4. BÖLÜM ANKARA

348 111 45
                                    

Masum bir kız çocuğunun gözlerinde gizliydi acılar, sesinin tınısında gizliydi kırgınlık ve zihinlere kazınmıştı terk edilmişlik.

Yeni insanlar, yeni mahalle, yeni ev; kısacası yabancısı olduğum bir şehre yolculuk ediyordum. Dün gece ki konuşmamızdan sonra hiçbir konuşma geçmemişti aramızda. Sabah ki konuşmamızda uçağın saat kaçta olduğu ile alakalıydı. Aramızdaki sessizlik, bir notanın en gürültülü notasıydı.

Dışarıda yağan yağmur giderek şiddetini arttırıyordu. Cama vuran yağmur taneleri aşağı doğru süzülüyordu. Sabahın ilk ışıklarında kahvaltımızı yaptığımız gibi çıkmıştık evden. Okulumuzu dondurmuş Hasret'e haber vermeden çıkmıştık yola. Yanımıza aldığımız tek şey üzerimizde ki kıyafetler ve ikimizin de ayrı sırt çantalarına koyduğu kıyafetlerdi. Her şeyimi geride bırakıp yabancısı olduğum bir şehre yolculuk ediyordum. Yanımda oturan, tanıyorum dediğim insan bile bana yabancıyken başka bir şehir mi bana yabancı olmayacaktı? Klimadan yayılan sıcaklık ile mayışmış bir şekilde oturduğum koltuğa iyice yayılmıştım. Radyodan gelen haberler artık aramızdaki sessizliği bozan tek sesti. Nefes alışverişlerimiz bile sessizdi.

Ait olduğun, alıştığın bir yerden tanımadığın, bilmediğin bir yere gitmek bana yabancı gelen bir hissiyattı. Gitmek istemiyordum ama bu oyun için gitmek zorundaydım. Ankara nasıl bir şehirdi acaba? Çabuk alışabilir miydim yabancı şehre. Gençlik yıllarım söylenilen holdingde söylenilen görevleri yerine getirmekle geçecekti. Birinci görevim holding ile alakalıydı, peki ya diğer iki görevim; onlar nasıl olacaktı? Sınırı aşacak görevler mi olacaktı yoksa yaşıma uygun ve benim kaldırabileceğim görevler mi olacaktı? Belirsizliğe doğru sürükleniyorum ve bu belirsizlikten kurtulamıyordum. Yusuf'un kardeşlerinin onu kuyuya atması gibi bende kuyuya atılmıştım. Benim atıldığım kuyu sonu görülmeyen dipsiz kuyu, Yusuf'un kuyusu sonu görülen belirli kuyu. Sonu görülmeyen kuyudan gittikçe gidiyordum ve sonu görülmüyordu. Birden bir ceset görüldü dipsiz kuyuda. Bu ceset geçmişin yara izlerini taşıyan bir ceset. Bu ceset Âdem'in suçsuz yere öldürülen oğlu Habil'in cesedi. Bu ceset günahsız masum bir kız çocuğunun cesedi. Ve bu ceset bana ait olan bir ceset. Cesedim çürümeye yüz tutmuştu. Kuyudan alınıp gömülmeyi bekliyordu. Cesedimin leş kokusu artık kuyunun duvarlarına sinmişti ve koku etrafa saçılıyordu adeta. Koku bir kasabayı saracak kadar çoğaldı günden güne. Durdular, ellerinde cayır cayır yanan meşale ile kuyuya yaklaştılar. Ellerindeki meşaleleri kuyuya attılar ve benim acı çığlıklarım eşliğinde kuyunun yanışını zevkle seyre daldılar. Oysaki gömülmeyi bekliyordu o ceset. Ateş büyüdükçe insanlar daha çok zevk almaya başladılar. Gittiler. Arkalarında yanan, acı çığlıklarla kurtarılmayı bekleyen cesede sırtlarını dönüp gittiler.

"İnci!" kükreyen bir ses ile oturduğum yerden sıçradım. Şaşkın ve kokak bakışlarımı öfkeden yanan kahverengi gözlerin sahibine çevirdim.

"N-ne oldu?" sesim fazlasıyla titrek çıkmıştı.

"Ne mi oldu? Sabahtan beri kaç kere sana sesleniyorum duymuyor musun?"

"Hayır, duymadım. Dalmış olamaz mıyım?"

"Nereye daldın ki böyle sabahtan sana seslenmeme rağmen duymuyorsun?" gözlerindeki öfke tomurcukları yerini soru işaretlerine bırakmıştı. Anlık değişen ruh hallerine çoğu zaman ayak uyduramıyordum gerçekten. Yedi yıldır tanıyorum dediğim kişi bir anda nasıl yabancılaşmıştı bana, anlam veremiyordum doğrusu. Bu oyun olayını bildikten sonra farklı bir ruh haline bürünmüştü. Yağmur durmuş yerini serin ve açık havaya bırakmıştı.

"Ne oldu? Neden seslendin?" deyip konuyu değiştirdim hemen.

"Havaalanına geldik. İn hadi." deyip el frenini çekip indi arabadan. Konuyu değiştirmeme takılmamıştı. Montumun şapkasını kafama geçirip indim arabadan. Arka koltuktan çantamı da alıp girişe doğru ilerledim. Hava biraz soğuk olduğu için montumun fermuarını çekip ellerimi cebime koydum. O sanki bu durumdan etkilenmemiş gibi girişte elleri montunun cebinde, sırtında çantası ile duruyordu. Sırtındaki sırt çantası tuhaf bir hava katmıştı ona. İlk defa onu sırt çantası kullanırken görüyordum. Okula gelirken kitap ve sırt çantası getirmezdi çünkü kitaplarını her zaman okulda bırakırdı.

PİNHANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin