SİLAHTAN ATEŞLENEN TEK KURŞUN, MİNİVANIN TAM ortasından düz bir çizgi hâlinde
ilerleyerek ön camdan dışarı fırladı. Bir an, hiçbir şey yapmadan camdaki deliğe ve çevresinde
oluşan örümcek ağı şeklindeki çatlaklara bakakaldık.
"Lanet olasıca!" Liam gaza sonuna kadar bastığında araba ileri atıldı. Bir BMW’de değil de Dodge
marka karavanda olduğumuzu unutmuşa benziyordu. Aracın yüz kilometreye çıkması sanki yarım
saat sürmüştü. Siyah Betty sarsılmaya, aracın içindeki delikler ve yoldaki yarıkların da etkisiyle
zangır zangır titremeye başladı.
Rob'un SUV'sini görmek üzere arkama baktığımda, bizi izleyen arabanın kan kırmızısı bir
kamyonet olduğunu fark ettim şaşkınlıkla. Üstelik şoför koltuğundan, elinde tüfeğiyle sarkan adam da
Rob değildi.
"Sana söylemiştim!" diye bağırdı Chubs. "Sana onların Takipçi olduklarını söylemiştim!"
"Evet, haklıymışsın," diye cevapladı Rob. "Ama şimdi daha çok işe yarayacak şeyler yapmaya ne
dersin?"
Adam bir atış daha yaptığı sırada, direksiyonu tam zamanında sola kırdı. Kurşun isabet etmeden
kurtulmayı başarmıştık. Adam silahını bir kez daha ateşledi. Bu kurşun ise diğerinden daha şanslıydı.
Dördümüzün birden soluğunu keserek Siyah Betty’nin tamponuna isabet etti. Chubs ise homurdanarak
istavroz çıkardı.
Zu, koltuğunda öne doğru yatmış, göğsünü dizlerine dayamıştı. Kapüşonu başını örtse de bedeninin
nasıl titrediğini gizleyemiyordu. Elimi sırtına koyup onu aşağıda tutmaya çalıştım.
Arkamızdan başka bir kuvvetli ses daha duyuldu ama bu defa ki bir silahtan gelmiyordu.
"Neler oluyor böy..." Liam omzunun üzerinden arkasına bakmaya cesaret etti bir an. "Şaka yapıyor
olmalısınız!"
Mideme birden bir taş oturdu sanki. Kırmızı kamyonet ileri atıldığında, içindeki kahverengi saçlı,
gözlüklü kadının, kendisini sıkıştıran SUV'den kurtulmak için direksiyonu yana kırdığını gördüm. O
aracın kime ait olduğunu anlamak için şoförünü görmeme gerek yoktu. Cate ve Rob'un aracıydı bu.
Kamyonetin şoförü kimdi peki?
"Bu o!" diye haykırdı Chubs. "Söylemiştim! Bizi buldu!"
"O zaman silahlı adam kim?" diye sordu Liam. "Erkek arkadaşı mı?"
Bize ateş eden adam, şimdi camdan dışarı sarkmış, dikkatini arkasındaki araca çevirmişti. Çok
dayanamadı. SUV'den gelen bir kurşunun göğsüne isabet etmesiyle ortalık kan gölüne döndü. Bir sonraki kurşun darbesiyle birlikte nişancının cansız bedeni kamyonetin camından aşağı sarktı. Şoför
kadın, başını çevirip bakmadı bile.
Kırmızı kamyonetin, SUV’nin tamponundan kurtuluşunu izledim. Diğer şeride kaymış, şarampolün
kenarında durana dek olduğu yerde birkaç tur dönmüştü.
"Biri gitti," dediğini duydum Liam’ın. Arkama döndüğümde, Rob'un silahının, parçalanmış arka
camımızdan bana nişan almış olduğunu göreceğime emindim. Oysa Rob direksiyon başındaydı.
Elinde sımsıkı tuttuğu tüfeğiyle ön koltukta oturan kişiyse Cate'di.
"Lütfen gitmeme izin ver," dedim Liam’ın omzundan tutarak. "Onlarla döneceğim. Kimsenin
canının yanmasına gerek yok."
"Evet!" dedi hemen Chubs. "Kenara çekip indir onu!"
"İkiniz de susun!" dedi Liam, Siyah Betty'yi bir sağ bir sol şeride geçirirken. SUV bizi
kovalamaktan çok takip ediyor gibiydi. Yavaşladık mı yoksa onlar mı bir şekilde hızlandı,
bilmiyorum ama çok geçmeden SUV arka tamponumuza çarpmıştı. Emniyet kemerlerimiz bile bizi
sarsıntıdan koruyamadı.
Elini direksiyona götürerek, "Bir şey yap!" diye bağırdı Chubs.
"Deniyorum!" dedi Liam. "Konsantre olamıyorum, lanet olsun!"
Yeteneklerini kullanmaya çalışıyor. Yaşadığım dehşet içinde farkına bile varmadan anlamıştım
bunu.
Cama vuran büyük yağmur damlaları, görüşümüzü bulanıklaştırsa da Liam silecekleri
çalıştırmıyordu. Çalıştırsaydı ters yönden bize doğru gelen diğer arabayı fark edebilirdi. Çalan
korna, Liam’ı daldığı derin transtan uyandırdı.
Son anda sağ şeride geçerek, sedanla kafa kafaya çarpışmaktan kurtulmuştuk. O minik araba frene
basmasaydı arkamızdaki SUV doğrudan ezip geçerdi bizi. Zu ile aynı anda arkamıza döndüğümüzde,
SUV’nin de sağ şeride geçerek çarpışmadan kıl payı kurtulduğunu gördük. Cate çabucak
toparlanmayı başarmıştı ve biz daha soluklanmadan yeniden peşimize düşmüşlerdi.
"Liam," diye yalvardım. "Lütfen yalnızca kenara çek. Size bir şey yapmalarına izin
vermeyeceğim!"
Geri dönmek istemiyorum.
Geri dönmek istemiyorum.
Geri dönmek...
Gözlerimi sımsıkı kapadım.
"Yeşil!" dedi Liam düşüncelerimi bölerek. "Araba kullanabilir misin?"
"Hayır..."
"Chubs'dan daha iyi görebilir misin peki?"
"Belki, ama..."
"Harika!" diyerek koluma uzandı. "Öne gel bakalım."
Siyah Betty'ye bir kurşun daha isabet etmiş gibi suratını asmıştı. "Hadi ama, bisiklet kullanmaktan
bir farkı yok ki. Sağdaki pedal gaz, soldakiyse fren. Yönünü de direksiyonla ayarlayacaksın. Tek
bilmen gereken bu. Anladın mı?"
"Bekle!" Ama belli ki bu konuda söz hakkım yoktu. SUV bir darbe daha indirmek üzere yaklaştığı
sırada direksiyonu yeniden sola kırdı. Hızlanmak yerine sert bir fren yaptı. Siyah Betty patinaj yaparak durmuş, SUV ise yanımızdan hızla geçip gitmişti.
Her şey karşı koyamayacağım kadar hızlı olmuştu. Emniyet kemerini çözdü ve ayağa kalkarken
beni de şoför koltuğuna çekti. Araba ileri doğru kayarken panikleyip ayağımı fren pedalı olduğunu
düşündüğüm şeye bastım. Siyah Betty ileri doğru atıldığında bu sefer çığlık atma sırası bendeydi.
SUV toparlandığı sırada, "Fren solda!" diye bağırdı ön panele doğru savrulan Liam. Rob, aracı
çevirip hızlanırken tekerleklerden çıkan sesi duyabiliyordum. "Gaza bas!"
"Neden o kullanamıyor?" diye sordum şaşkınlık içinde.
Chubs yolcu koltuğunu, üzerinden tırmanıp arkaya geçecek kadar geri itmiş, Liam ise onun yerine
geçmişti.
"Çünkü," dedi camı aşağı indirerek. "Üç metre önünü bile göremez o. Bana güven, arabayı onun
kullanmasını istemezsin, güzelim. Şimdi, bas gaza!"
Bana söyleneni yaptım. Araba yine öne doğru atıldığındaysa yüreğim ağzıma geldi. Tekerlekler
ıslak asfaltta hızla yol alıyordu.
Liam aşağı indirdiği camın üzerine oturmuş, dışarı sarkıyordu. "Daha hızlı!" diye seslendi.
Şakır şakır yağan sağanak yağmurun altındaydık ama ben arabayı son hızla üzerine sürerken
SUV’nin farları sisi delip geçiyordu. O kadar hızlanmıştık ki direksiyon avuçlarımın içinde
sallanıyor, canlıymış gibi titriyordu. İçimde yükselen çığlığı bastırıp ayağımı yavaşça gazdan çektim.
Fakat Liam bunu hemen fark etmişti.
"Hayır, hızlanmaya devam et!"
"Lee," dedi Chubs. "Bu delilik! Ne yapmaya çalışıyorsun?"
O kadar sessizdi ki orada olduğunu bile unutmuştum. Hız göstergesi sekseni, doksanı, doksan beşi
geçtiğinde zaten ortamda olan bitenlere dikkat kesilmeyi bırakmıştım.
İşte o zaman her şey cehenneme döndü.
Binlerce balon gücünde korkunç bir patlama sesi duyuldu ve minivan hızla dönmeye, direksiyon
parmaklarımın arasında dans etmeye başladı. Tekerlek patlamış olmalıydı.
"Düzelt!" diye bağırıyordu Liam. "Arabayı düzelt!"
