0.⁶

330 54 3
                                    

"Günaydın Taeyong."
"Bugün ne yemek istersin Taeyong?"
"Biliyor musun Taeyong yine çok güzel gözüküyorsun."
"Bunları imzalaman gerekiyor Taeyong."
"Sana kitap okumamı ister misin Taeyong?"
"İyi geceler Taeyong, sabah yine yanında olacağım."
Doğruyu söylemek gerekirse Ten'le beraber yaşamak hayatımda olabilecek en güzel şeylerden birisiydi. Her yaptığı hareketi hayranlıkla izlemek, özenle düzeltilmiş saçlarıyla her sabah beni uyandırması farklıydı. Kedi gözleriyle gülümserken bana kahvaltıda, öğle yemeğimde ve akşam yemeklerimde eşlik etmesi ufacık yüreğime fazlaydı. Güler yüzüyle lacivert perdelerimi aralaması ardından kocaman gülümseyerek 'Günaydın Taeyong.' diye şakıması Bay Seo'nun benim için yaptığı belkide en büyük iyilikti. Ten sahiden bana verdiği en büyük hediyeydi. Onca maldan mülkten daha kıymetliydi parıldayan gözleri.
Ancak bugün farklı bir şey vardı. Dışarıda yine yağmur yağıyordu. Hava kapalıydı ve Ten hala beni uyandırmaya gelmemişti. Yaklaşık iki aydır aynı olan rutinimi ve içimdeki koca sıkıntıyı önüme koyarsam bir sorun olduğunu anlamam uzun sürmezdi. Ama iyi düşünmek istedim. Belkide beni hala hayatta tutan buydu.
Yatağımdan sarkıttığım ayaklarıma bakarken yavaşça ayaklanmış hemen önündeki koltuktan aldığım kalın hırkamı üzerime geçirmiştim. Bir türlü ısınamamak benim cezam diyebilirdim.
Aralık kapımdan çıktıktan sonra evin içerisinde hafifçe seslendim.
"Ten uyandın mı?" Çıplak ayaklarım soğuk betonun üzerine her bastığında yüreğimdeki sıkıntı daha da büyüdü. Oturma odasına, yağmuru izlediğimiz koridora, toplu mutfağımıza göz attıktan sonra onu hala bulamamak kafayı yemek istememe sebep oluyordu. Yalnız kalmak beni delicesine ürkütüyordu. Huzursuz bakışlarım evin içerisinde dolanırken koridorun başındaki kapısı kapalı odaya döndüm yavaş adımlarla.
Belki hastadır diye düşündüm. Uyanamamıştır diye.
Bir kaç kez kapıya vurduktan sonra ellerim yavaşça kapının kulpunu indirdi. İçimdeki koca sıkıntı dahada büyüyorken gözlerimi aydınlık odasında gezdirdim.
Ten benden çok farklıydı. Çarşafları bembeyazdı. Odası aydınlıktı. Duvarları beyazdı. Benim lacivert yatağımdan ve lacivert perdelerimden koyu duvarlarımdan farklıydı. Bakışlarım kontrolsüzce odada gezdi. Ancak ne dağınık yatağında ne de banyosunda Ten yoktu. Odası bomboştu. Ten dağınık olmamıştı şimdiye kadar hiç.
Sözü vardı bana bırakmazdı beni. Dolan gözlerim görüşümü bulanıklaştırırken derin bir nefes çektim ciğerime. Belki bir şeyler almak için çıkmıştır diye düşünmeye devam ettim. Ancak hep not bırakırdı yanı başıma. Not yoktu, Ten gibi.
"Ne olur bırakmış olma beni." Ciğerime çektiğim her soluk ağırlık yaparken evin zili yankı yaptı boş duvarlarda. Beynimde uğuldadı. Gözlerim açısını kaybetti.
Ten evde yoktu ve benimde kapıyı açabilecek gücüm yoktu. Ağır adımlarımla odasından çıktığımda bir kez daha çaldı zil. Yağmurun ve göğün gürültüsü içimdeki sıkıntıyı dahada alevlendirirken siyah kapının önünde buldum kendimi dakikalar sonra. Zil bir kez daha çaldığında ufak bir ses duydum. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı gibi rahatlatıcı bir o kadar da güzel.
"Benim Taeyong." Kapıyı yavaşça araladığımda anlına yapışmış koyu saçlarıyla kırmızı gözleri sergiledi kendini. Yüzünde sahte bir gülümseme vardı. Elinde siyah bir kutu. Ama o an dikkatimi onlar çekmedi. Bu yağmurda bunca zamandır ıslanmış olması ve kırmızı gözleri canımı sıktı anında. Öylesine kapıda beklerken yumruk şeklinde olan eline vardı elim bir anlık içgüdüyle. Daha fazla ıslanmamasını istemiştim. Yavaşça içeriye çektiğimde kedi gözlerini gözlerimden ayırmamış getirdiği kutuyu yavaşça yere bırakarak kollarını zayıf bedenime dolamıştı.
O an ıslak olduğu için üzerimdeki geceliklerimin ıslanması umrumda olmadı. Soluğunu boynumda hissetmek tüm bedenimi ele geçirmiş gibiydi. Düzensiz nefeslerinin bana sarıldıktan sonra düzene girmesi uyandığımdan beri içimde olan huzursuzluğu birazda olsa dindirmişti. Sırtımdaki elleri sıcacık yaptı o an beni. Sanki her şeyden sakladı. Kimsenin beni görmesine izin vermedi.
"Üzgünüm haber verecek vaktim olmadı." Kısık sesiyle konuştuğunda kollarımı etrafından ayırmış üzerindeki ceketi çıkarması için ona vakit tanımıştım. Belki daha sonra sarılmaya devam edebilirdik?
"Gittin sandım." Yüzündeki gülümseme genişlerken avucunu yavaşça yanağıma yaslamıştı. Kalbim çıldıracak gibi olmuştu. Ciğerlerime çektiğim hiçbir soluk yeterli gelmiyor, midem çalkalanıyordu. Ten bana ne yapıyordu bilmiyorum ama bundan rahatsız değildim. Hep kendimi onun yanında istemekten geri alamıyordum kendimi. Onu kaybetmekten korkuyordum.
"Ben seni bırakıp asla gitmem Taeyong ama üzgünüm.." Sesi sona doğru çatallaşırken istemsizce çattığım kaşlarımla ona bakıyordum. Yüreğim sıkışıyordu şimdi. Avuçlarım terliyordu. Başka şeyler vardı biliyordum.
"Bay Seo daha fazla dayanamadı Taeyong. Sabaha karşı 5'te kaybetmişiz onu. Ben üzgünüm." Gözlerinden dökülmeye başlayan birkaç damla yaş sonrası titreyen ellerimle öylece kalmıştım. Bunu kaldırabilir miydim emin değildim. Dizlerim beni taşımıyordu, gözlerim etrafı seçemiyordu, kulaklarım işitmiyordu sadece dikiliyordum öyle. Dizlerimin daha fazla beni taşımayacağını anladığımda oturdum yere. Ten'in üzerinden süzülen yağmur damlaları vardı ancak hissedemedim o an.
Bay Seo bu hayatta birkaç kez gördüğüm bir insandı ancak bana babamdan daha çok babalık yapmış annemden daha çok şefkatle saçımı sevmişti. Ölümü ne kadar kaldırabilirdim emin değildim. Titreyen ellerim soğuk avuçlarla sarmalandığında ancak Ten'in acısının farkına varabilmiştim. Öz olmasada babasıydı Bay Seo onun. Benim onu teselli etmem gerekirken onun beni teselli etmesi tuhaftı. Yanlıştı.
"Ten ben üzgünüm, baban..." Yüzüne yerleştirdiği sahte gülüşle parmaklarını yüzüme çıkardığında kısılmış sesiyle konuşmaya devam etti.
"Burda önemli olan ben değilim Taeyong. Hasta olacaksın üzerin ıslandı." İşte o an beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Nasıl bunu söyleyebilirdi. Kendini nasıl bu kadar hiçe sayabilirdi. Kızdım hatta kaşlarım çatıldı. Kırıldım. Kendini görmeyişine.
"Benim yanımda gizlenmek zorunda değilsin Ten. Uyandığım gün söylediklerini hala hatırlıyorum, sen bana siyah olma Ten!" Sözlerimin ardından yüzündeki sahte gülüş hızla düşerken oturduğu yerden kalkmış ellerini bana uzatmıştı.
"Benim yanımda beyaz ol Taeyong demiştim. Bende unutmadım Taeyong." Uzattığı elleri havada kalınca yavaşça çekmiş derin bir nefes vermişti dışarıya.
"Pekala ben üzerimi değiştireceğim etraf fazla ıslandı." Babasıydı Bay Seo onun nasıl bu kadar sakin kalabilirdi. Ben bile mahvolmuştum.
Geldiğinde bıraktığı siyah kutuyu hafifçe açtığımda içinde gördüğüm siyah takımlarla canım dahada yanmıştı.
Sonbaharda son yaprağını dökmüş ağaç kadar çaresiz hissediyordum. Yolunu kaybetmiş göçmen kuş kadar çaresiz hissediyordum. Gözlerimden dökülen yaşları elimin tersiyle sildiğimde oturduğum yerden ellerimle destek alarak kalkmış üzerimdeki ıslanmış geceliklerimi değiştirebilmek için koyu odama girmiştim. Belkide ona vakit tanımam gerekiyordu. Ten'i tanımıyordum. Bunu söylemek ne kadar üzücü olsada kabul etmekten başka çarem yoktu. O benim hakkımda her şeyi biliyorken ben onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu canımı yakıyordu.
Tüm gün içerisine gömüldüğüm yatağımdan ayaklarımı uzattığımda bir süre toparlanmak için bekledim. Duygusal geçen birkaç saatten sonra dönen başımın bana hiç yardımı olmayacağını anladığımda ayaklarımı mutfağa doğru yönelttim. Doktorların kesin talimatı bedenimi halsiz düşürmemem gerektiğiydi. Ancak acısı olduğunda insan hiçbir şeyin farkında olmuyordu. Ben ise gözlerim patlayacak kadar ağrıyana kadar fark etmedim. Ağır adımlarım evin içerisinde dolanırken kulağımda ufak hıçkırıklar doldu. Sabah korkuyla açtığım kapıyı yine korkuyla aralarken yüreğim yine aynı ritimde çıldırıyordu. Avuçlarım terliyordu. Ama bu sefer onu bulabildim. Kırmızı gözleriyle bembeyaz çarşafının içerisinde kaybolmuş kırmızı yüzüyle bile parlayan Ten'i buldum.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Belki sadece kapıyı kapatıp çıkmalıydım ama yapamadım. Kapıyı ardımdan kapatıp ne diyeceğini umursamadan yanına uzandım. Gözleri önce şaşkınlıkla baksada açtığım kollarımın arasında kaybolması birkaç saniyeden kısa sürdü.
"Benim yanımda pembe olmana gerek yok Ten. Neysen o ol. Acını yaşa, mutluluğunu yaşa. Ama beni atlama. Kendini yok sayma. Yalvarırım." Yorgun düşüp uyuyana kadar sardım onu kollarımın arasında. Güneş yeniden doğana kadar saçlarını sevdim.
Bay Seo'nun aciz ruhuna saatlerce huzur diledim. Ten'i bana verdiği için teşekkür ettim. Bundan sonra her şeyin farklı olacağını bildiğim bir yarına gözlerimi kapattım. Kollarımın arasında Ten'le beraber.

fifty years later. • taetenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin