UYKUYA NASIL DALDIĞIMI HATIRLAMIYORUM.
Sabah gözümü açtığımda öyle şiddetli titriyordum ki yataktan aşağı düşüp kafamı yanımdaki
ranzanın demirine çarptım.
Ani gürültü ve ranzasındaki sarsıntı yüzünden Vanessa’nın ödü kopmuş olmalıydı. "Ne oluyor
böyle? Rııby? Sen misin?" diyen sesini duydum.
Ayağa kalkamıyordum. Ellerini yüzümde dolaştırdığını hissedebiliyordum. Artık fısıldamayı
bırakıp adımı haykırdığını duysam da karşılık veremedim.
"...acil durum düğmesi!" Ashley’nin ağırlığı bacaklarımın üzerindeydi. Bilincim bir açılıp bir
kapanıyordu. Ancak o olduğunu anlamıştım. Göz kapaklarımın ardında kör edici beyazlıkta bir ışık
yanıyordu. Biri ağzıma bir şey soktu; plastik, sert bir şey. Kan tadı alsam da bunun dilimden mi yoksa
dudaklarımdan mı geldiğini anlayamıyordum.
Bir çift el beni yerden kaldırıp bir başka yüzeye bıraktı.Hâlâ gözlerimi açamıyordum. Göğsüm ise
alevler içindeydi. Titrememi bir türlü durduramıyor, kol ve bacaklarımı kontrol edemiyordum.
Sonra biberiye kokusu aldım. Önce yumuşak, serin ellerin göğsüme bastırdığını hissettim.
Ardından koca bir hiçlik.
Yüzüme bir tokat yemiş gibi aniden uyandım.
"Ruby," diye seslendi biri. "Hadi, beni duyabildiğini biliyorum. Uyanmak zorundasın."
Gözüme dolan parlak ışık yüzünden göz kapaklarımı güç bela açabildim. Yakınlarda bir yerde bir
kapı açılıp kapandı.
"Bu o mu?" diye sordu biri. "Onu sakinleştirecek misin?"
"Hayır, gerek yok," diye cevapladı ilk ses. O sesi tanıyordum. Tanıdık ses, tatlılığını korusa da bu
defa biraz daha sert bir tondaydı. Dr.Begbie beni koltuk altlarımdan tutup doğrulttu. "O güçlü.
Bununla baş edebilir."
Korkunç bir şey kokuyordu. Hem asit hem de çürümüş bir şey gibi. Gözlerimi kocaman açtım.
Dr.Begbie yanımda diz çökmüş, burnumun altında bir şey sallıyordu.
"Ne...?"
Duyduğum diğer ses, bir başka genç kadına aitti. Koyu kahverengi saçları ve solgun teni, en çarpıcı
özellikleriydi. Onu izlediğimin farkına varmadan mavi önlüğünü çıkarıp Dr.Begbie'ye attı.
Nerede olduğumuz hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Minik oda, şişeler ve kutular dizilmiş
raflarla doluydu. Dr.Begbie’nin beni ayıltmak için kullandığı şey her ne ise onun dışında herhangi bir koku alamaz olmuştum.
"Bunları giyin," dedi Dr.Begbie beni ayağa kaldırarak. Bacaklarımın hazır olup olmamasının bir
önemi yoktu. "Hadi ama Ruby, acele etmemiz gerek."
Bedenim ağırlaşmış, tüm eklemlerim tutmaz olmuştu. Ama bana söyleneni yapıp doktor önlüğünü
kendi üniformamın üzerine geçirdim. Ben giyinirken Dr.Begbie de diğer kadının ellerini gümüş
rengi bir bantla arkadan bağladı. Sonra da ayaklarını bağlamak için yere eğildi.
"Onlarla Harvey’de buluşacaksınız. 215 numaralı rotayı izlediğinize emin olun."
"Biliyorum, biliyorum," dedi Dr.Begbie bir parça daha bant kopartıp kadının ağzına yapıştırırken.
"İyi şanslar."
"Ne yapıyorsun?" diye sordum. Konuşurken boğazımın da ağzımın da kuruduğunu fark ettim.
Doktor saçlarımı geriye toplayıp yaptığı dağınık topuzu bir bantla sabitledi. O, diğer kadının kimlik
kartını boynuma takıp yüzüme de bir ameliyat maskesi geçirirken diğer kadın da bizi izliyordu.
"Çıkar çıkmaz sana her şeyi anlatacağım ama şimdi vakit kaybedemeyiz. Yirmi dakika içinde
devriye gezmeye başlayacaklar," dedi. "Hiç konuşmamalısın, anladın mı? Bana eşlik et."
Başımla onaylayıp beni karanlık odadan revirin loş koridoruna çıkarmasına müsaade ettim.
Bacaklarım beni yine hayal kırıklığına uğratacak gibi olsa da doktor bütün soğukkanlılığıyla durumu
idare ediyordu. Kollarımdan birini omzuna atarak ağırlığımın çoğunu üzerine almıştı.
"Hareket ediyoruz," diye mırıldandı. "Kameraları normal pozisyonlarına çevir."
Döndüm ama konuştuğu ben değildim. Yakasına taktığı altın renkli kuğuya doğru konuşuyordu.
"Tek kelime etme," diye yeniden uyardı beni uzun bir koridora döndüğümüz sırada. Öyle hızlı
ilerliyorduk ki önünden geçtiğimiz deney bölmelerinin beyaz perdeleri hışırdıyordu rüzgârımızdan.
Yanlarından geçtiğimiz PÖK askerleri bizi görür görmez yolumuzdan çekiliyorlardı.
"Pardon! Pardon!" diye sesleniyordu Dr.Begbie. "Bunu acil eve götürmeliyim."
Bense bakışlarımı, ayaklarımın altından kayıp giden karolardan ayırmıyordum. Başım hâlâ o kadar
çok dönüyordu ki kartının kapı kilidinde çıkardığı sesi duyup, kafama düşen ilk serin yağmur
damlalarını hissedene kadar dışarı çıktığımızın farkına bile varmamıştım.
Gecenin her saati, kampın dört bir yanına yayılmış o devasa stadyum ışıkları açık olurdu. Bunlar
bana bir tek futbol müsabakalarını, taze kesilmiş çimlerin kokusunu ve babamın kendisini
parçalarcasına eski lise takımına tezahürat yaptığı zamanlarda giydiği kırmızı formasını hatırlatırdı.
Revirin arka kapısından kayalık otoparka kadar düşe kalka kısa bir yolculuk yapmıştık.
Halüsinasyon görüp görmediğimden bile emin değildim. Sesler arada bir bulanıklaşsa da
ayaklarımın altında takırdayan çakıl taşlarının sesini ve "Orada her şey yolunda mı?" diye bağıran
adamı duymamam imkânsızdı.
Görmesem de Dr.Begbie’nin gerildiğini hissedebiliyordum. Omzundan destek alıp doğrularak
yürümeye devam etmek istesem de bacaklarım artık tutmuyordu.
Gözlerimi yeniden açtığımda kendimi yere oturmuş, bir PÖK askerinin o iç karartıcı botlarına
bakarken buldum. Önümde eğilmişti. Dr.Begbie ona bir şeyler söylüyordu ve sesi onu ilk gördüğüm
andaki kadar sakindi.
"... o kadar hastalandı ki onu eve bırakmayı önerdim. Mikrobu kimseye bulaştırmaması için de
maskesini taktım."
Sonra askerin sesi duyuldu: "Bu çocuklardan sürekli hastalık kapmamızdan nefret ediyorum." "Onu cipime taşımama yardım edebilir misin?" diye sordu Dr.Begbie.
"Hastaysa eğer..."
"Sadece bir dakika uzaklıkta," diye araya girdi doktor. "Ve sana söz, yarın yalnızca burnun bile
akacak olsa seni kendi ellerimle iyileştireceğim."
Bu tanıdığım sesti işte. Minik ziller kadar şirin. Asker bir yandan kıkırdıyor, bir yandan da beni
kaldırıp kucağına almaya çalışıyordu. Ona yaslanmamaya ve bu düzensiz hareketleri yüzünden
dişlerimi sıkmamaya çalışsam da başımı dik tutmakta bile zorlanıyordum.
"Ön koltuk?" diye sordu.
Dr.Begbie cevap verecekti ki askerin telsizi birden çalışmaya başladı. "Yönetim seni kameradan
görmüş. Yardıma ihtiyacın var mı?"
Cevap vermeden önce Dr.Begbie’nin ön kapıyı açmasını ve beni araca yerleştirmeyi bekledi. "Her
şey yolunda. Doktor..Göğsümde asılı kimlik kartını çekip okudu. "Dr.Rogers şu salgın virüsü kapmış.
Doktor..."
"Begbie," diye cevapladı hemen. O sırada şoför koltuğuna oturup kapıyı kapamıştı bile. Arabanın
anahtarını beceriksizce yerine sokmaya çalışıyordu. İlk defa ellerinin titrediğini fark ettim.
"Dr.Begbie onu eve bırakacak. Dr.Rogers’ın arabası gece burada kalacak. Lütfen bu bilgiyi sabah
devriyesini yapan nöbetçilerle paylaşın."
"Anlaşıldı. Doğrudan kapıya gitmelerini söyle. Nöbetçi devriyeleri, onları yolcu etmeleri için
bilgilendireceğim."
Cip, çalışmayı reddedercesine birkaç kez tekledikten sonra harekete geçti. Ön camdan elektrikli
tellere ve ardında uzanan o tanıdık, karanlık ormana baktım. Dr.Begbie uzanıp emniyet kemerimi
taktı.
"Ah, tamamen kendini kaybetmiş görünüyor." PÖK askeri, Dr.Begbie’nin camından içeri
bakıyordu.
"Ona bayağı kuvvetli ilaçlar verdim," dedi Dr.Begbie gülerek. Göğsümün sıkıştığını
hissediyordum.
"Yarına gelince..."
"Bana bir uğra, olur mu?" dedi Dr. Begbie. "Saat üç gibi bir molam var."
Ona, cevap verme şansı bırakmadı. Tekerlekler çakıl zeminde dönmeye, silecekler çalışmaya
başlamıştı. Dr.Begbie dostça bir el sallama hareketi yaptıktan sonra pencereyi kapamış, diğer eliyle
de arabayı geri geri otoparktan çıkarmıştı. Ön paneldeki minik rakamlar 02.45’i gösteriyordu.
Radyoyu açmadan hemen önce, "Yüzünü olabildiğince kapamaya çalış," dedi. Şarkıyı bilmesem de
David Gilmour'un sesiyle Pink Floyd'un alçalıp yükselen ezgilerini tanımıştım.
Sesi kısıp, arabayı araziden çıkarırken derin bir nefes aldı. Parmakları, direksiyonun üzerinde
stresli bir şekilde geziniyordu.
"Hadi, hadi," dedi saate bir kez daha bakarken. Önümüzde iki araba vardı ve ikisi de inanılmaz bir
yavaşlıkla ilerliyordu. Tam da Dr.Begbie’nin artık dayanamayacağını düşünmeye başladığım sırada
öndeki araba harekete geçti.
Gaza öyle hızlı bastı ki araba bir roket gibi fırladı aniden. Frene bastığı zamansa gerilen emniyet
kemeri ciğerlerime sıkışan havayı bir anda boşaltıverdi. Camı indirdi. Bense korkamayacak kadar yorgundum artık. Ellerimi gözlerimin üzerine bastırıp
derin bir nefes aldım. Ameliyat maskesi dudaklarımı yalıyordu.
"Dr.Rogers’ı evine götürüyorum. Size kartlarını göstereyim..."
"Sorun yok. Yarın saat 3’te giriş yapacağınızı görüyorum, doğru mudur?"
"Evet. Teşekkürler. Lütfen Dr.Rogers’ın gelmeyeceğini not edin."
"Anlaşıldı."
Beynimin, o başkalarının beynini didik didik eden meraklı parmaklarını kontrol edemeyecek kadar
yorgundum. Dr.Begbie, yüzüme düşen saçları çekmek için bana dokunduğunda gözlerimin önünde
bir görüntü canlandı. Koyu renk saçlı bir adam, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kollarını
Dr.Begbie'ye sarmış; döndürüyor, döndürüyor, döndürüyordu. Ta ki genç kadın neşeyle kahkahalara
boğulana dek.
Cate, camlarımızı ardına kadar açtığında içeri dolan yağmur kokusu hemen derin bir uykuya taşıdı
beni.
![](https://img.wattpad.com/cover/250249884-288-k263907.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Darkest Minds
Fantasy"En parlak zihinler, en karanlık olanlardır!" Adım Ruby. Hepinizden farklıyım. Aklınızın derinliklerinde gezinebilir, anılarınızı hiç yaşamamışsınız gibi silebilirim. Henüz on yaşındayken Thurmond'daki bu rehabilitasyon kampına gönderildim. Hem de k...