"Şş...!" Göğsüme çarpan emniyet kemerinin darbesiyle nefesim kesilmiş olsa da boşta dönen
direksiyonu son anda kontrol altına alıp aracı yeniden düzleştirmeyi başardım. Araba, arkasında izler
bırakarak yoluna devam ediyordu. Şimdi yeniden SUV ile karşı karşıyaydık ve ikinci kez üzerlerine
sürüyorduk.
"Onlara doğru sürmeye devam et... durma!" dedi Liam
Ama tekerlek, diye düşündüm direksiyonu sıkıca tutarken,tekerlek...
Chubs, camdan dışarı fırlamaması için uzanıp Liam’ın bacaklarını sıkıca yakaladı. "Bırak beni!"
diye çıkıştı Liam. "Ben iyiyim, şimdi onu buldum!"
Liam’ın "onu" derken neyi kastettiğini, ancak dikiz aynasından bakıp, Liam’ın bir el hareketiyle
ormanın içinden son sürat SUV’nin üzerine fırlayan karanlık ağaç kütüğünü görünce anladım.
Rob, o sırada üzerlerine süren minivana odaklandığından arabayı kütüğün yolundan çekecek vakti
olmamıştı. Enkazın yolundan çekilebilmek için deli gibi direksiyonu çevirmeye başladım. Rob
arabanın yönünü döndürmeye çalışırken, direksiyonu fazla kırmasıyla birlikte kırılan camların ve
ezilen metalin sesleri yükselmişti. Yan aynadan baktığımda SUV’nin, üzerinden çıkan dumanlarla yan yattığını gördüm. Yanı başındaysa parçalara ayrılmış ağaç kütüğü, çarpışmanın etkisiyle
yuvarlanmaya devam ediyordu.
"Ne yaptın sen?" Rüzgârın ve yolun gürültüsünden sesimi duyurabilmek için bağırmam gerekmişti.
"Ben sanıyordum ki..."
Küle dönmüş rengiyle soruma cevap veren Chubs oldu. "Şimdi anlıyor musun? Durmayacaklardı."
Liam camdan içeri girdi ve uzun bir iç çekişle yeniden yerine oturdu. Saçları darmadağın olmuş,
her yanı yaprak ve dallar içinde kalmıştı.
"Pekâlâ, Yeşil," dedi hiç tereddüt etmeden. "Arka tekeri patlattılar o yüzden jantın üzerinde
gidiyorsun. Sadece düz gitmeye devam et ve yavaşlamaya başla. Bir sonraki rampada yer
değiştiririz."
Çenemi o kadar sıkmıştım ki canım yanıyordu.
"Sen iyi misin Zu?" diye sordu. Kız, iki başparmağını da havaya kaldırarak durumunu özetledi.
Arabanın içinde parlayan tek renk, ellerindeki eldivenlerin sarısıydı.
"Ben de iyiyim, sorduğun için teşekkürler," dedi Chubs. Mavi gömleğini düzeltirken gözlükleri
yüzünde yamuk duruyordu. Sonra öne doğru eğilip Liam’ın başının arkasına vurdu. "Ve bu arada sen
aklını mı kaçırdın? Yüksek hızla giden bir arabadan fırlayan bir bedene ne olacağı hakkında bir
fikrin var mı?"
"Hayır," diye araya girdi Liam. "Ama sanırım on bir yaşında bir çocuğun duymaması gerekecek
kadar çirkin bir şeydir."
Zu’ya baktım. On bir mi? Bu doğru olamazdı...
"Ah, onu kurşunların önüne atabiliyorsun ama korkutucu bir hikâye duymasından korkuyorsun,
öyle mi?" Chubs kollarını bağlamıştı.
Liam, uzanıp yatırılmış olan koltuğu yeniden dik konuma getirdi. Arkasına yaslandığındaysa
yüzünü buruşturmuş, yumruklarını sıkmıştı. Gözünün hemen üstünde yeni oluşmuş bir kesik
seçilebiliyordu. Çenesinden kan damlıyordu.
Yağmurun içinde, yeşil otoyol tabelasını gördüm. Üzerinde yazan kasaba ya da yol adının hiçbir
önemi yoktu. Ben sadece şu yoldan ve şoför koltuğundan kurtulmak istiyordum.
Ayağımı gazdan çektiğim sırada tüm bedenim uyuşmuştu. Bitkindi. Minivan rampayı yavaşça takip
etti ve rampa bittiğinde kendi kendine durdu. Kalbimin hâlâ yerinde olduğundan emin olmak için
hemen elimi göğsüme götürdüm.
Liam uzanıp el frenini çekti.
"İyi bir iş çıkardın," diye başladı. Sesi, beklediğimden daha sessizdi. Maalesef yine de içimde
saldırmaya hazır bekleyen o öfkeli yılanı yatıştırmaya yetmemişti bu.
Uzanıp koluna bir yumruk indirdim. Sertçe.
"Ah!" diye bağırdı şaşkın gözlerle geri çekilirken. "Bu ne içindi?"
"Bu, hiç de bisiklet kullanmaya benzemiyordu, seni pislik!"
Bir an titreyen dudaklarıyla yüzüme baktı. İlk kahkahayı patlatansa Suzume'ydi. Sonu gelmez iç
çekişlerle zıplaya zıplaya gülüyor, kıpkırmızı olmuş yüzüyle nefesi kesiliyordu. Yağmuru bastıran bu
tek sesle saniyeler geçti. Ta ki Chubs yüzünü ellerinin arasına alıp uzun uzun homurdanmaya
başlayana kadar.
"Ah, evet," dedi Liam kapısını açarken. "Gruba iyi uyum sağlayacaksın."Liam, arka tekerleği tamire başladığı sırada yağmur da yavaşlayarak çisentiye dönüşmüştü. Ben
şoför koltuğundaki yerimden kıpırdayamamıştım bile çünkü hâlâ ne yapacağımdan emin değildim.
Diğer iki çocuk da Liam’ın arkasından aşağı inmiş; Suzume arka tekerlekle uğraşan Liam’ın yanına,
Chubs ise ters istikamete yönelmişti. Çatlamış camın ardından Monongahela Ulusal Ormanı'nı işaret
eden bir tabelanın yanına gidişini izledim. Bir dakika sonra arka cebinden bir şey -ciltli bir kitap-
çıkarıp yolun kenarına oturdu. İmrenmenin biraz ötesinde bir hisle gözlerimi kısıp kitabın adını
okumaya çalıştım ama kapağın yarısı yoktu. Diğer yarısıysa elinin altında kalmıştı. Gerçekten okuyor
muydu yoksa sadece yazılara mı bakıyordu bilmiyordum.
Eğer tabelalar doğruysa Batı Virginia'daki Slaty Fork’a sürüklemiştim bizi. İlk bakışta bir taşra
yolu sandığım bu yol, meğer hiçliğin ortasında uzanan 219. Otoyolmuş. Marlinton’da hiç insan
kalmamış olabilirdi ama Slaty Fork'ta da pek kimseye rastlanabildiği söylenemezdi.
Şoför koltuğundan kalkıp minivanın arkasına doğru yürümeye başladım. Ellerim, kanımda dolaşan
son adrenalin damlasını da silkip atmak ister gibi titriyordu hâlâ. Rob ve Cate’in verdiği sırt çantası
arka koltuğa düşmüş, birkaç gazete sayfası ile boş bir cam temizleme şişesinin altında kalmıştı.
Çantayı alıp yanına oturdum. Üç yıllık gazete artık iyice sertleşmişti. Birinin büyük bir yaratıcılıkla
Sonsuz Gençlik adını verdiği bir yüz kremine ayrılmıştı yarım sayfa.
Gerçek bir haber bulma ümidiyle sayfayı çevirdim. Rehabilitasyon kamplarını öven bir yazı
okuduktan sonra Psi çocuklarına artık açık açık "saatli mutant bombası" dendiğini öğrenmek beni
öfkelendirmekten çok eğlendirdi. Aynı sayfada kısa bir de isyan haberi vardı. Muhabir, bunun "Batı ve
Doğu hükümetleri arasında, yeni doğum yasası konusunda artan gerilimin bir sonucu" olduğunu
iddia ediyordu. Sayfanın en sonunda, tren kondüktörleri grevinin yıl dönümüyle ilgili ufak bir
haberin hemen altında, Clancy Gray’in bir fotoğrafı vardı.
"Başkan’ın oğlu Çocuk Birliği duruşmasına katılıyor," yazıyordu alttaki başlıkta. Konunun özünü
anlamak için iki üç satır okumak yetmişti: Başkan, başarısız bir suikast girişiminin ardından evinden
çıkamayacak kadar korkak olduğundan pis işlerini yaptırmak için ucube oğlunu görevlendirmişti.
Clancy şu an kaç yaşındaydı acaba? Thurmond'daki fotoğraflar gazetedekinin aynısıydı ve orada en
fazla on bir, on iki yaşında görünüyordu. Ama şimdi on sekizine yaklaşmış olmalıydı. Bizim
standartlarımıza göre bunak sayılırdı.
Gazeteyi tiksintiyle elimden bırakıp yeniden sırt çantama uzandım. Rob içinde yeni kıyafetler
olduğunu söylemişti ve eğer söyledikleri doğruysa Thurmond üniformamdan sonsuza dek
kurtulabilecektim.
Düz beyaz bir gömlek, bir kot, bir kemer ve fermuarlı bir kapüşonlu.
Camdaki tıkırtıyı duyunca öyle korktum ki az daha dilimi ısırıyordum. Liam’ın gergin yüzü
belirmişti camda. "Bakmam için kıyafetleri getirir misin? Sana bir şey göstermem gerek."
Gözlerinin üzerimde olduğunu hissettiğim an, bedenimdeki her bir kemik, her bir kas ve her bir
eklem dikkat kesildi. Ağzımda belli belirsiz kan tadıyla sürgülü kapıdan aşağı atladım ve dönüp
minivana şöyle bir baktım. Bunun mümkün olup olmadığını bilmiyorum ama sanki ilk hâlinden bile
berbat görünüyordu. Sanki lavaboya sıkışıp, çöp öğütme makinesinden geçmiş bir oyuncak araba gibiydi görüntüsü. Parmaklarımı yan paneldeki yeni deliklerden birinin üzerinde gezdirdim. Kurşun,
ince metali delip geçmişti.
Liam, tüm gücüyle stepneye tutunan Zu'nun yanına çömelmişti. Krikoyla aracı kaldırıp arka sağ
tekerleği değiştirecekti. Arkalarına geçtiğim sırada gördüm olanları. Liam elini bir kez salladığı
anda, jant kapağındaki tüm vidalar onun emriyle sökülüp yerde toplandılar.
Mavi, diye düşündüm. Liam Mavi'ydi. Peki ya diğerleri?
"Pekâlâ," dedi. Gözünün önüne düşen bir tutam açık renk saçı üfleyerek uzaklaştırdı. "Üzerine
giyeceğin şu gömleği çıkart."
"Ben... Ben burada üzerimi değiştiremem," dedim.
Gözlerini devirdi. "Ciddi misin? Birkaç saat içinde Birlik ajanları peşimize düşecek ve sen iffetin
için endişeleniyorsun, öyle mi? Öncelikler, Yeşil. Gömleği çıkart."
Onu bir an için izledim. Ne aradığımdansa ben bile emin değildim.
"Yakasına bak," dedi Liam. Ayağının dibine bir vida daha koydu. "Bir çıkıntı hissedeceksin."
Hissettim. Küçücük, en fazla bir bezelye kadar olan çıkıntı, gayet sıradan görünen gömleğe
dikilmişti.
"Ön koltuğun altında Chubs’ın küçük, süslü bir kız çantası olacak," dedi. "Eğer bunu giymeyi
düşünüyorsan gömleğin üstündeki takip çipini kesmen gerek."
Küçük, süslü kız çantası, iplik, makas ve bir parça nakıştan oluşan bir dikiş setiydi aslında. Biri
(Chubs?) bir parça kumaşın üzerine kusursuz bir siyah kare işlemişti. Parmağımı çıkıntılı yüzeyinde
gezdirirken bu işareti dikkatle inceledim.
"Hem zaten üzerindeki üniformayı çıkarsan iyi olur," dedi Liam. "Ama pantolonu ve kapüşonluyu
da kontrol ettiğinden emin ol. Şu çiplerden birden fazla varsa hiç şaşırmam çünkü."
Yine haklıydı. Bir tane kot pantolonun beline, bir tane kapüşonlunun uç kısmına, hatta bir tane de
kemerin iç kısmına yapıştırılmış çip buldum. Bir kız için dört takip çipi. Ah, tabii bir de sırt
çantasının kendisine iliştirilen çip vardı.
Liam, tekerleği düşündüğümden daha hızlı değiştirmişti. Zu, vidaları yerlerine yerleştirmesine
yardım ettikten sonra krikoyu yavaş yavaş indirdiler. Liam aletleri kıza uzattığında, Zu onları bagajda
tam olarak nereye koyacağını gayet iyi biliyor gibiydi.
"Ver," dedi bana elini uzatırken. "Ben onların icabına bakarım." Takip çiplerini ona uzatırken elim
titriyordu. Aldığı aletleri yere fırlattığı gibi topuğuyla bir güzel ezdi.
"Anlamıyorum..." diye başladım. Fakat aslında bir açıdan doğru değildi bu. Yeniden yakalanmam
ya da ayrılmamız hâlinde beni izleyebilecekleri bir sistemleri olmasa beni kaçırmak için onca
zahmete girmezlerdi.
Liam’ın elinin bana doğru uzandığını gördüğümde, dokunuşunun düşüncesi tüm benliğime bir
korku dalgası yayılmasına sebep olmuştu; aramıza olabildiğince mesafe koymak için geri
zıplamıştım. Yine de yeterince uzak değildi. Eli aramıza düşmüştü ama avcunun içinden yayılan
sıcaklığı omzumda hissediyordum. Sanki elini oraya koymuş gibi. Kollarımı göğsümün üzerinde
kavuştururken, içimde endişe ve suçluluk karışımı bir duygu büyüyordu. Bir kez daha sıçramamak
için ayakkabılarımdaki Psi kimlik numarama odaklanmaya çalıştım.
Beş yaşındaki ürkek bir çocuk gibi davranıyorsun, dedim kendi kendime. Böyle yapmaktan vazgeç
artık. O da sadece bir çocuk.
"Çocuk Birliği'nde sana pek çok yalan söylerler ve bunlardan en büyüğü de özgür olduğundur,"
dedi. "Sevgiden, saygıdan, aileden bahsederler ama ben çocuğunun üzerine takip çipi yerleştirip,
sonra da onu vurulup havaya uçurulması için bırakan bir aile duymadım hiç."
"Ama onları öldürmek zorunda değildik," dedim. Sırt çantasını tutan parmaklarım iyice gerilmişti.
"İçeride bir başka çocuk daha vardı. Martin... O bunu... o bunu hak etmemişti..."
"Şeyden mi bahsediyorsun..." Liam ellerindeki kir ve yağı kot pantolonuna sürerek temizledi. "Hani
şu..." Elleriyle Martin’in tombul hatlarını ifade ettiğini düşündüğüm belirsiz bir hareket yapıyordu. "O
çocuk mu?"
Başımla onayladım.
"Ağaç onlara tam olarak çarpmadı," dedi Liam arabanın sürgülü kapısına yaslanarak. "Hâlâ hayatta
olabilirler."
Liam kapıya doğru bana eşlik ettikten sonra Chubs’ı çağırmak için ıslık çaldı. O sırada Siyah
Betty'ye doğru gelen Zu'nun da ayak seslerini işittim.
"Bak," diye devam etti Liam. "Hepsinin üzerinde takip çipi var. Eminim başka bir Birlik ajanı kısa
bir süre sonra yardıma gelecek. Eğer istersen geri dönebilirsin ya da sana daha önce de söylediğim
gibi seni otobüs durağına götürebiliriz."
Ellerim hâlâ yanımda, yüzümse açık bir gökyüzü kadar ifadesizdi. Yine de onu kandıramayacaktım.
Sanki yüzümden kolayca okunabiliyormuş gibi suçluluk duygumu hemen fark etmişti. "Bak, kendi
hayatını yaşamak istemek... Bu seni kötü bir insan yapmaz."
Bir yüzüne bir de önümüzdeki yola çevirdim bakışlarımı. Şimdi her zamankinden daha da
şaşkındım. Bana yardım etmek istemesi hiç de mantıklı değildi. Ona güvenen ve korumak istediği iki
insan zaten vardı hayatında.
Liam bana kapıyı açıp çenesiyle içerideki boş koltuğu işaret ettiğinde, ben daha onlarla kalmanın
sonuçlarını bile düşünemeden Chubs’ın kolu uzandı ve gözlerimin önünde kapıyı bir hışımla kapattı.
"Chubs..diye uyardı Liam.
"Neden," diye başladı Chubs, "Çocuk Birliği ile birlikteydin?"
"Hey tamam ama," diye araya girdi Liam. "Bu bir soru-cevap oyunu değil. Yeşil, sen..."
"Hayır," dedi Chubs. "Bu sizin kararınız. Sen ve Suzume’nin. Eğer bizimle kalacaksa bu insanın
kim olduğunu ve onu geri almak isteyen silahlı kaçıkların neden bizi kovaladıklarını bilmek
istiyorum."
Liam ellerini teslim olurcasına havaya kaldırmıştı.
"Ben..." Onlara yalan olduğu anlaşılmayacak ne söyleyebilirdim? Başım dönüyordu.
Düşünemeyecek kadar harap bir hâldeydim. "Ben..."
Zu parlayan gözleriyle beni cesaretlendiren bir bakış attı.
"Kontrol kulesinde ayak işlerini yapıyordum," dedim birden. "Birlik’in ulaşmak istediği bilgisayar
sunucu erişim kodlarını gördüm. Fotoğrafik bir hafızam vardır, sayılar ve şifrelerle de aram iyidir."
Muhtemelen şansımı fazla zorluyordum ama görünüşe göre bana inanmışlardı.
"Ya arkadaşın? Onun olayı nedir?"
Onlar bana baktıkça huzursuzlanmamak elde değildi. Kendine gel, Rııby.
"Martin mi?" dedim kendi kulaklarımı bile zorlayan yüksek bir sesle. "Onu ilk kez dün gördüm.
Onun hikâyesi ne bilmiyorum. Sormadım." Martin’in hikâyesinin ne olduğunu gerçekten de bilmek istemezdim.
Chubs minivanın yan tarafına indirdi elini. "Bana bu anlattıklarına inandığını söyleme, Lee. Biz
kaçtığımızda kampımızdaki herkesi tanıyorduk."
Kaçmak. Gerçekten kaçmışlar mıydı? Şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırmıştım. Sonra birden,
"Gerçekten mi? Üç bin kişiyi de mi?" diye sordum.
İki çocuk da aynı anda bir adım geri çekildiler.
"Kampınızda üç bin çocuk mu vardı?" diye sordu Liam.
"Neden?" Bakışlarımı sırayla yüzlerinde dolaştırıyordum. "Sizinkinde kaç kişi vardı ki?"
"En fazla üç yüz," dedi Liam. "Emin misin? Üç bin mi?"
"Yani tabii bize resmi rakamları falan vermemişlerdi. Her kulübede otuz çocuk vardı ve yaklaşık
yüz kulübe vardı. Eskiden daha da kalabalıktık ama Kırmızılar, Turuncular ve Sarıları gönderdiler."
Görünüşe göre onu fazlasıyla şaşırtmıştım. Liam boğazını temizledi. "Lanet olsun," dedi sonunda.
"Hangi kamp bu?"
"Bu sizi ilgilendirmez," dedim. "Ben size nereden geldiğinizi sormuyorum."
"Ohio, Caledonia'daydık," dedi Chubs, Liam’ın sert bakışını görmezden gelerek. "Bizi, terk edilmiş
bir ilkokulun içine kapatmışlardı. Sonra da kaçtık işte. Sıra sende."
"Neden? Beni en yakın PÖK istasyonuna ihbar edin diye mi?"
"Evet, çünkü oraya elimizi kolumuzu sallayarak girip rapor verebiliyoruz askerlere, değil mi?"
Bir süre sonra derin bir iç çekişle, "Pekâlâ," dedim. "Thurmond'daydım."
Cümlemin ardından gelen o ölüm sessizliği, önümüzdeki yoldan bile uzundu sanki.
"Sen ciddi misin?" dedi Liam sonunda. "Çılgın Thurmond, şu FrankenÇocukların olduğu
Thurmond?"
"Testleri bıraktılar," dedim tuhaf bir şekilde savunmaya geçerek.
"Hayır, ben sadece... ben..." dedi Liam alelacele. "Ben oranın tamamen dolduğunu düşünüyordum.
Bu yüzden bizi Ohio’ya göndermişlerdi."
"Kampa gittiğinde kaç yaşındaydın?" Chubs’ın kelimeleri ne kadar özenle seçtiği anlaşılsa da
sesindeki ümitsizlik her hâlinden belli oluyordu. "Ufaktın, değil mi?"
Kendimi durdurmaya fırsat bulamadan cevap dudaklarımdan döküldü. "Onuncu doğum günümün
ertesiydi."
Liam bir ıslık çaldı. İçeride olduğum süre boyunca Thurmond'un ününün dışarıya ne kadar
yansıdığı düşüncesi aklımı kurcalamaya başlamıştı. Orada olanları kim anlatıyordu ki dışarıdakilere?
Çalışan eski PÖK askerleri mi?
Ve eğer insanlar biliyorsa neden kimse bize yardıma gelmiyordu?
"Siz Caledonia’da ne kadar kaldınız?"
"Suzume iki yıldır oradaydı. Ben bir buçuk yıl, Lee de yaklaşık bir yıldır."
"Bu..." Beynimin içinde kısık, çirkin bir ses fısıldıyordu. Bu kadarcık mı? Ama aslında daha büyük
bir parçam orada kalınan sürenin hiçbir anlamı olmadığını biliyordu. Bir yıl ya da bir gün... Ne fark
ederdi ki? O kamplardan birinde geçirilen bir dakika bile insanın ruhunu darmaduman etmeye
yeterdi.
"Peki, kaç yaşındasın? On altı? On yedi?" "Bilmem," dedim. Dediğim anda da bu düşünceyle tüm bedenimin sarsıldığını hissettim. Gerçekten
emin değildim... Sam, altı yıl geçtiğini söylüyordu ama yanılıyor olabilirdi. Thurmond’da, bildiğimiz
usulde tarihi takip edemezdik. Mevsimlerin geçtiğini fark etsem de bir süre sonra onu da bırakmıştım.
Büyüdüğümü ve her kış bir yaş daha aldığımı biliyordum ama bu ... bu şimdiye kadar hiç de önemli
gelmemişti. "Hangi senedeyiz?"
Chubs homurdanarak bakışlarını göğe çevirip gözlerini devirdi. Bir şey söylemek üzere ağzını
açacaktı ki yüzüme dikkatlice bakınca vazgeçti. Ne tür bir ifade takındığımdan emin değildim ama
öfkesini iki saniyede silmeye yetmişti. Kıstığı gözleri, acıma duygusuna çok benzer bir duyguyla
yeniden açıldı.
Ve Liam... o da tamamen çözülmüş gibiydi.
Ensemdeki saçların karıncalanmaya başladığını hissettim. Parmaklarım üniformamın şortuyla
oynuyordu. İstediğim son şey -en son şey- bir grup yabancının acıyan bakışlarıydı. Endişelerimi ve
korkumu bile bastıracak bir pişmanlık duygusu sardı benliğimi. Hiçbir şey anlatmamalıydım, yalan
söylemeli ya da sorulardan kaçmalıydım. Thurmond'un nasıl bir yer olduğunu bilmeleri ve orada
başımdan neler geçtiğini düşünmeleri bana acımalarına yetmişti zaten. Bunu yüzlerinde
görebiliyordum ve bu, canımı umduğundan daha çok yakıyordu. Bir fare olduğumu zannediyorlardı
aslında. Ancak aralarına bir canavar aldıklarından haberleri yoktu henüz.
"O hâlde on altı," dedim Liam yılı söylediğinde. Demek Sam haklıydı.
Canımı sıkan başka bir şey daha vardı. "Hâlâ yeni kamplar yaratıp çocukları oralara mı
yolluyorlar?"
"Artık o kadar çok değil," dedi Liam. "En genç grup, yani Zu'nun yaşındakiler en büyük darbeyi
aldı. İnsanlar o kadar korktular ki daha hükümet yeni doğumları yasaklamaya kalkışmadan doğum
oranları iyice düştü. Hâlâ kampa gönderilen çocukların birçoğu bizim gibiler. Toplamalar sırasında
kaçanlar ya da kaçmaya çalışanlar."
Söylediklerini düşünerek başımı salladım.
"Thurmond’da," diye başladı Chubs. "Onlar gerçekten de şey yapıyor muydu...?"
"Sanırım bu kadar yeter," dedi Liam hemen. Chubs’ın kolunun üzerinden uzanarak kapıyı bir kez
daha açtı benim için. "O senin sorularını cevapladı, biz de onunkileri. Şimdi, hava hâlâ güzelken yola
çıkmamız gerek. Hadi!"
Arabaya ilk binen Zu oldu. Ardından, ikisinin de yüzüne bakmadan ben bindim ve uzanıp tüm o
istenmeyen sorulardan kurtulabileceğim en arka koltuğa geçtim.
Chubs ön yolcu koltuğuna otururken bana son bir bakış atmıştı. Dolgun dudaklarını öyle sıkı
kapamıştı ki renksiz bir hâl almışlardı. Sonunda dikkatini yeniden kucağındaki kitaba çevirmiş ve
orada değilmişim gibi davranmaya başlamıştı.
Liam kontağı çevirdiğinde, tüm bedenim Siyah Betty ile birlikte sarsıldı. Uzun bir süre boyunca
aramızda konuşmaya gönüllü olan tek kişi Siyah Betty olmuştu.
Yağmur hâlâ yağıyor, arabanın üzerine gri bir ışık düşürmeye devam ediyordu. Camlar
buğulanmıştı; dakikalarca yağmuru izlemekten başka hiçbir şey yapmadım. Ön camdan arabaların
yanan farkları görünse de havanın kararmasına daha çok vardı.
Sonunda Chubs radyoyu açtı ve sessizlik birden Amerika’nın yaşadığı petrol krizi ve Alaska'daki
yeni petrol kuyusu çalışmaları hakkında bir konuşmayla bozuldu. Hâlihazırda uyuklamıyor olsaydım duygusuz spikerin monoton sesi beni derin bir uykuya sürüklerdi.
"Hey, Yeşil," diye seslendi Liam. "Bir soyadın var mı?"
Yalan söylemeyi ve olmadığım bir kişi olduğumu söylemeyi düşündüm ama bu doğru gelmedi. Bu
insanlara kendimi açsam bile beni kısa bir süre içinde unutacaklardı zaten.
"Hayır," dedim. Bir Psi numaram ve büyükannemden aldığım bir ismim vardı. Gerisi önemsizdi.
Liam, direksiyona hafif hafif vuran parmaklarıyla yeniden yola döndü. "Anladım."
Ellerimle yüzümü kapatıp başımı arkama yasladım. Fırtına bulutları dağılıp yerini el değmemiş
pürüzsüzlükte bir geceye bıraktığı sırada uykuya daldım. Yağmur sesi olmaksızın yalnızca arabanın
hoparlörlerinden yükselen sessiz şarkıyı ve Liam’ın ona eşlik eden sesini duyuyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Darkest Minds
Fantasy"En parlak zihinler, en karanlık olanlardır!" Adım Ruby. Hepinizden farklıyım. Aklınızın derinliklerinde gezinebilir, anılarınızı hiç yaşamamışsınız gibi silebilirim. Henüz on yaşındayken Thurmond'daki bu rehabilitasyon kampına gönderildim. Hem de k...