five

188 27 82
                                    

conan gray, heather

*

Doğum günlerimi kutlamayı on yaşında bıraktığımı hatırlıyorum, bir pastanın üzerine mum dikip dilek dilemenin sahteliği sinirlerimi bozardı. Sanki doğduğun günün hatrına Tanrı o gün seni duyacaktı. 

Belki de çevremdekilere yaptığım en büyük bencilliklerden birisi doğum günlerinde gözlerimi ve kulaklarımı onlara kapatmamdı. Bana yapılmaya çalışılan onca sürpriz doğum günlerini başlarına yıkmamdı. Bazen doğum günlerim geldiğinde ben bile fark etmezdim, takvimde doğum tarihim işaretli olmazdı. İyi dileklere cevap vermezdim, ben o günü kutlamamak için elimden gelen her şeyi yaparken insanlar sanki gözüme sokmak ister gibi kısa mesajlar yollar, kutlamak için can atarlardı.

Bugün benim doğum günümdü ve bana bugünü hatırlatacak kimse olmamasına rağmen aklımda yalnızca bugüne özel şeyler dönüyordu. Sekiz muma yetmeyen nefesime başka solukların yardımı, örümcek adamlı pastam olsun diye geceleri ağlamalarım, hediyelerime sarılarak uyumam. En sevdiğim hediyeleri hep dolabımın arkasına iterdim. Bozulur, kırılır, yırtılır, eskir diye. 

Sonra bana kırıldıklarını fark ettim. Kırmızı uçurtma eskidi. 

Yalnız değildim, yalnızlaşmaya çalışırken etrafa saçılan bir aptaldım. Kendimi kaybetmiştim. Basit bir tarihe anlam yüklememeye çalışırken aslında herkesten çok anlam yüklemiştim, belki de o günlere olan sinirim bu yüzdendi. Yaşadığım zihinsel karmaşa beni bitkin düşürürken, bugün parka gitmemeye karar verdim.

''Bencilsin.''

''Sende öyle.''

Doğum günü mesajları, tanıyanların kısa dilekleri, hiçbiri. Bugün hiçbiri yoktu. O zaman neden üzgündüm? Neden zihnim bu kıyamete ev sahipliği yapıyordu, neden susturamıyordum kafamdaki sesleri?

Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken bir anda kendimi dışarı attım, parka gitmeme kararımı unutmuş gibi hızlı adımlar atıyordum. Zihnim bulanıktı, üzgündüm ve üzgün olmayı yine kendime yediremiyordum. Parka on dakikalık bir sürede geldiğimde onu en son bıraktığım gibi gördüm, gözleri yine kapalıydı. Huzurlu gözüküyordu. 

Bu sefer düşünmeden kendimi ağacın diğer tarafına attığımda içimden sanki sırtımı onun sırtına yaslıyormuş gibi düşündüm, aramızda ağaç yokmuş gibi. 

''Aldığım papatyalara karşı papatya bırakmalıydım belki ama ben gülleri daha çok severim.''

Konuşmasıyla irkilsem de bir süre cevap vermedim. ''Ben bütün çiçekleri severim.'' dedim sonra. Kendi sesim bile kulağıma çok üzgün gelmişti. ''Çiçekleri seven birisi bana bir keresinde güllerin en kusurlu çiçekler olduğunu söylemişti.''

''Neden?'' diye sordu alçak sesiyle. 

''Kimse dokunamadığı için güle, dikeni bıçak olup da saplanıyormuş kendisine.'' 

Bunu yeni öğreniyorum.

Bana anlatılan her şeyi yeni anlıyorum.

''Üzgün olduğumda, kalbim kırıldığında, sinirlendiğimde ya da kendimi anlamadığımda çevreme zarar verdim. Çocukken benden küçük bir çocuğa çelme taktım gözünü açsın ve hayal dünyasından çıksın diye, yıldızlara dokunmak istediği için ona kızdım görmekle yetinmiyor diye. Hep birilerini suçladım.'' Cebimdeki papatyaları aldım avuçlarıma. ''Birçok sebebe rağmen bırakmadı beni, elimi tuttu ve bana yalanlar söyledi. Bana gökyüzünü anattı.'' Durdum. ''Sen hiç görmediğin bir yeri başkasına böyle güzel anlatabilir misin?''

Burnumu çektim sinirle, ben mi yalnızlaşmıştım yoksa yalnız mı bırakılmıştım? Bunun cevabını veremiyordum. ''Bana sözler verildi, belki tutulması zordu ama verenler hep sözlerini tutardı,'' dedim kırgınlıkla. Bazen yukardaki gökyüzünü bile kabul edemezdim, perdeleri çeker gözlerimi kapatırdım. Şimdi fark ediyordum da, ben birçok şeye gözlerimi kapatıyordum. 

''Sözlerin çoğu tutuldu...''

Yapabileceklerim sınırlıydı, hep sınırlı oldu. Tek başınasın, üzgünüm.

''Sonra?''

Elini bırakıyorum.

''Elimi bıraktı.''

Ben de sözlere bir daha inanmadım.

trouvailleHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin