıl taşlarının çıplak ayaklarıma batmasına aldırmadan eve doğru yürüdüm.
Ondokuz yaşıma yeni girmiştim. Geleceğimle ilgili kaygıları yüzünden ailemle aramda ciddi sorunlar yaşadığım bir dönemdi. Tartışmaktan ve düşünmekten yorulduğum bir sırada, annemle babamın kısa bir süreliğine İstanbul'a gitmeleri, bana soluklanabileceğim birkaç gün hediye etmişti.
Çocukluğumdan beri her yaz gelirdik bu kasabaya. Babam, kıyıdaki ufak koylardan birine çok güzel bir ev yaptırmıştı. Balkonumuzun manzarası eşsizdi. Bahçemizse bana her zaman uçsuz bucaksız bir yer gibi görünürdü. Çevremiz insanı tedirgin edecek derecede tenhaydı ama babama sorarsanız, yazlığımızı buraya inşa ettirmesinin esas sebebi de zaten buydu.
Koyda bizimkinden başka ev olmadığı için babam bahçemizin etrafına epeyce yüksek bir duvar ördürmüş, böylece, her zaman fazlasıyla evhamlı olan annemin kendisini güvende hissedeceğini hesaplamıştı. Sonuçta, gerçekten de öyle olmuştu. Annem burada geceleri bile tek başına kalmaktan korkmazdı.
Kahvaltıdan sonra, arkadaşlarımla buluşmak için dışarı çıktım. Nazımlara gidecektim. Onların yazlığı bizden bir sonraki koydaydı. Orası, bizimki gibi tenha ve kayalık değildi. Gelmem için Banu çok ısrar etmişti. Ben de "Olur," demiştim.
Tepeye tırmanırken uzaktan Fuat'ı gördüm. Raslantı denilmesi imkansız bir biçimde çıkıvermişti karşıma. Her zamanki gibi avare avare yürüyordu. Serseri ruhlu, deli dolu biri olmasına rağmen severdim Fuat'ı. Bitmek bilmeyen enerjisi, içindeki o çocuksu serüven merakı hoşuma giderdi. Hayatı umursamayan, kaygısız tavırlarına gizli bir hayranlık duyardım.
Bizimkiler benden birkaç yaş büyük olan Fuat'tan ve onunla arkadaşlık etmemden hiç hoşlanmazlardı. Babama göre o, ailesini elaleme rezil etmek için dünyaya gelmiş, işe yaramaz veletin biriydi. Bizim kibar ve saygın muhitimize hiç yakışmıyordu. Vukuat dosyası ise yüz kızartıcı bir biçimde kabarıktı. Bir kızı hamile bırakmış, birkaç kez de sahte çek ya da imza yüzünden başı derde girmişti. Hiç kimsenin içyüzünü tam olarak bilmediği bu olaylar, Fuat'ın Bizim Moruk dediği babasının parası ve nüfuzu sayesinde örtbas edilmişti.
Yine de o benim arkadaşımdı.
İyi bir sporcuydu. Atletik bir vücudu vardı. Mükemmel yüzerdi. Kızlar ondan çok hoşlanırlardı. Çünkü yakışıklı ve sevimliydi. Esmer yüzü bir heykelinki kadar kusursuzdu. Buna karşılık, kafası pek çalışmazdı. Bir süre özel bir okula gitmiş, okuyamamış, lise ikiden ayrılmak zorunda kalmıştı. En büyük arzusu, İtalya'ya yerleşip otomobil yarışçısı olmaktı.
Ama bu hayalini gerçekleştirmeye zaman bulamadan hepimizi şaşırtan bir şey yaptı ve evlendi. Bunu kimse ondan beklemiyordu. Nilüfer, yani karısı, adını aldığı çiçek gibi durgun, bakışları hülyalı, çok güzel bir kızdı. Onlar evlendiklerinde ben İzmir'deydim. Kasabaya yeniden geri döndüğümde Fuat artık duldu. Bizim Moruk'u sevinçten havalara zıplatan evliliği altı ay bile sürmemişti. Bir gece içkiliyken arabasıyla kaza yapmış, ağır yaralanan Nilüfer bir süre sonra kaldırıldığı hastanede ölmüştü. Zavallı kız, Fuat'ın sorumsuzluğu yüzünden bir gecede solup gitmişti.
Aklımdan geçenlere aldırmadan Fuat'a gülümsedim. O da bana muzipce göz kırptı. Hiç değişmemişti. Yaşadığı büyük trajediye rağmen hala eski günlerindeki gibi şen ve gamsızdı.
Birlikte konuşa konuşa tepeden aşağıya indik. Arkadaşlarımız sahilde bizi bekliyorlardı. Hemen üstümüzdekileri çıkarıp plaja koştuk. Güneş, kavurucu bir sıcaklıkla tepemize dikilinceye kadar denize girdik. Öğlen yemeğimizi kulüpde yedikten sonra Nazımların bahçesinde toplandık. Mayolarımız üzerimizdeydi. Kumlu ayaklarımız çıplaktı. Kiraz ağaçlarının gölgelediği hasır koltuklardaki yumuşak minderlere uzanmış, tatilin keyfini çıkarıyorduk. Yaz günlerinin ağır ağır geçtiği o muhteşem kumsal sakinleşmiş, bütün kasabayı derin bir öğleden sonra rehaveti sarmıştı.
Fuat'ın Kara Ada'ya yirmi dakikada yüzebileceğini söylemesiyle, dramın ilk perdesi açıldı. Düğmeye basılmış, artık ok yaydan fırlamıştı. Pircan'la Tayfun ona inanmadılar. Perihan'la Banu Fuat'ı desteklerken Ayşe, Nazım ve ben tarafsız kalmayı tercih ettik. Sonunda tartışma gereksiz yere büyüdü, bir güç gösterisine dönüştü. Fuat, iddiasını kanıtlamayı kafasına koymuştu. Kızların karşı çıkmasına aldırmadan, altın gibi parlayan kumsala indi. Kendinden emin bir tavırla, salına salına denize doğru yürüdü. Hepimiz bahçeden onu izliyorduk. İyi bir yüzücü olduğundan kuşkum yoktu. Ama Kara Ada da çok yakında değildi.
Denize dalmadan önce geriye dönüp gülümsemesi hala gözlerimin önünde. Şımarık ve pervasız bir meydan okumaydı bu. Bir an vaz geçeceğini sandım. Bu aptalca eylemini sona erdirmesi için son bir fırsattı belki. Ama gelişmiş kasların ve geniş omuzların üstündeki kafa fazla akıllı sayılmazdı.
Pircan alaycı bir tavırla dudak büktü. "Yarım saatte şamandıraya bile varamaz," dedi. Saatini bileğinden çıkarıp hırsla masanın üzerine koydu.
...