1.¹

216 38 5
                                    

Zaman hızla geçerken kendimi büyüyormuş gibi hissediyordum. Paytak adımlarımı her atışımda yanımda Ten'le beraber sallanıyor, sallandıkça darma duman oluyorduk ancak bu ikimizinde umurunda değildi. Ten'le her günümüzü gün ediyor, her sabaha gözlerimizi birlikte açıyorduk.
Üzerindeki uzun cübbeyle ve elimdeki eliyle sallanıyordu. Bugün resmen mezun olmuştu ve sahiden onunla gurur duyuyordum. Tüm yıl boyunca benimle uğraşmıştı, babasını kaybetmişti ancak tüm derslerini vermişti bir şekilde. Bende onu yalnız bırakmamak için tüm gün peşinde sürüklenmiş, büyüleyici havasında dönüp durmuştum. Annesine muhtaç bir bebek gibi görüyordum kendimi. Ona muhtaçtım bunu söylemekten çekmeyecektim kendimi.
Törenden sonra bir iki arkadaşıyla beni tanıştırmış, birazcıkta içmişti. Şimdiyse çakırkeyif bir şekilde gözlerime bakıyordu. İndiğimiz taksiye parayı uzattıktan sonra evimize giden yolda beraberdik. Arada kendi etrafında dönüyor, dudaklarıma kesik, kısa ancak inanılmaz etkili öpücükler bırakıyordu. Sarhoş Ten'i ilk kez deneyimliyordum ve ne kadar şirin olduğunu söylemeden geçemezdim. Kızarık yanakları, kulakları, boynu, dudakları. Güzelim dudakları kıpkırmızıydı şimdi.
Belimdeki eli gömleğime sımsıkı tutunurken omuzlarından çekmiştim onu kendime.
"Bugün yanımda gelmen benim için çok kıymetliydi Taeyong." Yüzündeki gülüş yerini daha büyüğüne bırakırken başını boynuma sürtmüş yavaş adımlarımızı durdurmuştu. Diyordum ya yanımda Ten olursa her şeyi yapardım diye. Sahiden yapmıştım. Hiç tanımadığım insanların yanında onu beklemiş, kalabalığın içinde beni öpüşüne karşılık bile vermiştim. Farkında değildi belki ancak bambaşka birisine dönüştürmüştü beni onun sevgisi.
"Bunu bildiğim için geldim Ten. Senin için yapamayacağım şey yok biliyorsun değil mi?" Parmaklarım yanaklarının her bir tarafını severken yavaşça başını sallamış başını omzuma yaslamıştı.
"Ağlayacak mısın?" Sesimdeki ufak dalgayla kollarını belime dolamış başını kaydırarak boynuma yaslamıştı.
"Hayır." Onun bu haline gülümserken kolundaki papatyalı çantasının küçük gözünden anahtarı çıkarmıştım. Ona kalsa tüm gün buracıkta dikilir birbirimize sarılırdık.
Yapış yapış olmamış umurumuzda değildi açıkcası. Pekala hayatım boyunca el ele gezen insanlara bile iğrenç yapış yapış damgasını yapıştıran ben şimdi bunun neden olduğunu anlayabiliyordum. İnsan sevdiği biri olunca temasta bulunmak istiyordu. Elim Ten'in ellerinin arasında olmasa güvensiz hissediyordum, saniyesinde sıcaklığını özlüyordum. Birkaç saat ayrı kalsak burnumun direği sızlıyordu. Sanki yanımda değilken başına bir şey gelecekmiş ve ben ondan ayrı olduğum için hayatım boyunca vicdan azabı çekecekmişim gibi hissediyordum. Benden ayrı kalmasına tahammülüm kalmamıştı. Sağlıklı bir düşünce değildi bu biliyordum ancak vakit benim zamanlarımdaki gibi değildi. Uyandığımdan beri bunu anlamıştım. Dünya çok daha tehlikeli bir hale gelmişti ve ben Ten'imi korumak istiyordum sadece. Onun kocaman bir adam olması, yetişkin bir birey olması bile umurumda değildi. Boynuma minik minik öpücükler bırakan Ten umurumdaydı. Minicik kollarımın arasındaki bedeni umurumdaydı. Geriye adımları nihayet son bulduğunda kafasını yavaşça kaldırmış ardındaki siyah kapıya dönmüştü. Kapıyı açtığımda kendini içeriye atmış ardındanda beni çekmişti. Kendimi yuvamızın güvenilir çatısının altında bulduğumda nefeslenmiştim derince. Dışarıya göre daha serindi içerisi ve tanıdık koku yüreğimi hemen bir rahatlamayla doldurmuştu.
"Şapkanı tak bakayım bir." Kepini başına taktığında koca gözleriyle bana dönmüş alaylı bir ifade takınmıştı yüzüne.
"Ben örnek öğrenci Ten sahiden tüm sene boyunca çok çalışıp sevdiğim çocuğun tüm sevgisini kazanmış bulunmaktayım." Okul birincisi çocuğun konuşmasıyla dalga geçerken kollarım arasına almıştım onu.
"Dalga geçiyorsun." Boğuk çıkan sesimle fısıldadığımda başını dahada yaklaştırmış yüzünün kenarındaki püskülü yüzüme düşürmüştü.
"Hayır geçmiyorum. Şimdi benim konuşmamı dinle." Kollarımın arasından çıktığında beni koltuğun üzerine oturtmuş kendiside orta sehpanın üzerine çıkmıştı. Ellerini nazikçe önünde birleştirdiğinde boğazını temizlemiş tam karşısına bakmaya başlamıştı.
"Eve öncelikle tüm sene boyunca çok çalışmadım bunu kabul ediyorum. Tüm vaktimi benden 50 yaş büyük ama benden daha genç sevgilimle geç- kafama geliyordu!" Attığım yastıktan kaçarken olduğum yerden kalmış salonda koşturan onu kovalamaya başlamıştım.
"50 yaş büyük demek." Hala ona bağırırken kafasından çıkardığı kepi havaya atmıştı bile.
"Yahu yalan mı, kaç doğumlusun?" Odasına doğru kaçarken uçuşan cübbesinden yakaladığımda daha fazla kaçamamış kahkahalarıyla kollarımın arasında kalmıştı.
"Bir ejderha tarafından yakalandım ateşiyle yakacak şimdi beni!" Göğsü derin soluklarının etkisiyle inip kalkarken sırtı duvarla buluşmuştu. Kollarını boynuma dolandırdığında parıl parıl parlayan gözlerine baktım. Sıcacık nefesi yüzüme değiyordu şimdi. Göğsümün orta yerine tekme yemiş gibi hissediyordum. Yüzüne dökülen siyah saçlarını geriye ittiğimde bir kedi gibi sokuldu bedenime. Kokusu kokuma karıştı. Salonun loş ışığının yüzünü aydınlattığı kısımları izledim. Her bir zerresine minik kelebek öpücüklerimi bıraktım. Bedenimin her bir yanında gezinen elleriyle kendimi kaybettim. Ten büyü gibiydi. Dudaklarımdan dökülmek için bekleyen beni ölüp ölüp dirilten bir büyüydü. Ve ben bu büyüyle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Her dokunuşunda kendimi kaybederken, her sesinde kafayı yiyecek gibi oluyordum. Dudaklarından çıkacak tek bir cümle bir dizlerimdeki tüm dermanı kesiyordu. Nefesi hem kendine hemde bana can oluyordu. O yüzden onu sadece öptüm. Kuru dudaklarımla güzel dudaklarını sevdim. Her bir zerresine kendi benliğimden bir parça bıraktım. Öperken ruhumu onun dudaklarından gönderdim. O da zevkle kabul etti. İnanın ne yaptım bilmiyorum. Temel bir içgüdüyle hareket ediyordum ancak Ten bu bir sorunmuş gibi davranmadı. Bir kez bile beni yadırgamadı. Ensemdeki saçları sevdikçe sevdi. Mümkünmüş gibi yüzümü yüzünün daha yakınına çekti. Nefes almak istemedim. Sadece onu öpmek istedim. Çıt çıkmayan evimizde sadece Ten'in mırıltıları ve sulu öpüşme seslerimiz vardı şimdi. Kendimi kaybetmemek için hayatımın en büyük mücadelesini veriyordum kaybettiğimden habersiz. Dudakları dudaklarımdan çekildiğinde düşünme işlevini yitirmiş beynimin söylenilenleri algılaması birkaç saniyemi aldı. Ten ne zaman tırmandığını bilmediğim kucağımdan inerken zorlukla yaslandığım bedeninden bedenimi çekmiştim.
"Kapı çalıyor." Hala soluk soluğaydık. Sarhoş olanın Ten olması gerekemez miydi? Kaybetmiştim kendimi.
"Ne?" Boğazımdan bir hırıltı gibi çıkan sesin ardından gülümsemiş üzerini düzeltirken dudaklarıma kaçamak bir öpücük kondurmuştu. Bizim evimizin kapısı çalmazdı. Yani bu saatte gelen kimsemiz olmazdı. Gündüz vakti Bay Seo'nun bazen adamları Ten'in istediği malzemeleri getirirlerdi, onun dışında kimse gelmezdi bize. Göğsümün ortasına kadar çözülmüş düğmelerimi iliklerken bende kapıya ilerleyen Ten'in yanında gidiyordum. Bu gibi durumlarda bir türlü karşı koyamadığım merakım ortaya çıkıyordu. Bu yüzden az önce giden sıcak adımlarını takip ettim. Ten'in üzerimdeki etkisi hala beni darmadağınık göstersede biraz toparlanmış hissediyordum.
"Kim gelmiş Ten?" Sorumun ardından bir çift yaşlı göz beni buldu. Anında yüreğim sıkıştı.
"Benim bir ailem varmış Taeyong." Ailenin ne olduğunu bilmeyen iki kimsesiz kala kaldık o gün kapının ağzında. Yetim, garip, evlatlık ne derseniz diyin. Sevgisiz büyümüş, sevgiyi geç bulmuş iki çocuk olarak oturduk o gün kapı eşiğine. Ten ağladıkça bende ağladım. Kapı açılana kadar her şeyden vazgeçip giden, giderken ardına ufacık not bırakan altınada özenle annen yazan bir kadına ağladı. Bense canımın, can acısına ağladım.

fifty years later. • taetenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin