8

65 1 0
                                    

ÇOCUK -HAYIR, HAYIR KIZ- AĞZINI AÇIP DUDAKLARINI SESSİZ bir solukla araladı. İlk
bakışta anlamasam da bir kız olduğuna şüphe yoktu. Ufak tefek bir kız. Sekiz, belki dokuz yaşında
görünüyordu. Üzerine bol gelen, damalı bayraklarla yeşil yarış arabası resimli bir tişört giymiş bir
bebekti daha. Daha da garibi, kolları dirseklerine kadar sarı plastik eldivenler içindeydi. Annemin
banyoyu temizlerken ya da bulaşık yıkarken taktığı eldivenler gibi.
Asyalı kızın koyu renk saçları erkek gibi tıraş edilmişti. Üzerinde ise bol bir erkek pantolonu
vardı. Tüm bunlara rağmen yüzü öyle güzeldi ki gören onu oyuncak bebek zannederdi. Dolgun ve
şekilli dudakları şaşkınlıktan mükemmel bir O şeklini almış; teni, burnundaki ve yanaklarındaki
çilleri daha da ortaya çıkarırcasına bembeyaz kesilmişti.
"Nereden çıktın sen?" diye sormayı başardım bir süre sonra.
Yüzündeki hayret ifadesi çok geçmeden dehşete dönüştü. Şekerleme paketine sokmadığı eliyle
hemen kapıyı kapattı.
"Hey!" diye bağırıp kapıyı geri açtığımda deponun diğer tarafındaki kapıdan koşarak dışarı
çıktığını gördüm. Sırt çantamı omzuma atıp rafların arasında onu takip etmeye başladım. Kapı büyük
bir taşa takılmıştı. Taşı ayağımla tekmeleyip kapıyı ardına kadar açarak dışarı fırladım.
"Hey!"
Çantasının içinden ve tişörtünden kraker paketleri dökülüyordu.
Onu kovalayan bu gözü dönmüş kızdan korkmakta haklıydı. Bu konuda kendimi kötü hissetmeye
daha sonra vakit ayırabilirdim ama şu anda zihnim bir parça umudun peşinden koşuyordu ve onu bir
otoparkta kaybetmeye de hiç niyetim yoktu. Bir yerlerden gelmiş olmalıydı. Bu kasabadan çıkış
yolunu ya da Cate'le diğerleri gidene kadar saklanabileceğim bir yer biliyorsa bunu öğrenmek
istiyordum.
Benzin istasyonunun arkasındaki otopark ancak dört araba genişliğindeydi ve park yerlerinden
birinde ters yüz edilmiş bir çöp konteyneri duruyordu. Gözlerimi gri tişörtünden ayırmadan onu
kovalarken, yanından geçtiğim çöp konteynerinin içindeki hayvan seslerini duyabiliyordum.
Bacakları öyle hızlıydı ki parkın eskimiş asfaltı çimlerle buluştuğunda neredeyse takılıp düşecekti.
Yakalamak için uzansam da küçük kız tam zamanında toparlanmayı başarabilmişti.
Onu tişörtünden yakalamaya ramak kala birden hızını artırıp, görünüşe göre istasyonu bir başka
yoldan ayıran küçük bir ağaç kümesinin arasına daldı.
"Ben sadece... sadece konuşmak istemiştim!" diye seslendim. "Lütfen!" Aslında, Sana zarar vermeyeceğim ya da ben bir PÖK askeri değilim, demeliydim. Ya da en azından
güvenlik açısından benim de en az onun kadar berbat bir hâlde olduğumu belli edecek herhangi bir
şey. Ama göğsüm sıkışmış, ciğerlerim daralarak göğsümdeki ağrı yüzünden nefes alamaz olmuştu.
Panik düğmesi bir aşağı bir yukarı zıplayıp çeneme ve omuzlarıma çarpıyordu. Onu öyle bir hızla
söktüm ki zincirin klipsi koptu.
Küçük kız, yıkılmış bir ağaç gövdesinin üzerinden atlayarak ormanlık zeminde gıcırdayan spor
ayakkabılarıyla koşmaya devam etti. Benimkiler de pek sessiz sayılmazdı ama Martin’in sesi,
ikimizin gürültüsünü de bir anda bastırdı.
"Rııby!"
Kanım dondu. Aslında bakmak için arkama dönmemeliydim ama döndüm. Korkudan değil, daha
ziyade içgüdüsel olarak. Martin’in yüzü ağaçların diğer yanında belirene kadar ayaklarımın hareket
etmediğini fark edemedim. Yüzünü ele geçiren kızarıklığı fark edebileceğim kadar yakındı ama o
beni görmemişti. Henüz.
"Ruby!"
Hızımı artırırken karşımda ağaçlardan başka bir şey bulamayacağımı düşünsem de işte oradaydı.
Kız, bir ağacın arkasına sığınmıştı. Pek gizleniyormuş gibi bir hâli olmasa da beni yanına da
çağırmıyordu. Sıkıca kapattığı dudaklarıyla bir bana, bir de Martin’in sesinin geldiği yöne baktı. Ona
doğru hareketlendiğimde sığındığı yerden fırlayarak hızla koşmaya başladı. Küçük bir tavşan gibi
korkmuştu.
Nefes nefese kalmış bir hâlde, "Hadi ama," dedim kollarımı belime koyarak. "Ben sadece..."
Terk edilmiş bir yola çıkan ağaçların arasından ilerledik. Çıkmaz sokağın diğer tarafında,
pencereleri siyah gözler gibi ahşapla kapatılmış küçük, harabe evler diziliydi. En yakın olanına doğru
koştuğuna emindim. Gri çitlerle çevrili, yeşil bir kapısı olan eve. Fakat ani bir sağa dönüşle yolun
kenarına park etmiş bir minivana yöneldi.
Arabanın yalnızca kaportası değil, kapıları ve üstü de rezil bir hâldeydi. Kırılmış farları ve
parçalar hâlinde kabarıp dökülen siyah boyası ise cabası. Tek güzel yanı, birinin sürgülü kapısının
üzerine el yazısıyla helezon şeklinde yazdığı logoydu: BETTY JEAN TEMİZLEME.
Ama yine de bir arabaydı en nihayetinde. Bir çıkış. O anda lojistiğe pek kafa yormuyor; benzini
var mı, motoru çalışıyor mu diye düşünmüyordum. Sanırım görüntüsü bile kalbimin kanatlanmasına
yetmişti ve hiçbir şey bu heyecanımı bastıramazdı.
Kız o kadar hızlı koşuyordu ki minivanın yan tarafına çarpıp sekti. Sertçe yere düşse de tahmin
ettiğimden çok daha hızlı bir şekilde toparlandı. Sarı eldivenlerin içindeki iki elini birden kapı koluna
koydu ve sürgülü kapıyı, yakınlardaki çatılara tünemiş kuşları bile korkutacak kadar şiddetli bir
gürültüyle açtı.
Yanına vardığımda kız, kapıyı kapatıp kilitlemeyi başarmıştı.
Camdaki yansımamın arkasından küçük kızı görüyordum. Beni nasıl gördüğünü fark ettim birden.
Kocaman, vahşi bakışlar, dağınık, siyah saçlar, kamp beni bu kadar zayıf düşürmeseydi üzerime ufak
gelebilecek elbiseler... Orada olduklarından bile haberdar olmadığım kemikleri görüyordum
göğsümde. Arabanın diğer yanına koşarak onu, orman tarafından bizi kovalayanlarla arama aldım.
"Lütfen!" Sesim kısılmıştı. Martin’in böğüren sesi ya zihnimde yankılanıyordu ya da gerçekten
yaklaşıyordu. Arabanın camları, arkasından bakıp ağaçların arasından yaklaşmakta olan Martin’in o yapışkan tenini görebileceğim kadar temizdi. O yaklaşıyorsa Cate ve Rob da çok uzakta olamazdı.
Bağırışlarını çoktan duymuş olmalılardı.
İki seçeneğin var, Ruby, diye düşündüm. Ya geri dön ya da kaç.
Aklım da kalbim de kaçmaktan yana olsa da önce Beyaz Gürültünün işkencesine maruz kalan,
sonra da iyi niyetli olduklarını iddia eden insanlarca zehirlenip hırpalanan bedenimin geri kalanı
benimle inatlaşıyordu. Minivanın arkasına gizlendim. Sanki biri göğsümü bir mengeneye sıkıştırmış,
içimde kalan son nefes ve cesaret kırıntısı çıkana kadar kolu çevirip duruyordu.
Thurmond’da geçirdiğim yıllar, insanların hevesle önüme koydukları yaşantıdan kaçabileceğime
inanmamayı öğretmişti bana. Bu durumun dışarıda daha farklı olacağını düşündüren şey neydi
bilmiyorum.
Ağaçların arasından yaklaşan ayak sesleri giderek daha da yükseliyordu. Başımı yeniden
kaldırdığımda, Cate’in, çiseleyen yağmurun altında bir ateş böceği gibi parlayan sarı saçlarını
gördüm.
"Ruby!" diye sesleniyordu. "Ruby, neredesin?"
Hemen arkasında, elinde tüfeğiyle Rob belirdi. Çıkmaz sokağın sonundaki evlere döndüm hemen.
Sokağın diğer ucundaysa üzerinde bilmediğim semboller olan tabelalar vardı. Ama bu bilinmezlik
bile Cate’e geri dönmekten daha iyiydi.
Arabanın içindeki küçük kız önce bana, sonra ağaçlara döndü. Dudaklarını sımsıkı kapatmış,
suratını asmıştı. Bir eli kapının kolunda, diğeri oturduğu koltuğun kolçağındaydı. Ayağa kalkıp
hemen sonra yeniden yerine oturdu ve bir kez daha bana döndü.
Elimin tersiyle yüzümü silip bir adım geriledim. Rob ve Cate benim peşimden koşarken belki kız
saklanabilirdi. Onları olabildiğince oyalayacaktım. Onu ölesiye korkuttuktan sonra en azından bunu
yapmaya mecburdum.
Arkamdan kapının açıldığını işittiğimde henüz fazla uzaklaşmamıştım. Bir el uzanıp tişörtümü
yakaladı ve çektiğinde en yakındaki koltuğa çarptım. Boynum kolçağa vurmuş, ön yolcu koltuğunun
arkasındaki halının üzerine kapaklanmıştım. Kapı arkamdan kapandı.
Gözümün önünde uçuşan siyah noktalardan kurtulmaya çalışarak birkaç kez gözlerimi açıp
kapadım. Ama kız, kendime gelmemi beklemeyecekti. Birbirine dolaşmış bacaklarımın üzerinden
atlayarak en arkadaki koltuğa ilerlemeye başladı. Beni de önlüğümün yakasından tutmuş
çekiştiriyordu.
"Tamam, tamam," dedim ona doğru emekleyerek. Parmaklarım arabanın gri halısı üzerinde
ilerliyordu. Arka koltuktaki birkaç eski gazete ve bir plastik alışveriş torbası dışında içerisi oldukça
derli toplu görünüyordu.
Orta koltuklara geldiğimizde eliyle koltukların arasına çömelmemi işaret etti. Bacaklarımı
göğsüme doğru çektiğim sırada, dediklerini yapmama rağmen benimle hâlâ tek kelime bile
konuşmadığını fark ettim.
"Adın ne?" diye sordum. Arka koltuğa yayılıp bagajda bir şeyler aramaya başladı. Beni duyduysa
bile duymazdan geliyordu.
"Sorun yok, benle konuşabilirsin..
Elinde boyalı bir beyaz çarşafla eğildiği bagajdan kalktığında kıpkırmızı olmuştu. Parmağını
dudaklarına götürerek beni susturdu. Kız, katlı kumaşı açıp üzerime serdi. Yapay limon kokulu deterjanla ağartıcının yoğun kokusu birden tüm burnumu esir aldı. İtiraz etmek için ağzımı açacak,
çarşafı üzerimden atacak gibi oldum ama bir şey beni durdurdu.
Biri geliyordu. Hayır, bir kişiden fazlaydılar. İleri geri yürüdüklerini ve kaldırıma vuran ayak
seslerini duyabiliyordum. Açılan kapının sesi kalbimi durduracaktı neredeyse.
"...Yemin ederim, oydu, Liam!" Ses boğuk çıksa da bir yetişkine ait değil gibiydi. "Ve bak, sana bizi
oyuna getireceğini söylemiştim. Suzume, sen bir sorunla karşılaştın mı?"
Arabanın diğer kapısı da açıldı. Biri, Liam belki, rahat bir nefes aldı.
"Şükürler olsun," dedi ağır bir güneyli aksanıyla. "Hadi, hadi, hadi, binin. Neler olup bittiğini
bilmiyorum ama buna vakit harcamaya da hiç niyetim yok. Takipçiler yeterince kötüydü zaten.
"Neden o olduğunu kabul etmiyorsun?" diye sordu diğer ses.
".. .çünkü onu Ohio’da ekmiştik, işte bu yüzden..."
Liam’ın ve kulaklarımda atan kalbimin sesini bastıran başka bir ses duydum birden.
"Ruby! Ruby!”
Cate'di bu.
İki elimi de ağzımın üzerine bastırarak gözlerimi sımsıkı kapadım.
"Bu da ne böyle?" dedi ilk ses. "Bu düşündüğüm şey mi?"
İlk silah sesi bir maytap gibi duyuldu. Belki mesafeden, belki ağaçlarla çalıların sıklığındandı,
bilmiyorum. Ama kulağa pek tehlikeli gelmemişti. Bir uyarıydı belki. Ancak bir sonraki çok daha
keskin olacaktı.
"Dur!" Cate’in çığlığını duyabiliyordum. "Ateş etme...!"
"LEE!"
"Biliyorum, biliyorum!" Motor çalıştı. Tekerleklerin sesi de çok geçmeden duyuldu. "Zu, emniyet
kemeri!"
Sağlam durmaya çalışsam da arabanın sarsıntısıyla bir sağa bir sola savruluyordum. Bir ara başımı
yandaki plastik panele ve içecek tutacağına çarptım. Fakat birileri ateş ederken, arka koltuktan gelen
tuhaf seslerin kimsenin dikkatini çekmemesi normaldi.
Rob'un diğer tüfeği Martin’e verip vermediğini düşündüm.
"Zu, istasyonda bir şey mi oldu?" diye sordu Liam olduğunu düşündüğüm ses. Kelimelerinde bir
telaş sezilse de tam anlamıyla paniklemiş değildi. On dakikadır yoldaydık ve silahlardan
uzaklaşmıştık. Yanındaki diğer çocuksa bambaşka bir hikâyeydi.
"Aman Tanrım, daha çok Takipçi mi? Ne yani, lanet olasıca bir konferans mı veriyorlar burada?
Yakalanırsak başımıza gelecekleri biliyorsun, değil mi?" dedi. "Üstelik bize ateş ediyorlardı! Ateş!
Bir silahla!"
Sağ tarafımda bir yerde küçük kızın kıkırdadığını duydum.
"Ah, bunu komik bulmana çok sevindim!" dedi diğer ses. "Vurulduğunda ne olur biliyor musun,
Suzume? Kurşun seni delip..." "Chubs!" Diğer çocuğun sesi, anlatacağı korkunç hikâyeyi yarıda kesmesine sebep olacak kadar
sertti. "Sakin ol, tamam mı? Bir şeyimiz yok. İtiraf ediyorum, ucuz atlattık ama yine de iyiyiz. Yarın
daha iyi hatalar yapmaya çalışacağız, değil mi Zu?"
İlk ses sıkıntıyla homurdandı.
"Önceki olay için üzgünüm," dedi Liam. Sesindeki kibarlıktan, ümitsizlikle inlemeye devam eden
çocukla değil de kızla konuştuğunu anlamıştım.
"Bir daha ki sefere yiyecek almak için ben de seninle geleceğim. Canın falan yanmadı, değil mi?"
Yolun titreşimi, seslerini duymamı zorlaştırıyordu. Araba sarsıldıkça içecek tutacağının içindeki
demir para o kadar yüksek ses çıkarıyordu ki uzanıp onu almamak için kendimi zor tutuyordum. İlk
çocuk yeniden konuşmaya başladığında onu duyabilmek için kulak kesildim. "Sana da birini
arıyorlarmış gibi gelmedi mi?"
"Hayır, bana daha çok bize ateş ediyorlarmış gibi geldi!"
Ellerimdeki his, parmaklarımdan başlayarak çekildi.
Güvendesin, dedim kendi kendime. Onlar da sadece çocuk.
Benim yüzümden kendilerini ateşin önünde bulmuş çocuklar.
Bunun olacağını bilmeliydim. İlk düşüncem bu terk edilmiş kasabadan tek başına kaçmaktan
korkmak yerine bu olmalıydı. Ama paniklemiştim. Sanki beynim erimiş ve bir dehşet havuzuna
dönüşmüştü.
