2

242 5 0
                                    

BİZİ THURMOND'A GETİRDİKLERİ GÜN YAĞMUR YAĞIYORDU VE yağmur ne o hafta ne de
bir sonrakinde bir türlü dinmek bilmedi. Dondurucu yağmur, hava beş derece daha soğuk olsa kar
olarak düşecekti yeryüzüne. Yağmur damlalarının okul servisinin camında bıraktıkları o aceleci ve
telaşlı rotaları izlediğimi hatırlıyorum. Evde ya da ebeveynlerimden birinin arabasında olsam parmak
uçlarımla soğuk camda bıraktıkları o belirsiz izleri takip ederdim. Fakat şimdi ellerim arkamda
bağlanmış; siyah üniformalı adamlar dördümüzü bir koltuğa sıkıştırmıştı. Nefes alacak yer bile yoktu
neredeyse.
Yüz küsur bedenden çıkan sıcaklıkla otobüsün camları buğulanmış, dış dünyayla aramıza âdeta bir
perde gerilmişti. Çocukları taşıdıkları bu sapsarı otobüslerin camları daha sonra siyah boyayla
kaplanacaktı. Ancak bu henüz akıllarına gelmemişti.
Beş saatlik yolculuk boyunca cama en yakın oturan ben olduğumdan yağmurun izin verdiği
zamanlarda seçebiliyordum geçtiğimiz yolları. Yine de her yer birbirinin aynıydı sanki. Yemyeşil
çiftlikler, yoğun ağaçlık alanlar... Hâlâ Virginia’da bile olabilirdik. Yanımda oturan ve sonradan Mavi
olarak sınıflandırılacak olan kız, bir ara bir tabelayı tanır gibi oldu. Tabelayı daha iyi görebilmek
için cama doğru eğildi. Yüzü hiç yabancı değildi. Sanki onu bizim kasabada görmüştüm ya da bir
sonrakinde. Yanımdaki çocukların hepsinin Virginialı olduğunu düşünsem de bundan emin olmanın
bir yolu yoktu. Çünkü otobüste tek bir kuralımız vardı: Sessizlik.
Önceki gün gelip beni evimden aldılar. O geceyi diğer çocuklarla birlikte bir depoda geçirdik. Oda
yapay bir şekilde aydınlatılmıştı. Hepimizi yerdeki pis çimento yığınına oturttuktan sonra
projektörleri üzerimize çevirdiler. Uyumamız yasaktı. Gözlerim toz yüzünden o kadar sulanmıştı ki
bırak ışıkların ardında bizi izleyen askerlerin yüzlerini, etrafımdaki nemli ve solgun yüzleri bile
seçemiyordum. Tuhaf bir şekilde cinsiyetlerini ayırt edemiyordum zihnimde. Uyku ile uyanıklık
arasındaki o gri belirsizlikte süzülürken onları ufak ve korkutucu parçalara bölüp inceledim:
ayakkabı cilasının petrolümsü kokusu, deri bir ceketin gıcırtısı, dudakların tiksintiyle kıvrılışı ve beni
uyandırmak için belimi tekmeleyen botun ucu.
Ertesi sabahki yolculuğumuz, asker telsizlerinin vızıltıları ve otobüsün arka tarafında ağlayan
çocukların hıçkırıkları dışında sessizdi. Bizim koltuğun diğer ucunda oturan çocuk altını ıslatmıştı
ama bunu yanı başında dikilen kızıl saçlı PÖK askerine söylemeye hiç niyeti yoktu. Çünkü kadın,
bütün gün bir şey yemediğini söyleyerek sızlanan çocuğu daha önce bir kez tokatlamıştı.
Bacaklarımı hareket ettirmemeye çalışarak ayaklarımı kıpırdatıp esnettim. Açlık benim de başımı
döndürüyor, arada bir içimdeki dehşeti bile bastıracak şekilde kendini gösteriyordu. Odaklanmak
zordu. Hareket etmeden oturmaksa daha da zor. Oturduğum yere gömülüp yok olana dek küçülmeye
başladığımı hissediyordum. Ellerim, uzun süre aynı pozisyonda bağlı kaldığından artık tamamen
uyuşmuştu. Etrafına dolanan plastik ipi gevşetmeye çalışmaksa ipin yumuşak deriye daha çok
saplanmasından başka bir işe yaramıyordu.
Psi Özel Kuvvetler. Bizi depodan almaya geldiklerinde böyle demişti otobüsün şoförü, kendisi ve
arkadaşları için. Psi Özel Kuvvetler komutanı Joseph Traylor’ın emri üzerine bizimle geleceksiniz.
Bunu kanıtlayacak bir belge de göstermişti bize. Sanırım doğruyu söylüyordu. Hem zaten
yetişkinlerle tartışmamam gerektiği öğretilmişti bana.
Otobüs, dar yoldan çıkıp toprak yola girerken eğim de arttı. Bu ani eğimle birlikte oluşan sallantı,
uyuyabilecek kadar şanslı ya da yorgun olanları anında uykularından uyandırmıştı. O sırada siyah
üniformalılar da görevlerinin başına döndüler. Kadınlar ve erkekler şimdi daha da dik dururken tüm
dikkatler ön cama çevrilmişti.
Önce tel örgüleri gördüm. Kararan gri gökyüzü her şeyi boğucu bir laciverte boyasa da o, hâlâ
seçilebiliyordu. Rüzgâr, aralıklarından geçip uğuldarken o, gümüş rengiyle kendini belli ediyordu.
Camımın altında, üniformaları içindeki düzinelerce kadın ve erkeğin tempolu bir şekilde otobüse
eşlik ettiğini görebiliyordum. Kapıdaki kontrol noktasında duran PÖK askerleri biz geçerken şoförü
selamladılar.
Otobüs ani bir sarsıntıyla durdu. Kampın kapıları arkamızdan kapandığında hepimiz ölümcül bir
sessizliğe gömüldük. Kapının kanatlarındaki kilitler bir araya gelirken sessizliğin içinde bir gök
gürültüsü gibi çatırdadı. Bu kapıdan geçen ilk otobüs bizimkisi değildi. Ve sonuncusu da biz
olmayacaktık. Her şey bir yıl önce başlamıştı. Kampın kapasitesi en üst limitine ulaşana dek, yani üç
yıl boyunca bu seferler böyle sürüp gitti.
Siyah yağmurluklu bir asker, otobüse adımını atmadan önce içeride kimseden çıt çıkmıyordu.
Şoförün uzanıp el frenini çekmesiyle birlikte buranın bir mola yeri olacağına dair tüm umutlarımız
da suya düşmüş oldu.
Adam oldukça iriydi. Hem de bir filmde kötü bir devi ya da bir çizgi filmde kötü bir karakteri
canlandıracak kadar iri. PÖK askeri kapüşonunu çıkarmamış; böylece yüzünü, saçlarını ve onu daha
sonra hatırlamama izin verecek her şeyi gizlemişti. Sanırım bunun bir önemi yoktu. Kendi adına
değil, kamp adına konuşuyordu.
"Ayağa kalkıp otobüsten düzenli bir şekilde aşağı ineceksiniz," diye bağırdı. Şoför ona mikrofonu
uzatmaya çalışıyordu ama o, elinin tersiyle aleti iterek yere düşürdü. "Onarlı gruplara ayrılacak ve
testlere alınacaksınız. Kaçmaya çalışmayın. Konuşmayın. Sizden istenenden başka bir şey yapmayın.
Bu kurallara uymayanlar cezalandırılacaktır."
Benden küçük birkaç çocuk olsa da on yaşındaki hâlimle muhtemelen bu grubun en
gençlerindendim. Çoğu on iki, belki on üç gösteriyordu. Askerin gözlerinden saçılan nefret ve
güvensizlik, beni ürkütse de benden büyük diğer çocuklarda bu yalnızca bir isyan duygusunu
ateşlemişti.
"Git, kendini becer!" diye bağırdı arka sıralardan biri.
Hep beraber o yöne döndüğümüzde, yanında dikilen, alev kızılı saçları olan askerin tüfeğinin
kabzasını gencin ağzına indirdiğini gördük. Çocuk acı bir çığlık attı ve kadın ikinci darbeyi
indirdiğinde büyük bir şaşkınlık içinde kalakaldı. Çocuk öfkeyle solumaya çalışırken ağzından
dökülen kanlar etrafa saçılıyordu. Elleri arkasında bağlı olduğundan bu saldırıyı savuşturması
mümkün değildi. Öylece durup bu işkenceye katlanmaktan başka bir çaresi yoktu.
Dörderli olarak koltuklarda oturan çocukları sırayla aşağı indirmeye başladılar. Benim gözlerimse
hâlâ sessiz ve zehirli öfkesiyle çevresindeki havayı dağıtmaya çalışan o çocuğun üzerindeydi. Ona
baktığımı hissetti mi bilmiyorum ama dönüp gözlerimin içine baktı. Başını beni cesaretlendirmek
istercesine aşağı yukarı salladı. Çocuk gülümsediği anda görebildiğim tek şey, kanla kaplanmış
dişleriydi. Yerimden kaldırılarak sürüklendiğimi hissettim ve daha ne olduğunu bile anlayamadan,
yağan yağmurun altında, ıslak otobüs basamaklarından tepetaklak aşağı düşerken buldum kendimi.
Beni yerden kaldıran bu defa farklı bir askerdi. Benim yaşlarımdaki iki kızın yanına yönlendirildim.
Kızların kıyafetleri, sanki yaşlanmış bir cilt gibi şeffaf ve sarkık bir biçimde bedenlerini sarmıştı.
Yaklaşık yirmi PÖK askeri, dışarıda küçük sıralar hâlinde dikilen çocukları hizaya sokuyordu.
Ayaklarım tamamen çamura saplanmıştı. Pijamalarımın içinde tir tir titriyordum fakat bu kimsenin
umurunda değildi. Bileklerimizdeki plastik ipleri kesmeye bile kimse gelmemişti. Dilimizi tutup
sessizce bekledik. Yüzümü gökyüzünden dökülen damlalara çevirerek bulutlara baktım. Sanki
gökyüzü binlerce parçaya ayrılmış, üzerimize yağıyordu.
Yüzü dağılmış olan çocuğun da içinde bulunduğu son dörtlü grup otobüsten aşağı sürüklenmişti.
Uzun, sarışın ve ölü balık gibi bakan bir kızın ardından otobüsten en son inen o olacaktı. Yağan
yağmur ve buğulu otobüs camlarından çok net seçemesem de kız daha ilk basamaktayken, çocuğun
öne doğru eğilip onun kulağına bir şey fısıldadığından emindim. Kız çenesini hızlıca kaldırarak
onaylamış ve ayakları çamura değdiği anda da sağa doğru koşarak en yakındaki askeri alt etmeyi
başarmıştı. Askerlerden biri ürkütücü bir şekilde, "Dur!" diye haykırsa da kız kapılara doğru
koşmaya devam etti. Herkes dikkatini ona verdiğinden kimsenin aklına otobüsteki çocuğa bakmak
gelmemişti. Benim dışımda kimsenin. Çocuk kana bulanmış beyaz kapüşonlusuyla sinsice
merdivenlerden iniyordu. Kabzasını suratına indirip yüzünü dağıtan PÖK askeri de ona eşlik
ediyordu. Parmaklarını çocuğun dirseğine kenetleyişini gördüğüm anda, az önce bu kenetleyiş
yüzünden berelenen kolumun acısını hissettim bir kez daha. Çocuk, oldukça sakin bir ifadeyle dönüp
kadına bir şeyler söyledi.
Askerin çocuğun kolunu bırakışını, silahını kılıfından çıkarışını ve tek bir kelime bile etmeden -
gözünü bile kırpmadan- silahı kendi ağzına sokarak tetiği çekişini izledim.Binlerce kez yavaşlatılmış
bir film gibi geçiyordu görüntüler gözlerimin önünden.
Ben mi çığlık attım yoksa bu boğuk ses ne yaptığının son anda farkına varan kadından mı çıktı
bilmiyorum. Pembe ve bulanık kan patlamasından ya da otobüse yapışan bir saç tutamından çok;
yüzünün, dağılmış çenesinin, yuvalarından fırlayan gözlerinin ve birden gevşeyen cildinin dalgalanan
görüntüsü daha fazla kazındı zihinlere.
Yanımda duran çocuk bayılarak yere serildiği anda çığlık atmayan tek bir çocuk bile kalmamıştı
ortalıkta.
Kendini vuran asker yere yığıldığı an, kız da kıskıvrak yakalanmıştı. Yağan yağmur, kadının kanını
otobüsün camlarından ve sarı panelinden aşağı doğru akıtırken, şişen kalın çizgiler uzamış ve bir süre sonra tamamen ortadan kaybolmuştu. İşte her şey bu kadar hızlı gelişmişti.
Gözlerini bize dikmiş olan çocuk, "Koşun!" diye haykırdı kırık dişlerle dolu ağzından kanlar
saçarak. "Ne bekliyorsunuz? Koşsanıza!"
Benim aklımdan geçense Kimsin sen? ya da Bunu neden yaptın? değildi.
Düşündüğüm tek şey, gidecek başka bir yerimin olmadığıydı.
Çocuğun bu eylemi öyle bir panik dalgası yaratmıştı ki... Otobüsü havaya uçurmuştu sanki.
Çocuklardan bazıları onun sözünü dinleyip tel örgülerden atlamaya yeltenirken, karşılarına gökten
yağıyormuşçasına siyah üniformalı askerler çıkıyordu. Çoğu ise yağan yağmurun altında, ayakları
çamura saplanmış bir hâlde oldukları yerde duruyor ve durmadan çığlıklar atıyorlardı. Bir kız
omzuma çarpıp beni yeri sererken, askerlerden birinin hâlâ merdivenlerde dikilmekte olan çocuğa
yöneldiğini gördüm. Askerler, yere oturup kıpırdamadan durmamızı emrediyorlardı. Bana söylenen
neyse onu yaptım.
Birinin telsizine, "Turuncu!" diye bağırdığını duydum. "Ana kapıda acil bir durum yaşanıyor. Bir
Turuncu için yardımcı kuvvetlere ihtiyacım var..."
Bizi yeniden ayağa kaldırıp yüzü dağılmış olan çocuğu yakaladıklarında başımı kaldırmaya cesaret
edebildim ancak. Ve o anda, korkudan ölmek üzereyken bunu yapabilen tek kişinin o olup olmadığını
düşünmeye başladım. Yoksa çevremdeki herkes, etraflarındaki insanların kendilerine böyle zarar
vermelerine yol açtıkları için mi buradaydı?
Ben değilim, diye geçti aklımdan hızla, ben değilim, bir yanlışlık yaptılar, bir yanlışlık olmalı...
Göğsümün orta yerinde böylesi bir boşlukla düşüncelere dalmışken askerlerden birinin eline bir
sprey boya alıp çocuğun sırtına kocaman, turuncu bir X işareti yaptığını gördüm. Çocuk, ancak iki
PÖK askeri ağzının üzerine tuhaf, siyah bir maske takınca susmuştu. Sanki vahşi bir köpeğe ağızlık
takıyorlardı.
Gerilim, ter gibi tüm vücudumu kapladı. Oluşturduğumuz sıraları, bizleri kategorize edebilmek
için revire yönlendirmişlerdi. Revire doğru yürürken, çıktıkları derme çatma kulübelerden diğer
yöne doğru yürüyen başka çocuklar da gördük. Hepsi beyaz üniforma giymiş; sırtlarında farklı
renklerde X’ler ve üzerlerinde birer rakam taşıyorlardı. Beş farklı renk gözüme çarptı: yeşil, mavi,
sarı, turuncu ve kırmızı.
Yeşil ve mavi X'li olanların, ellerini kollarını sallayarak serbestçe yürümesine izin verilmişti. Oysa
sarı, turuncu ve kırmızı işaretli olanlar, el ve ayaklarındaki metal kelepçelerle çamurda bata çıka yol
almaya çalışıyorlardı. Turunculu çocukların yüzlerinde de aynı ağızlıktan vardı.
Aceleyle kapısındaki kâğıtta REVİR yazan, o parlak ışıklı ve havası kuru odaya alındık. Uzun
koridor boyunca sıralanan doktorlar ve hemşireler, çatık kaşları ve iki yana salladıkları başlarıyla
bizi izliyorlardı. Siyah beyaz karolarla bezenmiş zemini yağmur ve çamur nedeniyle
kayganlaştığından, kayıp düşmemek için büyük bir çaba harcamam gerekmişti. Burnumdaysa yoğun
bir ispirto ve limon kokusu vardı.
İçinde sıra sıra boş yatakların ve pörsümüş, beyaz perdelerin olduğu ilk katın arka tarafındaki koyu
renkli beton merdivenlerden teker teker yukarı çıkartıldık. Ne bir Turuncu. Ne de bir Kırmızı.
Cesaretimin kırıldığını hissedebiliyordum. Ne o kadının tetiği çektiği andaki yüzü ne de
ayaklarımın dibine düşen kanlı saç yumağı gözümün önünden bir an olsun gitmiyordu. Annemin beni
garaja kilitlediği zamanki yüzü de gitmiyordu gözümün önünden. Büyükanneminki de.
Gelecek, diye düşündüm. Gelecek. Annemle babamı ikna edip beni almaya gelecek. Gelecek,
gelecek, gelecek...
Üst kata çıktığımızda bileklerimizi saran o korkunç plastik ipleri nihayet kestiler ve bizi yeniden
ikiye ayırarak yarımızı dondurucu koridorun sağına, yarımızı ise soluna gönderdiler. İki taraf da
birbirinin tıpatıp aynısıydı. Yalnızca birkaç kapalı kapı ve en dipte birer küçük pencere vardı. Bir an
için bakışlarım o minik, buğulu pencereyi döven yağmur damlalarına takıldı. Sonra, soldaki
kapılardan biri hafif bir gıcırtıyla aralandı ve önümüze dolgun yüzlü, orta yaşlı bir adam dikildi.
Grubun başındaki PÖK askerinin kulağına bir şeyler fısıldamadan hemen önce bize bir bakış atmayı
da ihmal etmedi. Kapılar teker teker aralanırken başka yetişkinler de belirdi. Beyaz önlükleri dışında
tek ortak noktaları, yüzlerindeki şüpheci ifadeydi.
Görevli asker, tek kelime açıklama yapmadan çocukları çekiştirerek beyaz üniformalıların
ofislerinin önüne atmaya başladı. Sıralardan yükselen şaşkın ve endişeli sesler, aniden kulakları delen
bir sesle susturuldu. Giden çocukları bir daha görüp göremeyeceğimin merakı içinde, kapıların teker
teker kapanışını izleyerek kalakaldım.
Neyimiz vardı bizim? Sağa sola bakarken başımın ağırlaştığını hissediyordum. Yüzü dağılan çocuk
ortalıkta yoktu ama yaşanan olaylar kamp boyunca bir an olsun aklımdan çıkmamıştı. Everhart
hastalığına yakalandığımızı düşündükleri için mi getirmişlerdi bizi buraya? Yoksa öleceğimizi mi
düşünüyorlardı?
O çocuk o askere böyle bir şeyi nasıl yaptırabilmişti? Kadına ne söylemiş olabilirdi ki?
Orada tüm bunları düşünüp iliklerime kadar şiddetle titrerken birinin elimi tuttuğunu hissettim.
Dışarıda beni yere düşüren o kız şimdi karşımda durmuş, ateş saçan gözleriyle bana bakıyordu.
Kumral saçları, dudaklarıyla burnu arasında uzanan pembe bir yarayı çevrelercesine sımsıkı
toplanmıştı. Kafatasına yapıştırılmış gibiydi saçları. Koyu renk gözleri parlıyordu. Ağzını açtığı
sırada dişlerindeki braketleri kestiklerini, ancak ön dişlerine tutturulmuş tellerin hâlâ durduğunu fark
ettim.
"Korkma sakın," diye fısıldadı. "Görmelerine izin verme."
Ceketinin etiketine tutturulmuş isimlikte SAMANTHA DAHL yazıyordu. Sanki birinin son anda
aklına gelmiş de ensesine iliştirilmiş gibiydi.
Birbirine değen parmaklarımız benim pijamalarımla onun mor, kabarık montu arasına
saklanmışçasına birbirimize yakın ve omuz omuza duruyorduk. Onu da beni almaya geldikleri sabah,
okula giderken yakalamışlardı. Olayın üzerinden daha bir gün geçmişti. Ama bizi kilitledikleri
otobüsün arka koltuğunda otururken gördüğüm o koyu kahverengi gözlerinin, nasıl bir nefret ve
öfkeyle yandığını net bir şekilde hatırlıyorum. Bir kez olsun diğerleri gibi çığlık atmamıştı.
Az önce kapıların arkasında kaybolan çocuklar, şimdi ellerinde gri kazaklar ve şortlarla sırayla
dışarı çıkıyorlardı. Fakat bizim sıramıza geri dönmüyorlardı. Henüz kimse nereye gidecekleriyle
ilgili herhangi bir şey sormayı akıl edemeden merdivenlerden aşağı inmeye başladılar.
Canları yanmış gibi görünmüyorlardı. Havada keçeli kalem ya da ispirto kokusuna benzer bir şey
vardı sanki. Ancak kimsenin bir yeri kanamıyor, kimse ağlamıyordu.
Sıra nihayet o kıza geldiğinde, sıranın başındaki PÖK askeri bizi aniden sarsarak birbirimizden
ayırdı. Ben de onun yanında gitmek, kapının ardında bekleyen her neyse birlikte yüzleşmek istiyordum. Şu an her şey, hiç kimsem ya da tutunacak hiçbir şeyim olmadan yapayalnız kalmaktan
daha iyiydi.
Ellerim o kadar şiddetle titriyordu ki durdurmak için kollarımı sıkıca bağlayıp dirseklerimi
yanlarıma iyice bastırmam gerekmişti. Bakışlarım askerin botlarıyla çamurlu ayaklarım arasındaki
siyah beyaz yer karolarına kenetlenmiş bir hâlde, sıranın en önünde dikiliyordum. Uykusuz geçen bir
önceki gece yüzünden zaten harap olmuştum. Askerin botlarının cila kokusu da kafamı iyiden iyiye
bulandırmaya başlamıştı.
Ve sonra beni çağırdılar.
Kendimi, evdeki odamın yarısı büyüklüğünde, loş bir odada buldum. İçeri nasıl girdim, hiç
hatırlamıyorum.
"İsim?"
Köşedeki portatif karyolaya ve üzerine bağlı tuhaf makineye takılmıştı gözlerim o sırada.
Beyaz önlüklü adam dizüstü bilgisayarının arkasından bana doğru baktı. Sanki ani bir hareketle
burnunun üzerinden düşüverecekmiş gibi görünen, ince, gri çerçeveli bir gözlük takmış, çelimsiz bir
adamdı. Sesi normalden oldukça yüksek ve tizdi. Yabancı adam ve makineyle arama mesafe koymak
amacıyla arkamdaki kapalı kapıya iyice yapışmıştım.
Beyaz önlüklü adam karyolaya baktığımı fark etti. "O bir tarayıcı. Korkacak hiçbir şey yok,
küçük."
İkna olmamış görünüyor olmalıydım çünkü konuşmaya devam ediyordu: "Daha önce hiçbir yerini
kırdığın ya da kafanı bir yere çarptığın olmadı mı? Bilgisayarlı tomografi diye bir şey duymadın mı
hiç?"
Sanırım bir adım öne çıkabilmemi sağlayan şey, adamın sesinde hissettiğim tahammüldü. Başımı
salladım.
"Bir dakika sonra senden uzanmanı isteyeceğim. Sonra da makine ile beynini kontrol edip sağlıklı
işlediğinden emin olmam gerek. Fakat öncesinde bana adını söylemelisin."
'Beyninin sağlıklı işlediğinden emin olmak.' Bunu nasıl-
"İsmin," dedi birden yükselen bir tonla.
"Ruby," dedim. Soyadımı ise kodlamam gerekmişti.
Dizüstü bilgisayarına not almaya başladığı sırada bir an için dikkatinin dağıldığını fark ettim.
Bakışlarım yeniden makineye döndü. Beynimin içi incelenirken canımın ne kadar yanacağını merak
ediyordum. Acaba bu makineyle ne yaptığımı görecek miydi?
"Ah Tanrım, iyice tembelleştiler," dedi beyaz önlüklü adam kendi kendine söylenerek. "Seni ön
sınıflandırmadan geçirmediler mi?"
Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.
"Seni aldıklarında soru sordular mı?" diye sordu ayağa kalkarak. Oda hiç de öyle büyük
sayılmazdı. İki adımda yanıma gelmiş, bu iki adım da paniklememe yetmişti. "Ebeveynlerin
semptomlarını askerlere bildirdiler mi?"
"Semptomlar mı?" diye sordum. "Bende herhangi bir semptom yok ki. Bende..."
Oldukça rahatsız olmuş bir hâlde başını iki yana salladı. "Sakin ol, küçük. Burada güvendesin. Sana
zarar vermeyeceğim." Beyaz önlüklü, yavan bir sesle konuşmaya devam ederken gözlerini
kırpıştırıyordu. Sanki ezberlenmiş bir konuşmaydı bu.
"Çok farklı türde semptomlar var," diye açıkladı benimle göz göze gelebilmek için eğilerek.
Benimse tek görebildiğim, çarpık ön dişleriyle gözlerini çevreleyen karanlık halkalardı. Nefesi
kahve ve nane kokuyordu. "Çok farklı türde... çocuklar. Şimdi beyninin bir resmini çekip seni, senin
gibilerin yanına yerleştireceğiz."
Başımı salladım. "Ben de semptom falan yok! Büyükannem yoldadır. Gelip beni alacak. Yemin
ederim, hiçbir semptomum yok. O zaten size anlatacaktır. Lütfen!"
"Söyle bana tatlım, matematik ve bulmacayla aran nasıl? Mesela Yeşiller inanılmaz derecede zeki
olurlar ve muhteşem hafızaları vardır."
Aklıma, dışarıda tişörtlerinin arkası büyük X’lerle işaretlenmiş o çocuklar geldi hemen. Yeşil, diye
düşündüm. Diğer renkler neydi? Kırmızı, Mavi, Sarı ve...
Ve Turuncu. Ağzı gözü kan içinde kalan o çocuk gibi.
"Pekâlâ," dedi derin bir nefes alarak. "Karyolaya uzan da başlayalım artık. Çabuk lütfen."
Kıpırdamadım. Düşünceler ipini koparmış gibi zihnime akın ediyordu. Ona bakmak bile öyle
zordu ki.
"Çabuk," diye tekrarladı makineye yanaşarak. "Bana askerlerden birini çağırtma. İnan bana, benim
kadar nazik olmayacaklardır." Tek bir dokunuşuyla kenardaki panelin ekranı açıldı ve makine
çalışmaya başladı. Gri çemberin tam ortasında, bir sonraki teste hazırlanan beyaz bir ışık yanıp
sönmeye başlamıştı. Gürültüyle çalışan makine, bedenimdeki tüm gözenekleri yakan bir sıcak hava
üflüyordu.
Düşünebildiğim tek şey, anlayacağıydı. Onlara ne yaptığımı anlayacaktı.
Sırtım yeniden kapıya yapışmıştı. Elimle kapı kolunu bulmak için uğraşıyordum. Babamın
yabancılar hakkında yaptığı tüm o konuşmalar doğru çıkmıştı işte. Burası güvenli bir yer değildi. Bu
adam iyi falan değildi.
O kadar şiddetli titriyordum ki bayılacağımı düşünmüş olmalıydı. Ya da beni karyolaya zorla
yatırıp makine bağlanana kadar orada tutmayı.
Daha önce koşarak kaçmayı düşünmemiştim. Parmaklarım kapının koluna dolandığı sırada, elini
dağınık saçlarımın arasına daldırıp beni ensemden yakalayışını hissettim. Kızarmış tenimin
üzerindeki dondurucu dokunuşun şaşkınlığıyla irkilsem de çığlık atmama sebep olan asıl şey,
kafatasımın altında hissettiğim o ani acıydı.
Bir anda donuklaşan bakışlarıyla gözlerini kırpmadan bana bakmaya başladı. Fakat ben her şeyi
görebiliyordum. Görmemin imkânsız olduğu şeyleri. Bir arabanın direksiyonuna hafifçe vuran
parmakları, beni öpmek için öne doğru eğilen siyah elbiseli kadını, bir beyzbol sahasında yüzüme
doğru gelen topu, bir kadının küçük bir kızın saçlarında dolaşan parmaklarını... Bu görüntüler, kapalı
göz kapaklarımın ardından bir film şeridi gibi akıp gidiyordu. İnsanlar ve eşyaların şekilleri
retinama kazınmış, göz kapaklarımın arkasında aç hayaletler gibi bir o yana bir bu yana
süzülüyorlardı.
Benim değil, diye haykırıyordu zihnim. Bu hatıralar bana ait değil.
Fakat o adamın olmaları mümkün müydü ki? Bu gördüğüm sahnelerin her biri, onun hatıraları ya
da onun düşünceleri miydi?
Sonra daha çok şey görmeye başladım. Aynı makinenin altında yatan bir çocuk... Işıklar saçıp buhar
çıkararak çalışan makine. San. Sanki oradaymışım gibi söylenenleri dudaklarımla tekrarlıyordum.
Tıpkı bunun gibi bir odada, kızıl saçlı küçük bir kız ve parmağının ufacık bir hareketiyle masadan
yükselen bilgisayar. Mavi, dedi zihnimdeki adamın sesi. Ellerinin arasında tuttuğu kaleme odaklanıp
onu bir anda alevler içinde bırakan çocuk. Kırmızı. Yüzüne tutulmuş resimli ve rakamlı kartlara
bakan çocuk. Yeşil.
Gözlerimi sımsıkı kapasam da zihnime hücum eden bu düşünceleri durduramıyordum. Ağızları
bağlı vaziyette, tek sıra hâlinde yürüyen canavarlar... Yukarıda, yağmurla bulanan camdan aşağıya
bakıyor olsam da kelepçeleri ve zincirleri gördüm, Her şeyi gördüm.
Ben onlardan biri değilim. Lütfen, lütfen, lütfen...
Dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimle yerdeki karolardan destek alırken bir yandan da kendi
üzerime kusmamaya çalışıyordum. Beyaz önlüklünün eli hâlâ ensemdeydi. "Ben Yeşilim." İçimi çeke
çeke konuşurken, kelimelerimin yarısı makinenin gürültüsünde yitip gitti. İçerideki ışık başından beri
parlaktı ama şu anda gözlerimin zonklamasıyla daha da rahatsız edici bir hâl almıştı. Bana inanmasını
dileyerek boş gözlerinin içine baktım. "Ben Yeşilim... lütfen, lütfen."
Ama annemin yüzünü görmüştüm. Ve bana sanki kendine benzeyen birini bulmuş gibi bakıp
gülümseyen o yüzü dağılmış çocuğu da. Ben ne olduğumu iyi biliyordum.
"Yeşil..."
Tepemden gelen sese döndüm. Ben ona baktım, o da bana. Şimdi sanki kelimeleri ağzında geveler
gibi bir şeyler mırıldanıyordu.
"Ben..."
"Yeşilsin," dedi başını sallayarak. Sesi daha kuvvetliydi. O makineyi kapatmaya gittiğinde ben hâlâ
yerdeydim. Adam masasına dönüp oturduğu sırada, ağlamayı bile unutacak kadar şaşkın bir
hâldeydim. Yeniden nefes almayı hatırlamam için eline yeşil sprey boya kutusunu alması ve arkasına
kocaman bir X çizdiği tişörtü bana uzatması gerekmişti.
O soğuk koridorda ilerleyip merdivenlerden aşağı, beni bekleyen kadın ve erkek askerlerin yanına
inerken, Her şey yoluna girecek, dedim kendi kendime. Kaçmak için tek bir şansım olduğunu ve bunu
kullanmadığımı ise ancak o gece ranzamda, gözümü kırpmadan uzandığım sırada fark edecektim.

The Darkest Minds Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin