İnsanların en zayıf noktası, zaaflar.
Zihninizi dikenli bir tel örgü gibi saran, fikrinize düştüğü andan itibaren mantık fonksiyonlarınızın bir anda anlamsızlaştığı, o an için olgun ve mantıklı düşünen tarafınızın, en ilkel duygularınızca, ufacık bir acıma belirtisi göstermeden dahi bir kenara fırlatıldığı kilit noktanız.
Öyle bir kilit nokta ki, hayır kelimesi anında işlevsizleşir, bir anda reddedişlere fransız kalırsınız. Derinlerde bir yerde, zaafınızın etkisinde yaptığınız her şeyin, size olmadık bir zamanda hatırlatılmak için, göz bebeklerinizi bir sinema perdesiymiş gibi kabul edilip, yeniden yansıtılmak üzere doğru zamanı bekleyen beyniniz tarafından kayıt edildiğinin farkındasınızdır ama nafile.
Zaafınız sizin yanınıza oturmak için centilmen tavrıyla sandalyesini çektiği zaman, gerçekler önemsenmez.
Olumsuzluklar gizlenir, siz henüz gözlerinize inen yalancı örtünün varlığını hissedemeden en büyük yanlışınız, hayatınızın en asil kararına bürünür. İlk insan, aynı zamanda ilk günahkarlardan olan Adem ve Havva'nın şehveti üzerinizdedir. Şeytan usulca kulağınıza fısıldar, zevkin verdiği pelte kıvam da sizinleyken, dağ boyunu aşmaya yüz tutan hatalarınız kaçınılmaz olur.
Kimi için bir uzuv, kimi için bir söz, kimi içinse bir tını dahi zaaf sayılabilir. Ancak zaaf, varlığını başka bir ruh ile sürdüyor ise, onun ezici gücü, bambaşka bir boyuta evrilir.
Bu konuşmanın devamını sonra getiririz, çünkü ben hayatımda ilk defa, iliklerime kadar nüfuz eden gücü hissedebiliyordum artık.
Tam da şu an, kendimi yaka paça attığım daireden, akmasına engel olamadığım yaşlarım çenemden bir bir terk ederken beni, kalbimin sıkıştığını, tabiri caizse, göremediğim bir varlığın altında durmadan eziliyor gibi hissediyordum. Ayaklarım kontrolümün tamamen dışında, gelişimin aksine hiçbir endişe emaresi taşımadan asansörden indiğim gibi sitenin çıkışına doğru sürüklüyordu beni. Kapüşonum esen rüzgarın etkisiyle saçlarımın üstünü terk ettiği vakit, güvenlik görevlisinin endişeli bakışlarının hedefi olduğum ana denk geliyordu.
İsmim bir başkasının dudaklarından döküldüğü zaman durmamış, bedenim sanki uyarılmışçasına titremiş ve koşmaya başlamıştı bu sefer. Kaçıyordum buradan. Ondan, onun evinden, onun bekçisinden son hızımla kaçıyor, nereye gittiğimi zerre kadar bilmiyor, ama durmuyordum da. Botlarım yer yer kaldırımda birikmiş su birikintilerini dövüyor, tanımadığım binlerce sima sonsuza değin unutulmak üzere geride kalıyordu.
Nefesimin kesildiğini hissederek durduğumda, beni daha fazla taşıyamayan bacaklarım orta yerinden kırılan bir kraker gibi bükülerek dizlerimin üzerine düşürmüştü beni. Avuç içlerimi yıpranmış zemine dayadığımda kendime gelmek ve nefes alış verişlerimi düzenlemek için bir süre öne eğilerek beklemiş, ancak neredeyse patlayacakmış gibi atan kalbim yüzünden bekleme sürem oldukça uzamıştı. Dahası, bir anda bastıran uykum da kaldırıma yatmak istememe sebebiyet veriyordu.
Zorlukla doğrulduğumda, deli gibi titreyen ellerimi montumun cebine sokarak telefonumu çıkartmıştım. İyi değildim. Düşünemiyordum. Bu şekilde bırakın yürümeyi, evimin yolunu bile hatırlayıp geri dönemezdim. Öylesine telaşlı, öylesine dalgın ve aynı zamanda öylesine titriyordum ki ekranıma düşen yazılar buğulu bir cam misali görünüyordu. Bakıyor ama okuyamıyordum.
Favorilerime kayıtlı olan en yakın arkadaşımın ismine tek bir saniye dahi düşünmeden bastığımda telefonu kulağıma götürmüş, güç bela yutkunarak konuşmak için hazırlamıştım kendimi.
"Ulan Jungkook, ödün kopuyor değil mi evini temizlemeyeceğ-"
"Jimin," hırıltıya yakın kirli sesim, hattın karşı tarafındaki çocuğun sözünü bölerken, düştüğüm halin şaşkınlığını üzerimden atıp konuşmaya devam ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
shiraz | taekook
Fanfiction"Belki hemen şimdi mahzene ineriz ve hangi şarap tenime daha iyi gider bana gösterirsin." @ahtaepot