"...birkaç şey," diyordu Liam. "Ama hadi şimdi East River’ı bulmaya odaklanalım."
Şimdi arabadan inmeliydim. Hem de hemen. Bu berbat bir fikirdi. Belki de bugüne kadarki en kötü
fikrim. Şimdi ayrılırsam Cate ve Rob'dan kaçma şansları olabilirdi. Hatta belki benim bile.
Omzumdaki sırt çantasının askılarını yeniden bağlayarak üzerimdeki çarşafı açtım. Rutubet kokulu
serin klimanın havasını içime çektim ve arka koltuğa dayanıp ayağa kalktım.
Öndeki çocuklar bakışlarını yola çevirmişlerdi. Yağmur o kadar şiddetlenmişti ki silecekler
damlaların hızına yetişemiyorlardı bile. Öyle ki görüntü, sanki bir empresyonistin elinden çıkmış bir
Batı Virginia tablosunu andırıyordu. Üzerimizde, güneşin bulutların arasından göz kırptığı bir
gökyüzü; altımızdaysa siyah bir yol uzanıyordu. Bu ikisinin arasında bir yerde de bahar dallarıyla
donanmış ağaçların o ışık saçan tonları.
Şoförümüz Liam’ın üzerindeki eski deri ceketin omuzları, yağmur altında ıslanmaktan daha koyu
bir renge bürünmüştü. Küllü sarı saçları, ellerini arasında dolaştırdığı için dik dik olmuştu. Arada bir
yanında oturan koyu tenli gence dönüp baksa da dikiz aynasında göz göze geldiğimiz o ana kadar
gözlerinin mavi olduğunu fark etmemiştim.
"Öyle yaparsan arkamı göremem..." Ne olup bittiğini sonradan anlamış gibi birden sustu.
Arkasına dönerken direksiyonu da kendiyle birlikte çevirince araba birden sağa yalpaladı. Sağdaki
şarampole doğru son sürat ilerlerken diğer çocuk boğuk bir ses çıkardı. Kız ise omzunun üzerinden,
yüzünde şaşkınlık ve öfkeyle karışık bir ifadeyle bana bakıyordu.
Liam frenlere asıldı. Emniyet kemerleri göğüslerine yapıştığı anda arabanın diğer iki yolcusunun
da nefesi kesilmişti. Fakat beni koruyacak hiçbir şey olmadığından bir anda ortadaki iki koltuğun
arasında buldum kendimi. Kısa bir süre devam eden, ancak bana sonsuzluk kadar uzun gelen anların
ardından minivan acı bir fren sesiyle durdu.
İki çocuk da yüzlerinde iki farklı ifadeyle bana bakıyorlardı. Liam’ın bronz teni, porselen kadar
beyaz kesilmiş; ağzı, bir çizgi film karakteri gibi açık kalmıştı. Diğer çocuksa ince, gümüş çerçeveli
gözlüklerinin ardından, tıpkı gece geç yattığım zamanlarda annemin yüzüme baktığı gibi, onaylamaz
bir ifadeyle bana bakıyordu. Kafasına oranla bir parça büyük olan kulakları, kafatasındaki en belirgin
yerdi. Geniş alnından ince burun kemiğine ve oradan da dolgun dudaklarına kadar yüzünün her bir
noktası öfkeyle dolmuştu sanki. Bir an için onun bir Kırmızı olmasından endişelendim çünkü
bakışlarından, beni o anda oracıkta yakmaktan başka bir şey istemediği anlaşılıyordu.
Erkekler. Neden erkek olmak zorundaydılar ki?
Düştüğüm yerden kalkarak kapıya yöneldim. Parmaklarımı kapının koluna götürdüm fakat ne
kadar uğraşsam da açılmıyordu kahrolasıca şey.
“Zu!" diye bağırdı Liam bakışlarını onunla benim aramda gezdirirken. Kız, ellerini kucağına
koymuş, gıcırdayan eldivenleriyle masum masum Liam’a bakıyordu. Sanki şimdi ayağa kalkmış bu
kaçak yolcu hakkında en ufak bir fikri yokmuş gibi görünüyordu.
"Bir karar aldığımızı zannediyordum. Kaçak yolcu yoktu." Diğer çocuk kafasını sallıyordu. "O
kedi yavrularını da o yüzden alamamıştık!"
"Ah Tanrı aşkına..." Liam, bir elini diğer avcuna gömerek öne eğildi. "Bir kutu dolusu terk edilmiş
yavru kediyle ne yapacaktık?"
"Belki senin o karanlık kalbin onları açlıktan ölüme terk etmeye bu kadar hevesli olmasaydı onlara
yeni ve sevgi dolu yuvalar bulabilirdik."
Liam hayretler içinde yanındaki çocuğa bakıyordu. "Bu konuyu bir türlü kapatmayacaksın, değil
mi?"
"Onlar masum ve savunmasız yavrulardı ve sen onları dışarıda, birinin posta kutusunun önünde
bıraktın! Posta kutusunun!"
"Chubs," diye homurdandı Liam. "Hadi ama."
Chubs mı? Şişko anlamına gelen "chubs" mı? Bu bir şaka olmalıydı. Çocuk sıskanın önde
gideniydi çünkü. Burnundan parmak uçlarına kadar incecik bir çocuktu.
Liam’a aşağılayıcı bir ifadeyle bakıyordu. Neyin daha şaşırtıcı olduğuna karar veremiyordum;
kedi yavrularından bahsediyor olmaları mı yoksa beni tamamen unutmuş gibi görünmeleri mi?
"Affedersiniz!" diye araya girdim elimi cama yaslayarak. "Kapıyı açabilir misiniz rica etsem?"
En azından bu ikisini de susturmuştu.
Liam nihayet bana döndüğünde, ifadesi ilk andakinden tamamen farklıydı. Ciddi görünse de tam
anlamıyla mutsuz ya da şüpheci değildi. Pozisyonlarımız farklı olsaydı sanırım ben onun kadar
anlayışlı kalamazdım.
"Sen aradıkları kız mısın?" diye sordu. "Ruth?"
"Ruby," diye düzeltti Chubs.
Liam elini salladı. "Doğru. Ruby."
"Lütfen şu kapıyı açar mısınız?" dedim yeniden kolu çekmeye çalışarak. "Bir hata yaptım. Bu bir
hataydı! Bencillik ettiğimi biliyorum. O yüzden onlar yetişmeden lütfen inmeme müsaade edin."
"Kim yetişmeden? Takipçiler mi?" Bakışları benim üzerimdeydi. Önce bitkin yüzüme ve asker
yeşili önlüğüme, sonra da çamurlu ayakkabılarıma çevirdi bakışlarını. Ardından ayakkabılarımın ucuna silinmez kalemle yazılmış Psi numarama ilişti gözleri. Bir anda dehşete kapıldığını
görebiliyordum. "Sen kamptan mı kaçtın yoksa?"
Suzume’nin, yani Zu'nun da bakışlarını üzerimde hissetsem de gözlerimi Liam'dan ayırmadan
cevap verdim: "Çocuk Birliği kaçırdı beni."
"Ve sen de onlardan kaçtın, öyle mi?" dedi Liam. Onay için Zu’ya dönmüştü. Kız başıyla onayladı.
"Bunun ne önemi var ki?" diye söze girdi Chubs. "Onu duydun işte, aç şu aptal kapıyı! Zaten bizi
izleyen PÖK askerleri ve Takipçiler var, bu listeye Birlik’i de eklemek istemeyiz! Muhtemelen onu
kaçırdığımızı düşünecekler ve eğer eski püskü, siyah bir minivanla etrafta dolaşanlar olduğu bilgisini
yayarlarsa..." Cümlesini bitirmeye cesaret edememişti.
"Hey," dedi Liam parmağını sallayarak, "Siyah Betty hakkında böyle konuşma, tamam mı?"
"Ah, kusura bakma. Yirmi yaşında bir minivanın duygularını incittiysem özür dilerim."
"O haklı," dedim. "Üzgünüm, lütfen... Başınıza başka dert açmak istemiyorum."
"Onlara mı dönmek istiyorsun?" diye sordu Liam sert bir ifadeyle yüzüme bakarken. "Dinle Yeşil,
aslında beni hiç ilgilendirmez ama sana söyledikleri yalanlar her neyse doğru olmadığını bilmeye
hakkın var. Onlar bizim meleklerimiz değiller. Onların da kendi planları var ve eğer seni o kamptan
aldılarsa emin ol, senin için de özel bir planları vardır."
Başımı salladım. "Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun?"
"Pekâlâ," dedi sakin bir sesle. "O hâlde neden dönmek için bu kadar acele ediyorsun?"
Sorduğu soruda eleştirel ya da suçlayıcı en ufak bir ton yoktu. Peki, o zaman neden hâlâ kendimi
bir aptal gibi hissediyordum? Boğazımda sıcak ve uyuz bir his belirdi birden. Gelip gözlerimin
arkasında durana kadar da yukarı doğru çıkmaya devam etti. Ah Tanrım, çocuk, sanki uyutulan bir
köpeği izliyormuş gibi sempati ve acıma duygusuyla bakıyordu bana. İçimde biriken bu hissin öfke
mi utanç mı olduğunu bilmiyordum. Ama buna ayıracak vaktim yoktu.
"Hayır, ama yapamam... Sizi bu işin içine sürüklemeyi hiç istemezdim... şey, evet, yaptım ama..."
Zu'nun oturduğu yerden kalkıp bana uzandığını fark ettim. Birden derin bir nefesle olduğum yerde
zıpladım. Yüzünde beliren o ani kırgınlık, içimi büyük bir suçluluk duygusuyla doldurmuştu. Bana
yardım etmeye, nazik davranmaya çalışıyordu sadece. Ne tür bir canavarın hayatını kurtardığından
haberi bile yoktu ki.
Bilse o kapıyı asla açmazdı.
"Onlara dönmek istiyor musun?"
Chubs Liam’a, Liam ise bana bakıyordu. Ben fark etmeden yine bakışlarıyla yakalamıştı beni.
"Hayır," dedim gerçeği söyleyerek. "İstemiyorum."
Hiçbir şey söylemedi. Sadece arabayı çalıştırdı.
Ne yapıyorsun, Ruby? Kapıya uzanmak istiyordum aslında ama şimdi o kol bana o kadar uzak
geliyordu ki. Hem elim de ağırlaşmıştı. Çık dışarı. Hemen çık dışarı.
"Lee, sakın yapayım deme..." diye başladı Chubs. "Birlik peşimize düşerse..."
"Sorun yok," dedi Liam. "Onu en yakındaki otobüs durağına bırakacağız sadece."
Şaşırdım. Bu beklediğimden çok fazlaydı. "Bunu yapmak zorunda değilsiniz."
Liam itirazımı savuşturdu. "Sorun değil. Fazlasını yapamadığımız için üzgünüm. Kendimizi riske
atamayız." "Evet, haklısın," dedi Chubs. "Peki, söyler misin, onu neden daha yakındaki tren istasyonlarından
birine bırakmıyoruz?"
Yüzüne baktığımda Liam’ın beni incelediğini, dile getirmediği bir düşünceyle alnını kırıştırdığını
fark ettim. Bakışları altında kıvranırken rahatsız görünmemeye çalışıyordum. "Adın Ruby'ydi, değil
mi? Eminim şimdiye kadar anlamışsındır ama yine de tekrarlayayım; ben Liam ve arkamdaki sevgili
bayan da Suzume."
Kız utangaç bir gülümseme takındı. Başımı diğer çocuğun olduğu yöne çevirip kaşlarımı
kaldırdım. "Sanırım senin de gerçek adın Chubs değil, öyle mi?"
"Hayır," dedi burnundan soluyarak. "Liam bana kampta taktı bu ismi."
"Şey... biraz domuz gibiydi de." Liam’ın yüzünde ufak bir gülümseme belirdi. "Görünüşe göre,
açık havada ağır iş yükü ve zayıf beslenme koşulları, herhangi bir spor merkezinden daha çok işe
yarıyor. Bu konuda Zu beni destekleyecektir."
Ama Zu, bizim konuşmalarımıza aldırış etmiyordu. Kapüşonunu başına çekmiş, arka pencereden
dışarıyı görmek için kaykılmıştı. Dudakları aralanmış olsa da konuşmaya cesaret edemediği belliydi.
Yuvarlak yüzündeki tüm renk bir anda çekilmişti.
"Zu?" dedi Liam. "Neyin var?"
İşaret etmesine gerek yoktu. SUV’nin bize doğru hızlandığını görmesek bile arka cama isabet edip,
bir anda camı tuzla buz eden kurşunu fark etmemek imkânsızdı.

The Darkest Minds Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin