Pircan alaycı bir tavırla dudak büktü. "Yarım saatte şamandıraya bile varamaz," dedi. Saatini bileğinden çıkarıp hırsla masanın üzerine koydu.
...
Kara Ada, plajın tam karşısında, küçük ve alçak bir adaydı. Üzerinde ot ya da ağaç bitmezdi. Açık denize bakan tarafındaki minik kumsalına giderdik bazen. Eski devirlerden kalma harabelere benzeyen kayalıklarında midye tutar, balık avlardık. Fuat'ın daha önce bu kıyıdan adaya kadar yüzdüğünü hiç görmemiştim, duymamıştım da. Ama çok iyi bir yüzücü olduğunu biliyordum.
Hepimiz nefesimizi tutmuş, onu izliyorduk. Garip bir hava, anlaşılmaz bir gerilim dolmuştu bahçeye. Az önceki neşeli halimizin yerini endişeli bir bekleyiş almıştı. Sanırım kötülüğü hissediyorduk. Felaketin adım adım yaklaşmakta olduğunu sezinlemiştik. Ama hiçbir şey yapmadan öylece duruyorduk.
Fuat, ufuk çizgisine kadar pürüzsüz bir mavilikle ışıldayan denizde sakin kulaçlar atarak yüzmeye başlamıştı. İnsanda denize girme isteği uyandıracak kadar hoş bir yüzüştü bu. Öylesine rahattı ki, hayran olmamak elde değildi. Birkaç dakika sonra adanın açıklarındaki şamandıraya ulaşacaktı. Bu da aşağı yukarı yolun yarısı ediyordu. Bir aksilik olmazsa iddiayı kazanmış sayılabilirdi.
Ama bir aksilik oldu.
Fuat birden yüzmeyi bıraktı. Tam şamandıranın yanında suyun yüzeyinden kayboldu. Birkaç saniye sonra yeniden göründüğünde kollarını havada sallıyor, "İmdat!" diye bağırıyordu. Önce sağa savruldu, sonra sola, sonra belinin hizasına kadar yükseldi ve yeniden sulara gömüldü. Sanki onu ayaklarından tutarak denizin dibine çeken bir şey vardı. Hepimiz dehşetten donup kalmıştık. İlk şaşkınlığımız geçer geçmez, gümüş parıltıların ve bembeyaz köpüklerin ortasında çaresizce çırpınan Fuat'a yardım etmek için düşe kalka sahile koştuk.
Tayfun'un iskeleye bağlı olan botuna binip hemen motoru çalıştırdık. Zamana karşı yarışa girmiştik. Kalbim deli gibi atıyor, dakikalar geçmek bilmiyordu. Güneş gözlerimizi kamaştırıyor, tuzlu su damlaları yüzümüzü, kollarımızı, bacaklarımızı iğne gibi deliyordu.
İki dakika sonra şamandıraya ulaştık. Ama Fuat orada değildi. Yoktu. Kaybolmuştu.
Yüzeye yükselen kabarcıklar dışında deniz neredeyse kıpırtısızdı. İnsanı çıldırtan ağır bir sessizlik kaplamıştı her yanı. Bir buçuk metre çapındaki kırmızı renkli şamandıra, bizimle alay eder gibi iki yana sallanıp duruyordu. Güneş, çıplak sırtımı kavuruyor, ensem alev alev yanıyordu. Nazım ve ben fazla düşünmeden suya atladık. Araştırmamız on dakika sürdü. Yeniden bota çıktığımda nefessizlikten bayılmak üzereydim.
Fuat'ı bulamamıştık.
Haber kısa sürede tüm kasabada duyuldu. Hastaneden gönderilen ambulans kıyıda beklerken kulübün dalgıçları, Fuat'ı aramak için şamandıraya doğru açıldılar. Ben de eve gidip dalış takımlarımı aldım ve aramaya katıldım. Nazım da benimle birlikteydi. Saatlerce denizin dibini karış karış araştırdık. Hiçbir sonuç alamadan geri döndüğümüzde akşam olmuştu. O gece eve gitmedim. Nazımlar'da kaldım.
Ertesi gün, sivil kıyafetli ama resmi görevli olduğunu sandığım bir adam geldi. Polis ya da savcıydı herhalde. Bize olayın nasıl olduğunu sordu. Hepimiz bildiklerimizi anlattık. Fuat'ın çok iyi bir yüzücü olduğunu, boğulduğuna inanamadığımızı söyledik. Önce şaka yaptığını sanmıştık. Çünkü o herkesin yüreğine indirecek şakalar yapmayı seven biriydi. Durumun ciddiyetini farkedince hemen yardımına koşmuştuk. Bota binmemizle şamandıraya varmamız arasında geçen süre belki iki dakika bile değildi. Bu kadar kısa bir zamanda, hem de bu sakin havada Fuat boğulmuştu.