10

195 4 1
                                    

BENİ UYANDIRAN CHUBS OLDU. SANKİ BENİ SARSMAYA VE bana dokunmaya cesaret
edemiyormuş gibi kısacık bir temasla yetinmişti. Ancak o kadarı bile yetmişti bana. Hemen gözümü
açtım. Koltuklardan birinin üzerinde bir karides gibi kıvrılmış yatıyordum fakat bana dokunduğu
anda yerimden fırlayıp kafamı cama çarptım. Öndeki koltukla kendi yerim arasında debelenirken
camın soğuk dokunuşunu ensemde hissediyordum. Bir anlığına, ama sadece o karanlık bulanıklığın
içinde, oraya nasıl geldiğim bir yana nerede olduğumu bile hatırlayamadım.
Chubs’ın tek kaşını kaldırmış yüzü görüş alanıma girdi. İşte o zaman boğazıma bir yumruk yemiş
gibi kendime geldim.
Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun, diye düşündüm koyu renk saçlarımı yüzümden çekmeye
çalışırken. Niyetim yalnızca gözlerimi birkaç dakika dinlendirmekti. Kim bilir ne kadar zamandır
kendimden geçmiş bir hâlde uyuyordum? Chubs’ın yüz ifadesine bakılırsa kısa bir kestirme
olmamıştı bu.
"Yeterince uyumadın mı sence?" diye söylendi kollarını göğsünde bağlayarak. Arabanın içi şimdi
daha sıcaktı ve bunun sebebini, doğrulup arka camın üzerini kaplayan lacivert kumaşı üzerimde
görene dek anlamamıştım.
Durumun gerçekliği, beni birden acı bir şekilde çarptı. Bir araba dolusu yabancıya kendimi
açmıştım. Hatta o kadar açmıştım ki Chubs elini rahatça omzuma koyabilmişti. Tanrım, sonunda
kimin daha şanslı olduğunu bilmiyordum; beynine depolanan anıları silinmediği için o mu yoksa bir
başka potansiyel felaketten kaçabilmeyi başaran ben mi? Nasıl bu kadar aptal olabilirdim? Benim kim
olduğumu öğrendikleri anda beni atacaklardı. Peki, o zaman nereye gidecektim? Nereye demişken...
"Neredeyiz?" Oturduğum yerde iyice doğruldum. "Diğerleri nerede?"
Chubs orta koltuklardan birine oturmuş, zamanını kucağındaki kitapla yan camdan görünen
ağaçlar arasında bölüştürmüştü. Nereye baktığını görmek için hareketlensem de görülecek hiçbir şey
yoktu.
"Batı Virginia’nın güzel şehri Kingwood yakınlarındayız. Lee ve Suzume bir şey kontrol
ediyorlar," dedi.
Ne okuduğuna bakmak için öne doğru eğilmiştim farkında olmadan. Okumayı bırak, bir kitap
görmeyeli bile yıllar oluyordu. Yine de Chubs buna aldırış etmeyecekti. Omzum ona dokunduğu anda
kitabı hemen kapattı ve bana atabileceği en korkunç bakışı attı. Kendisine ufak gelen gözlüklerine ve ön koltuğun altındaki süslü kız çantasını bilmeme rağmen kendime, onun beni beyin gücüyle öldürme
kapasitesine sahip olabileceğini hatırlattım.
"Ne zamandır uyuyorum?"
"Bir gündür," dedi Chubs. "General, artık uyanıp göreve hazırlanmanı bekliyor. Yine heyecanlı ruh
hâllerinden birinde bugün. Sadece bir Yeşil olabilirsin ama yine de yardım etmeni bekliyor."
Sonraki kelimelerimi, yüzündeki ukala bakışa aldırmadan dikkatlice seçtim. Eğer kendini iyi
hissetmesini sağlayacaksa bırakayım da öyle düşünsündü. Benden akıllıydı; bu konuda tartışmaya
gerek yoktu. Muhtemelen benden yıllarca daha fazla eğitim almış, yüzlerce kitap okumuş ve işine
yarayabilecek kadar matematik öğrenmişti. Ama bana her ne kadar küçük ve aptal gibi hissettirse de
ben tek bir dokunuşumla onun beynindekilerin hepsini okuyabilirdim.
"Liam Mavi, değil mi?" diye başladım. "Sen ve Zu, ikiniz de Mavi misiniz?"
"Hayır." Alnını buruşturdu. Birkaç saniye için bir sonraki bilgiyi vermekle vermemek arasında
kararsız kalmıştı. "Suzume Sarı."
Biraz daha dikleştim. "Kampınızda Sarılar mı vardı?"
Chubs homurdandı. "Hayır, Yeşil, az önce yalan söyledim... evet, tabii ki Sarılar da vardı."
Ama bu hiç mantıklı değildi. Ne de olsa Thurmond'daki tüm Sarıları göndermişlerdi. Neden onları
diğer kamplardan da almamışlardı ki?
"Onlar..." diye başladım nasıl soracağımı bilemeden. Suzume beni arabanın içine çektiği ilk anda,
onun yabancıların yanında utangaç ve ürkek davrandığını sanmıştım. Ama onlarla olduğum tüm bu
süre boyunca ağzından tek bir kelime bile çıktığını duymadım. Ne bana ne Chubs’a... hatta ne de
Liam’a. "Onlar... Sarılara bir şey mi yaptılar? Ona bir şey mi yaptılar?"
Arabanın içindeki ortam bir anda gerilmişti; ancak bir küvete elektrik kablosu atsam bu kadar
çabuk gerilebilirdi.
Chubs, ellerini göğsünde bağlayarak sert bir şekilde döndü. Gözlüklerinin üzerinden bana attığı
bakış, zayıf bir ruhu taşa çevirmeye yeterdi.
"Bu," diye başladı sanırım daha iyi anlaşılmak için yavaş ve açık bir dille, "kesinlikle seni
ilgilendirmez."
Geri çekildim.
"Onu takip ederken, başına neler gelebileceğini durup düşündün mü hiç?" diye devam etti. "Yeşil
SUV’nin içindeki arkadaşlarının onu memnuniyetle kaçıracakları geldi mi hiç aklına?"
"Yeşil SUV’nin içindekiler..." diye başladım ama ben daha cümlemi bitiremeden arkamızdaki kapı
açıldı. Chubs ancak bir ciyaklama olarak tanımlayabileceğim bir ses çıkararak, kalkıp hızla ön
koltuğa doğru yürümeye başladı. Yerine oturduğunda gözleri, en az kapıdan onu izleyen Zu'nunkiler
kadar kocaman olmuştu.
"Yapma şunu!" dedi göğsünü tutarak. "Şöyle sessizce yaklaşmasan olmaz mı?"
Zu bir kaşını kaldırmış bana doğru bakarken ben de aynı şekilde ona bakıyordum. Bir an sonra,
gelme sebebini hatırlamış göründü. Bize o güneş kadar parlak eldivenler içindeki ellerini sallayarak
dışarı gelmemizi işaret etti.
Chubs, emniyet kemerini oflayıp puflayarak yeniden çözdü. "Ona bunun bir zaman kaybı olduğunu
söylemiştim. Onlar Virginia demişti, Batı Virginia değil." Bakışlarını yeniden bana çevirdi. "Bu
arada," dedi, "o SUV bej rengiydi. Ne fotoğrafik hafızan varmış ama." Hemen bir bahane uydurmak istedim ama beni bilgiç bir bakışla susturup arabadan inerek kapıyı
ardından kapattı.
Arabadan inip Zu'nun peşine düştüm. Ayaklarım çamura ve solmuş çimenlere değdiği anda ilk kez
etrafımızı saran araziye düzgünce bir baktım.
Üzerinden bir araba geçmiş gibi duran büyük, ahşap tabelada EAST RIVER KAMP ALANI yazsa
da etrafta ne bir dere ne de bir kamp alanı vardı. Olsa olsa eski bir treyler ve karavan parkıydı burası.
Minivandan uzaklaştıkça daha rahatsız hissediyordum kendimi. Yağmur yağmıyordu, evet, ama
tenim nemli ve soğuktu. Çevremiz, bir zamanlar ev ve araç olarak kullanılan yanmış gümüş ve beyaz
enkaz yığınlarıyla doluydu. Daha büyük treylerlerden bazılarının tüm duvarları sökülmüş ya da
yakılmıştı. İçlerinde, henüz su basmamış, vahşi hayvanların saldırısına uğramamış veya çürüyen
yapraklarla dolmamış olanların mutfakları ve oturma odaları hâlâ sapasağlam duruyordu. Sanki
kocaman bir eski yaşam mezarlığı gibiydi burası.
Araçların sürgülü kapıları sökülüp parçalanmış ve bazıları sönen lastikleri üzerinde dengesini
kaybedip bir yana yatmış olsa da çevrede yine de yaşam işaretleri görmek mümkündü. Duvarlarda
mutlu, gülümseyen ailelerin fotoğrafları, hâlâ çalışan bir ayaklı saat, ocakların üzerindeki
çaydanlıklar ve alanın uzak ucunda öylece duran terk edilmiş bir salıncak dizisi.
Zu ile birlikte yan yatmış bir karavanın çevresinden dolaşıp çamurdaki derin ayak izlerini takip
ettik. Karavanın paslı iskeletine şöyle bir baktım ve ellerimle eldivenlerini sıkıca tutup anında arkama
döndüm. Yüzünde sorgulayıcı bir ifadeyle bana bakarken ben sadece başımı sallayıp, "Ürkütücü,"
diyebildim.
Yağmur yeniden başladığında çevremizdeki metal bedenlere çarpıyor, aralarından çatıları ve ara
bölmeleri güçsüz olanlardan birkaçını parçalıyordu. Treylerlerden birinin çatısı tam önümüze
düştüğünde bir çığlıkla geri sıçradım. Zu ise üzerinden atlayıp parmağıyla Chubs ve Liam’ın derin
bir sohbete daldığı yeri işaret etti.
Liam’ı tanımak birkaç saniyemi aldı. Ceketinin altında, kapüşonunu bir Redskins taraftar şapkası
gibi görünen şeyin üzerine geçirdiği mavi svetşörtü vardı. Bunları nereden bulmayı başardığını
bilmiyordum ama yüzünün yarısını bir Rayban gözlüğün ardına gizlemişti.
"... değil mi?" dedi Chubs. "Sana söylemiştim."
"Eyaletin doğu ucunda olduğunu söylemişlerdi," dedi Liam ısrarla. "Ve Batı Virginia demek
istemiş olabilirler..."
"Ya da bizimle kafa buluyor olabilirler," dedi Chubs cümlesini tamamlayarak. Yaklaştığımızı
duymuş olmalıydı çünkü zıplayıp arkasına döndü. Gözleri gözlerime kilitlendiği anda da suratını astı.
"Günaydın, gün ışığı!" dedi Liam. "İyi uyudun mu?"
Zu hemen önüme atıldı ama ben onlara yaklaştıkça ayaklarımın geri geri gittiğini hissediyordum.
Kollarımı göğsümde bağlayıp kendimi toparlayarak aklımdan geçeni sordum: "Burası da ne böyle?"
Bu defa derin bir iç çeken Liam'dı. "Şey, East River olmasını umuyorduk. Yani o aradığımız East
River." "Orası Virginia’da," dedim bakışlarımı ayaklarıma indirerek. "Yarımada. Nehir de Chesapeake
koyuna dökülüyor."
"Teşekkürler, dedektif." Chubs başını sallıyordu. "Biz Kaçak Çocuk'un East River'ını arıyoruz
maalesef."
"Hey." Liam’ın sesi bu defa sertti. "Şuna bir son ver, dostum. Biz de kamptan çıkana dek orası
hakkında hiçbir şey bilmiyorduk."
Chubs kollarını bağlayıp başını çevirdi. "Her neyse."
"Bu da ne?"
Liam’ın dikkatini bana çevirdiğini hissettiğim anda ben de aniden, şaşkın şaşkın dikilen Zu’ya
dönme ihtiyacı hissettim. Toparlan, dedim kendi kendime, bir son ver artık şuna.
Onlardan korkmuyordum. Hatta Chubs'tan bile. Belki ancak yaşamlarını ne kadar kolay
mahvedebileceğimi düşündüğümde ya da benim gerçekte ne olduğumu keşfettiklerinde verecekleri
tepkileri gözümde canlandırdığımda biraz korkuyordum. Ben aslında sadece yanlarında nasıl
davranacağımı, ne konuşacağımı bilmiyordum o kadar. Sanki her an ağzımdan rahatsız edici, kulak
tırmalayıcı ya da sert sözler çıkacakmış gibi hissediyor; bu tereddütlerin ve tuhaf duyguların hiç
azalmayacağından endişe ediyordum. Diğer insanlarla normal bir iletişim içine giremediğimi
görmeden önce bile ucubelerin ucubesi olduğumun farkındaydım zaten.
Liam, başını kaşıyarak derin bir iç çekti. "East River’ı ilk kez kamptaki bazı çocuklardan duyduk.
Güya -ve güya derken ciddiyim- dışarıdaki çocukların birlikte yaşayabildikleri bir yermiş burası.
Oluşumun lideri Kaçak Çocuk, PÖK'ün ruhu bile duymadan seni ailenle görüştürebiliyormuş.
Yiyecekleri, uyuyacak yerleri varmış. Anladın işte. Tek sorun orayı bulmak. Ohio’da karşılaştığımız
birkaç işe yaramaz Mavi yüzünden onun buralarda bir yerlerde olduğu kanısına kapıldık. Burası..."
"Hakkında konuşmamam gereken yerlerden biri," diye tamamladım cümlesini. "Ama Kaçak Çocuk
da kim?"
Liam omuzlarını silkti. "Kimse bilmiyor. Ya da... yani, bence insanlar biliyor ama konuşmuyor.
Hakkında çıkan dedikodularsa oldukça inanılmaz. Ona bu lakabı PÖK askerleri vermiş çünkü güya
denetimleri altında tam dört kez kaçmayı başarmış."
Söylediklerine verecek bir cevap bile bulamayacak kadar şaşkındım.
"Sanırım geride kalanlar için utanç verici bir şey, ha? Biri bana onun hakkında çıkan söylentilerden
bahsedene dek kendimi çok kötü hissediyordum," dedi Liam omuzlarını silkerek ve devam etti. "Güya
o da onlardan biriymiş. Bir Turuncu."
Ağzından o kelime çıkar çıkmaz başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş, olduğum yerde
kalakalmıştım. Liam, -daha az bir tiksinti ifadesiyle- konuşmaya devam ediyordu. Ancak ben onu
duymuyor, söylediklerinin tek bir kelimesini bile anlamıyordum.
Kaçak Çocuk. Çocukların, eğer varsa evlerine, kendilerini hatırlayan ve isteyen ebeveynlerine geri
dönmesine yardım eden biri. Yeniden sahip olacakları hayatlarına kavuşmalarını sağlayan biri.
Ve muhtemelen hayatta kalan son Turunculardan biri.
Gözlerimi sımsıkı kapayıp avuçlarımı üzerlerine bastırdım. Onun yardımına ihtiyacım yoktu. En
azından geleneksel anlamda. Ben ailemle iletişim kurabilsem bile bir yabancı saydıkları kızlarını
kollarını açmış bir şekilde beklemeyeceklerdi nasıl olsa. Büyükannem vardı bir de ama onun şu an nerede olduğunu bilmeme imkân yoktu. Hem yaptığım şeyi öğrendikten sonra beni geri isteyecek
miydi ki?
"Neden bu çocuğun yardımına ihtiyacınız var?" diye sordum üzerimdeki sersemliği atamadan.
"Kendi başınıza evinize gidemiyor musunuz?"
"Aklını kullan, Yeşil," dedi Chubs. "Eve gidemeyiz. PÖK askerleri muhtemelen ebeveynlerimizi
izliyorlardır."
Liam sonunda gözlüklerini çıkartarak başını salladı. Gözlerinin altını kaplayan mor torbalarla
oldukça bitkin görünüyordu. "Bak, çok dikkatli olmalısın, tamam mı? Hâlâ seni bir otobüs durağında
bırakmamızı istiyor musun? Çünkü biz memnuniyetle..."
"Hayır!" dedi Chubs. "Kesinlikle öyle bir şey yapamayız. Onunla yeterince zaman kaybettik. Üstelik
onun yüzünden peşimize bir de Birlik takıldı şimdi."
Göğsümün sol yanına keskin bir sancı girdi birden. Haklıydı elbette. Beni en yakın otobüs
durağında bırakıp gitmek herkes için en iyisi olacaktı.
Ama bu, şu Kaçak Çocuk'u bulmak istemediğim ya da bulmaya ihtiyaç duymadığım anlamına da
gelmiyordu. Ama kalmayı isteyemezdim. Onlara daha fazla rahatsızlık veremez; kurmayı başardığım
her ilişkiyi yok etmeye kararlı, görünmez parmaklarla hayatlarını mahvetmeyi göze alamazdım.
Birlik bize yetişir ve onları da alırsa kendimi asla affetmezdim. Asla.
Kaçak Çocuk'u bulacaksam bunu kendi başıma yapacaktım. Günlerimi yanımda kimse olmadan
geçirmeye alıştığımı, yanlışlıkla birinin zihnine sızma tehlikesi olmadan yaşamanın beni
rahatlatacağını düşünebilirsiniz ama ben bunu istemiyordum. Gri, bulutlu gökyüzünün altında tek
başıma kalmayı ve onun o dondurucu soğuğunu bedenimde tek başıma hissetmeyi istemiyordum işte.
"Şey," dedim en yakındaki treylere bakarken. "O zaman burası East River değil."
"Belki bir zamanlar," dedi Liam. "Arada bir yer değiştiriyor olabilirler. Pek düşünmemiştim bunu."
"Ya da," diye araya girdi Chubs homurdanarak, "çoktan PÖK gözetimine alınmış olabilirler. Belki
burası daha önceden East River'dı ama artık değil. Ve biz, Jack’in mektubunu götürmek için bir yol
bulmalı ve belki de evlerimize kendi başımıza dönmeliyiz. Ama tabii şu lanet olası takipçiler
yüzünden bu dediklerimin hiçbirisini yapamayacağız ve hepimiz yeniden kamplara atılacağız. Tek
fark, bu defa çok daha..."
"Teşekkürler, Neşeli," diye susturdu onu Liam. "Bu heyecan dolu, olumlu konuşman için çok
teşekkürler."
"Haklı olabilirim," dedi. "Bunu kabullenmelisin."
"Ama yanılıyor da olabilirsin," dedi Liam bir elini güven veren bir şekilde Zu'nun başına koyarak.
"Başka bir durumda da yine aynı şeyi yapıyor olurduk. Bu yalnızca yanlış bir alarmdı, o kadar. Önce
işe yarar bir şey bulabilecek miyiz bir bakalım, sonra da yola çıkarız."
"Nihayet. Önemsiz şeyler üzerinde vakit harcamaktan sıkıldım." Chubs ellerini pantolonunun
ceplerine sokup ağır adımlarla bana yaklaştı. Yolundan çekilmesem eminim omuz atıp beni yere
serecekti.
Önüne çıkan çöp ve taşları tekmeleyerek yoluna devam edişini izlemeye başladım. Birden yanımda
Liam belirdi. Kollarını bağlamış yanımda dikiliyordu.
"Kişisel algılama," dedi. İnanmaz bir ses çıkarmış olmalıydım çünkü konuşmaya devam ediyordu.
"Demek istiyorum ki... çocuk resmen on yedi yaşında bir gencin bedenine hapsolmuş yetmiş yaşında huysuz bir ihtiyar gibi davranıyor. Ama bu kadar dayanılmaz olmasının tek nedeni, seni başından
atmak istemesi."
Evet, pekâlâ, diye düşündüm, işe yarıyor.
"Ve bunun bir bahane olmadığını biliyorum ama o da hepimiz kadar stresli ve korkmuş durumda.
Sanırım söylemeye çalıştığım şey şu; yüzüne attığı bu taşların tümü aslında iyi bir yerden geliyor.
Sonuna kadar gitmeyi göze alırsan çok sadık bir dost edineceğine seni temin ederim. Ama şu anda
yeniden yakalanmamız durumunda olacaklar hakkında deli gibi korkuyor. Özellikle de Zu’ya
olacaklar hakkında."
O anda başımı kaldırdım ama Liam çoktan uzaktaki bir treyler sırasına doğru yürüyüp gitmişti. Bir
an bir çılgınlık yapıp onu izlemeyi düşündüm ama sonra göz ucumla parlak sarı eldivenleri
yanlarında sallanan Zu'yu fark ederek durdum. Treylerlerin çevresinde hoplayıp zıplıyor,
karavanların kırılmış camlarından içeri bakmak için parmak uçlarında yükseliyor ve hatta bir kasırga
tarafından parçalanmış gibi görünen karavanların içine tırmanmaya çalışıyordu. Gevşemiş iki eklem
gibi görünen bir şeyin üzerinden sarkan metal tavan, yağmur ve rüzgârın hiddetiyle savrulup
duruyordu.
Büyük svetşörtünün kapüşonunu örtmüş olmasına rağmen eldivenli ellerinden birinin, önüne düşen
saçı alır gibi yüzünü sildiğini gördüm. Bunu yeniden yaptığını fark ettiği anda yüzünün rengi solana
dek bu hareketinde herhangi bir tuhaflık sezmemiştim.
Arabada Chubs'la yapmaya çalıştığım sohbet geldi aklıma yeniden.
"Hey Zu..." deyip ardından hemen sustum. Küçük bir çocuğa, beyniyle oynanan oyunların ne
olduğu, kafasında yeniden acı dolu bir anıyı canlandırmadan nasıl sorulabilirdi ki?
Gerçek şuydu; Thurmond’da çocukların kafasını, ancak kafataslarının içindekini dürtmek
istediklerinde kazırlardı. Ben kampa ulaştığımda bu uygulamaya son verilmişti ama çocukların
saçlarının uzaması biraz zaman aldı. Beynimin gizli köşelerinden birinde bir ses, onun durumunun
bununla da bir ilgisinin olmadığını söylüyordu. Eğer konuşamamasının sebebi, yanlış bağladıkları
birkaç kablo ya da bir "tedavi" bulmak için fazla ileri gitmiş olmaları değilse.
"Saçını neden kestiler?" diye sordum sonunda.
Kısa saçı tercih edecek ben de dâhil bir sürü kız tanıyordum. Yıllık saç kesimi dışında saç
modelimiz hakkında pek de fazla söz hakkımız yoktu gerçi. Zu'nun hayalet saçlarını okşayışına
bakılırsa onun da olmadığı belliydi.
Sorum onu üzdüyse de bunu bana hiç belli etmedi. Zu ellerini başına götürüp yüzünde keyifsiz bir
ifadeyle saçlarını okşadı. Anlamadığımı gördüğünde de eldivenlerden birini çıkarıp kafasını
kaşımaya başladı.
"Ah," dedim. "Ah! Grubunuz bitlenmişti?"
Başıyla onayladı.
"Hmm," dedim. Aslında mantıklıydı ama hâlâ ağzını neden açmadığını bilmiyordum. "Üzgünüm."
Zu gönülsüz bir şekilde omuzlarını silkerek arkasını döndü ve en yakındaki karavana yöneldi.
Arkasından içeri girerken kapı zorlukla ve büyük bir gıcırtıyla açıldı. Zu yüzünü buruşturunca ben
de onun hislerini paylaşarak aynı ifadeyi takındım. İçerisi tatlımsı kokuyordu ama... güzel bir tatlımsı
koku değildi bu. Tıpkı çürük meyve kokusuna benziyordu.
Küçük, dairesel yaşam alanındaki açık renk dolap kapaklarını teker teker açmaya başladım.
Koltuklar, rüküş, parlak mor renkli minderlerle kaplıydı. Ama onlar da duvara asılı minik televizyon
gibi zamanla bir karış tozla kaplanmıştı. Tezgâhın üzerinde tek bir kahve fincanı vardı. Arkadaki
uyku alanı da en az bu kadar boştu. Birkaç yastık, bir lamba, içinde kırmızı bir elbise, beyaz bir
gömlek ve bir sürü boş askı olan bir dolap.
Gözümün ucuyla onu gördüğüm sırada gömleği almak için uzanıyordum.
Biri onu karavanın dikiz aynasına takmıştı. Dışarıdan bakıldığında tuhaf görünecek bir şey değildi
ya da çok ama çok yakından bakmadıkça fark edeceğiniz türden bir şey. Ama içeriden, yalnızca
birkaç adım öteden baktığımda tabanındaki kırmızı ışığı ve önündeki yoldan geçip giden her şeyi
izleyen o kamerayı gördüm.
Ve bulunduğum yerden Betty'yi ben görebiliyorsam o da görebilirdi.
Kameranın şekli Thurmond'dakilerden biraz daha farklıydı ama yine de bana bunun ardında da
aynı kişilerin olduğunu düşündürecek bir benzerlik taşıyordu. Ben Zu’ya, Zu da bana baktı.
"Olduğun yerde kal," dedim masanın üzerindeki cezveye uzanarak.
Karavanın içinde üç adım ilerlemiştim. Elimdeki cezveyi bir kılıç gibi tutuyordum önümde. Birkaç
boş kutu ve çöpü ayağımla kenara ittim ve orada, diğer plastik poşetlerin arasında küçük, kırmızı bir
eldiven gördüm. Bir yetişkinin eline olmayacak kadar küçük bir eldiven.
Aletin üzerine vurup onu parçalayana dek cezvenin elimde olduğunu unutmuştum. Ucuz cam
gövdesi parçalanıp yere düşerken elimde sadece cezvenin tutma yeri kalmıştı. Siyah ampul olduğu
yerde duruyordu ancak kameranın gözü bana dönmüştü şimdi.
Açık, diye düşündüm bir panik dalgası içinde onu ezecek başka bir şey ararken. Kaydediyor.
Ona seslendiğimi hatırlamıyordum ama Zu, üzerine büyük gelen svetşörtünün önüne doldurduğu
şeylerle bir anda yanımda belirmişti. O da kamerayı tanımış olmalıydı ki ben daha tek kelime bile
edemeden sarı plastik eldivenini çıkarıp ona uzandı.
"Yapma...!"
Daha önce bir Sarı’nın yeteneklerini kullanmasına şahit olmamıştım hiç. Güçlerini kullandıktan
sonra ortaya çıkan sonuçları görmüştüm elbette. Kamptaki elektrik kesintileri ya da kamp
yöneticilerinin onları cezalandırmak için kullandıkları Beyaz Gürültü. Ama Sarılar o kadar uzun
zamandır Thurmond’da değillerdi ki elektriğin gizemli dilini konuşmanın onlar için nasıl bir şey
olduğunu hayal etmeyi çoktan bırakmıştım.
Zu parmaklarıyla hafifçe sürtündüğü anda, kamera yüksek ve tiz bir frekansla ötmeye başladı
birden. Çıplak parmağından, kameranın dış kabuğuna mavi-beyaz bir akım yayılıyordu sanki.
Cızırdayan akım plastikle buluştuğunda dumanlar çıkartıp aleti ısıyla yamultmuştu hemen.
Birden karavanın tüm ışıkları yandı. Ancak öylesine parlak ve sıcaklardı ki bu güce
dayanamayarak teker teker patladılar. Araç, uzun bir uykudan bir anda uyanan motoruyla altımızda
sallanmaya başlamıştı.
Zu elini yeniden eldivene sokarak kollarını önünde bağladı. Her şeyin durmasını ister gibi
gözlerini sıkıca kapamış, öylece duruyordu. Ama bekleyecek vaktimiz yoktu. Kapıya yönelerek onu
kıyafetinden yakaladım ve karavanın dışına çektim. Onu yolun kenarında duran Siyah Betty’nin
yanına götürdüğümde bile hâlâ şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. "Hadi," dedim yavaşlamasına müsaade etmeden. Yüzündeki parlaklık gitmiş, bir mum gibi
sönmüştü. "Sorun yok," diye yalan da söyledim üstelik. "Yalnızca diğerlerinin yanına gitmeliyiz."
Ön sıradaki tüm araçların dikiz aynalarına iliştirilmiş bir kamera vardı. Betty'ye koştuğumuz
sırada hepsini teker teker görmüştüm. Hırsızlığa karşı yıllar önce yerleştirilmiş olabilirlerdi.
Kaydedilen kasetlerin nereye gönderildiğini kim bilebilirdi ki? Boşuna telaşlanmış da olabilirdik.
Belki de hiçbir yere gitmiyordu görüntüler.
Bunları düşündüğüm sırada kalbim ağzımdan çıkacakmış gibi atıyordu. Geliyorlar, geliyorlar,
geliyorlar.
Diğerlerine seslenmeyi düşündüm ama parkta herhangi bir yerde olabilirlerdi. Zu'nun ardından
minivana tırmanarak o anda mantıklı gelen tek şeyi yaptım. Avcumun içini tüm gücümle direksiyona
indirdim. Betty’nin kornasının o yüksek sesi uyuklayan doğayı uyandırdı. Yakınlardaki ağaçlara
tünemiş bir kuş sürüsü havalandığı sırada ben de daha hızlı bir ritimle kornayı çalmaya başladım.
İlk görünen Chubs oldu. Bir karavan sırasının arasından belirmişti. Ondan birkaç saniye sonra da
Liam göründü. Kornayı çalanın yalnızca biz olduğunu gördüklerindeyse yavaşladılar. Chubs’ın
yüzündeki öfkeli ifade seçilebiliyordu.
Şoför koltuğunun açık camından aşağı sarkıp bağırdım: "Gitmek zorundayız, hem de hemen!"
Liam, Chubs’a bir şeyler mırıldandı. Ne söylediğini duymadım ama söyleneni yapmışlardı.
Çocuklar içeri girdikleri sırada iki ön koltuk arasına çömelmiş duruyordum.
"Ne?" dedi Liam nefes nefese. "Ne oldu?"
En yakındaki treyleri işaret ettim. "İçlerinde kamera var," dedim nefesim kesilerek. "Her birinde."
Chubs şaşkınlık ve korku karışımı bir ifadeyle bakıp ani bir nefes çekti içine.
"Emin misin?" diye sordu Liam. Sesi sakin geliyordu, fazla sakin. Onu elleri titreyerek anahtarı
takmaya çalışırken gördüğümdeyse rol yaptığını anlamıştım.
Geri vitese taktığında arabanın arka tekerlekleri çamurun içinde hızla döndü. Bu hızın etkisiyle
olduğum yere yapıştım.
"Aman Tanrım," diyordu Chubs. "Buna inanamıyorum. Hansel ve Gratel gibi avlandık. Aman
Tanrım... Sence o muydu?"
“Hayır," dedi Liam. "Hayır. O bir takipçiye göre sinsi sayılır ama bu kadarı... bu başka bir şey."
"Bir süredir orada olabilir," dedim otoyola döndüğümüz sırada. Bizi bir bütün hâlinde yutmaya
hazır bir ağız gibi açık ve bomboştu önümüzdeki yol. "Burada bir zamanlar yaşamış olan insanları
gözlüyor olabilirler. Belki de burası gerçekten East River'dı..
Ya da sadece East River’ı arayan çocuklar için bir tuzak.
Liam dirseğini kapı koluna yaslamış, çenesini avuçlarının arasına almıştı. Ön camdaki yüzlerce
çatlak yüzünden yüzünün yansıması parçalara ayrılıyordu konuşurken. Aracı hızlandırdığında
kurşunun deldiği yerden giren rüzgâr bir ıslık gibi ötmeye başladı. "Siz gözlerinizi açık tutun ve
şüpheli davranan biri ya da herhangi bir şey gördüğünüzde bana haber verin, tamam mı?"
Şüpheliyi tanımlar mısın? Yıkık dökük ev sıraları? Vurulmuş bir minivan?
"Hava kararana kadar beklememiz gerektiğini biliyordum," dedi Chubs parmaklarını yan cama
vurarak. "Biliyordum bunu. O kameralar açıksa muhtemelen plakamızı falan almışlardır."
"Ben plakayı hallederim," dedi Liam.
Chubs’ın dudakları aralandı ama hiçbir şey demeden yalnızca başını cama yasladı. "Peşimizdekiler PÖK askerleri mi?" diye sordum bir başka tren yolundan geçerken.
"Daha da kötüsü,"dedi Chubs. "Takipçiler. Ödül avcıları."
"Doğrusunu söylemek gerekirse PÖK askerleri oldukça azaldı son zamanlarda," diye açıkladı
Liam. "Milis Kuvvetleri ve geriye kalan yerel polisler için de aynısı geçerli. Hem bu kadar uzağa bir
ekip gönderebileceklerini sanmam. Ve ormanın bu tarafında yerleşik bir ödül avcısı da yoksa bence
endişelenmemiz gereksiz."
Bu, ondan duyacağım son mükemmel cümlelerdi aslında.
"Kaçan bir çocuğu yakalayıp teslim etmenin ödülü on bin dolar," dedi Chubs bana bakmak için
arkasını döndüğünde. "Üstelik tüm ülke yoksulluktan kırılıyor. Endişe etsek iyi olur.”
Uzaklarda bir tren sesi duydum. Düdüğünün sesi, geceleri Thurmond'dan geçenlere benziyordu.
Tırnaklarımı bacaklarıma geçirip, mide bulantım geçene dek gözlerimi sımsıkı kapamamı sağlamaya
yetmişti bu ses. Konuşmalarına bensiz devam ettiklerinin bile farkına varmamıştım ki Liam’ı
duydum. "Sen iyi misin, Yeşil?"
Uzanıp yüzümü sildim. Bu ıslaklık yağmurdan mıydı; farkında olmadan ağlıyor muydum yoksa?
En arkadaki koltuğa geçerken hiçbir şey söylemedim. East River’ı bulmak için bir sonraki
duraklarının neresi olması gerektiğini konuşurlarken istesem de araya girmedim. Kaçak Çocuk'un
kamp kurabileceği yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca yer vardı ve kampı bulmalarına yardım
etmek istiyordum. Bunun bir parçası olmak istiyordum.
Ama bunu isteyemezdim ve kendime yalan söylemeye bir son vermeliydim. Onlarla kaldığım her
saniye, aslında gerçek canavarların takipçiler ya da PÖK olmadığını anlamaya biraz daha
yaklaşıyorlardı. Hayır. Esas canavar arka koltuklarında oturuyordu.
Müzik kesildi.
Sinirimi bozan, ıssız yollar ve terk edilmiş evlerden çok, hoparlörlerden yükselen sessizlikti. Liam
hiç durmadan kıpırdanıyordu. İçinden geçtiğimiz terk edilmiş küçük kasabalara bakıyor, benzin
seviyesini kontrol ediyor, dönüşlerde sinyal veriyor ve parmakları direksiyonun üzerinde âdeta dans
ediyordu. Bir ara dikiz aynasından bana doğru baktığını bile gördüm. Sadece anlık bir şeydi bu ama
yine de mideme, sanki parmağını yumuşakça avcumda dolaştırmışçasına bir kramp girmesine neden
olmuştu.
Yüzüm kızarsa da içimde bir şeyler buz gibi olmuştu. Yarım saniyeden fazla sürmedi ama bu
kısacık zaman, bana bakışlarının düş kırıklığı olabilecek bir duyguyla karardığını görmek için
yetmişti.
Chubs ön koltukta oturuyor ve kucağında duran şeyi, nasıl yapıldığını ezberlemeye çalışır gibi
tekrar tekrar katlayıp açıyordu.
"Keser misin şunu?" dedi Liam sonunda heyecanla. "Yırtacaksın."
Chubs hemen durdu. "Sadece... denesek olmaz mı? Bunun için Kaçak Çocuk’a mı ihtiyacımız var?"
"Bunun için gerçekten riske girmek istiyor musun?"
"Jack olsa yapardı." "Evet ama Jack..." Liam sesinin tonunu düşürerek devam etti. "Bence güvenli yoldan gidelim. Oraya
ulaştığımızda bize yardımcı olacak."
"Tabii ulaşabilirsek," dedi Chubs.
"Jack?" Dikiz aynasında Liam’ın bana bakan gözlerini görmesem bunu yüksek sesle söylediğimi
fark etmezdim.
"Seni ilgilendirmez," dedi Chubs ve konuyu hemen kapattı.
Liam ise biraz daha konuşkandı. "Arkadaşımızdı. Kamptaki oda arkadaşımız. Biz... biz babasıyla
irtibata geçmeye çalışıyoruz. Kaçak Çocuk’a ulaşmak istememizin sebeplerinden biri de bu."
Chubs’ın kucağındaki kâğıt parçasına bakarak başımı salladım. "Siz kaçmadan önce bir mektup mu
yazmıştı?"
"Üçümüz de yazmıştık," dedi Liam. "Birimiz son anda vazgeçer ya da... başaramazsak diye."
"Ki Jack de başaramadı." Chubs’ın sesi bir çeliği kesecek kadar sertti. Bu sırada Amerikan
kolonyal mimarisinden izler taşıyan muhteşem evler akıp gidiyordu pencerelerimizden.
"Neyse," dedi Liam boğazını temizleyerek. "Mektubunu babasına ulaştırmaya çalışıyoruz. Jack’in
bize verdiği adrese gittik ama evde başkaları oturuyordu. İş için Washington’a gideceğini bildiren bir
not bıraksa da ne adres ne de bir telefon numarası vardı. Bu yüzden Kaçak Çocuk'un yardımına
ihtiyacımız var işte. Şimdi nerede olduğunu bulmak için."
"Mektubu postayla ulaştıramaz mısınız?"
"Sen Thurmond’a gittikten tam iki yıl sonra mektupları incelemeye başladılar," diye açıkladı Liam.
"Hükümet hepsini okuyor, konuşuyor ve yeniden yazıyor. Kampta hepimizin nasıl tedavi olduğumuza
ve tatlı birer meleğe dönüştüğümüze dair hikâyeler uydurup insanların gerçeği öğrenmesini
engelliyorlar."
Buna söyleyecek tek bir sözüm yoktu gerçekten.
"Üzgünüm," diye mırıldandım. "Bu konuyu açıp sizi üzmek istemezdim."
"Önemli değil," dedi Liam sessizlik sonunda kırıldığında. "Önemli değil."
Nasıl bildiğimi açıklamamın bir yolu yoktu. Belki direksiyonu tutuşundan, belki de karşıdan geçen
gümüş rengi arabadan sonra da konuşmamız boyunca gözlerini yandaki aynalardan ayırmayışından
anlamıştım. Ya da omuzlarındaki gerginlikten ve yenik bir şekilde öne düşmelerinden. Biliyordum
işte, endişeli bakışlarını dikiz aynasında yakalamadan çok önce de biliyordum.
Yavaşça, yandaki camlardan akıp giden ormanı izleyen Zu ve Chubs’ı rahatsız etmeden bir kez
daha iki ön koltuğun arasına çömeldim.
Liam, bir anlığına bakışlarımı yakaladığında başıyla soldaki aynayı işaret etti. Kendin gör, diyordu
sanki. Ben de öyle yaptım.
Arkamızda, yaklaşık iki arabalık bir mesafede eski, beyaz bir kamyonet vardı. Yağmur, iki
arabanın arasındaki alanı bulanıklaştırdığından içeride bir mi yoksa iki adam mı olduğunu pek
kestiremedim. Benim oturduğum yerden iki siyah karıncaya benziyorlardı sadece.
"İlginç," dedim sesimi kontrol etmeye çalışarak. "Evet," dedi o da sıktığı dişleriyle. Boynundaki tüm kaslar gerilmişti. "Batı Virginia’yı seviyor
insan. Muhteşem Dağ Eyaleti. O'Many John Denver şarkılarının memleketi."
"Acaba..." dedim usulca. "Arabayı kenara çekip haritaya mı baksak?"
Durumdan emin olmanın tek yolu vardı. Liam, gitmekte olduğumuz yoldan biraz daha geniş olan
George Washington Otoyolu'na dönmek üzereydi. Kamyonet bizi izliyorsa bunu belli etmeden
yapamazdı. Hem kamyonetin şoförü her kimse çok da çılgın bir şekilde bizi izliyor gibi
görünmüyordu. Eğer Liam’ın düşündüğü gibi ödül avcısıysalar muhtemelen onlar da bizi çözmeye
çalışıyorlardı.
Yolun doğal kavisini izleyerek Gorman Yolu'nda ilerlemeye devam ediyorduk. Siyah Betty,
yaklaşan virajın heyecanıyla yavaşladı. Liam dönüş sinyalini vermeden önce bir an tereddüt etti.
Bakışlarımı hemen aynaya çevirdim. Kamyonetin diğer sinyalini yaktığını gördüğümde büyük bir
rahatlama yaşadım. Sağ şeride geçmişti. Bizse sola dönecektik.
Araba, yolla otoyolun kesiştiği yere geldiğinde Liam, derin bir iç çekerek oturduğu koltuğa
yaslandı. Otoyola dönen bir başka araç daha vardı. Küçük, gümüş rengi bir Volkswagen. Liam da ben
de camlarından yansıyan yoğun ışıktan korunmak için ellerimizi gözlerimize siper ettik.
"Pekâlâ, dostum," dedi Liam arabaya sabırsızca elini sallarken. "Hadi ama! Bir sonraki yüzyıla
girmeden önce dön şurayı artık. Oh, hayır ya da yavaşla ve dünya üzerine derin düşüncelere dal..."
Yanımızdan geçtiği sırada kamyonetin açık pencerelerinden Lynyrd Skynyrd’ın sesi duyuldu.
Araba tüm eski arabalar gibi yol alırken gıcırdıyor, garip sesler çıkarıyordu. "Özgür Kuş." Elbette.
Babamın en sevdiği şarkı bu olmalıydı. Şarkının daha iki saniyesini duymuştum ki kendimi onun
polis otosunun ön koltuğunda kasabada dolaşırken buldum. Güzel müzik dinleyebildiğim tek anlar
bunlardı. İkimiz baş başa kasabada devriye gezdiğimiz anlar... Annem bu müzikten nefret ederdi.
Şoförün müzikle birlikte başını salladığını görünce içimde bir kahkaha yükselmeye başladı. Tüm
gücüyle şarkıya eşlik ediyor; söylediği her bir kelimeye, ağzından çıkan sigara dumanı da
katılıyordu.
Sonra aniden başka bir ses aldı müziğin yerini; bir çeşit çığlık. Tam zamanında başımı kaldırıp
baktığımda Volkswagen’ın hemen önümüzde frenlerine bastığını ve bir anda durarak bize
camlarından yeni bir yansıma gönderdiğini gördüm.
"Dalga geçiyor olmalısın!" Liam tam kornaya basacaktı ki Volkswagen’ın şoförü camını indirip
elindeki siyah ve parlak şeyi bize doğru yöneltti.
Olamaz. Dünya bir anda belirginleşmiş, çevremdeki tüm sesler buharlaşmıştı. Olamaz.
Hemen öne uzanıp Siyah Betty’nin radyo düğmesini çevirdim ve sesi olabildiğince açtım. Liam da
Chubs da gözlerini dikmiş bana bakıyor ve bağırıyorlardı. Fakat daha radyoya uzanamadan Liam’ın
elini iterek uzaklaştırdım.
Beyaz Gürültü, radyonun hoparlörlerindeki müziği keserek kulaklarımızda yankılanmaya başladı.
Alışkın olduğum kadar yüksek ya da güçlü değildi. Son seferkiyle kıyas bile edilemezdi. Ama yine
rahatsız edici ve yine kahrediciydi o lanet olası ses. Radyo numaram da bir işe yaramamıştı, en
azından tam anlamıyla.
Diğerleri çevremde iki büklüm olmuş, ilk kulak delici çığlıkla birlikte kaskatı kesilmişlerdi.
Liam, ellerini kulaklarına bastırmış hâlde direksiyonun üzerine düşmüştü. Chubs, sesten kurtulmak
istercesine başını yolcu koltuğunun yanındaki cama vuruyordu. Siyah Betty’nin öne doğru kaymaya başladığını hissettim. Liam gaz yerine frene bastığında durabilmiştik ancak.
Yanımdaki kapı açıldı ve bir el, Chubs’ın emniyet kemerini çözmek üzere beline uzandı. Yerden
kalkıp elimi uzatarak tırnaklarımı olanca gücümle adamın yanaklarına geçirdim. Bu hareketim, iki
saniye önce "Özgür Kuş" şarkısına eşlik eden o kamyonet şoförünü korkutmaya yetmişti. Chubs
olduğu koltukta yarı dışarı sarkar vaziyette kalakalmıştı.
Kamyonet şoförü kendi arabasına doğru sendeleyerek uzaklaştı. Sözcükleri arabaları saran büyük
gürültü arasında kaybolmuştu. Ancak o zaman boynundaki gümüş bir zincire asılı rozetini ve parlak
kırmızı renkteki ψ işaretini görebildim. Bunlar takipçi değillerdi.
Psi. PÖK. Kamp. Thurmond. Alıkonulma.
Volkswagen'daki adam şimdi de kapısını açıp Liam’ın emniyet kemerini çözmeye çalışıyordu.
Hiçbir açıdan iri bir adam sayılmazdı; kalın gözlükleri ve masada uzun saatler harcamaktan dolayı
düşen omuzlarıyla bir muhasebeciyi andırıyordu. Ama zaten güce ihtiyacı yoktu ki. O siyah
megafonu elinde tuttuğu müddetçe yani.
Thurmond'daki askerlerden bazıları bu aletleri yanlarında taşır; bunları küçük, gürültücü grupları
susturmak ya da bazen sadece zevk için birkaç çocuğun kıvrandığını görmek amacıyla kullanırlardı.
Umurlarında mıydı sanki? Nasıl olsa kendileri duymuyordu.
Bedenimdeki sinir hücrelerinin tümü çığlık atsa da dirseğimi kamyonet şoförünün göğsüne
geçirmeyi başardım. Yeniden düştüğünde kapıyı kapatıp kilitledim. Liam’a doğru yumruğumu
savurarak atılırken Zu’ya bakabilmek için tek bir saniyem olmuştu. Volkswagen’ın şoförünü
gözlüklerine indirdiğim yumruk darbesiyle sersemlettim. Arkamda bir yerdeyse kamyonetin şoförü
kapıyı zorluyordu ve bu defa eli boş değildi.
Zu, yüzüne doğrultulan tüfekten hiç ürkmedi. İnlemesine, gözlerini kısışına ve sarı eldivenlerinin
acıyla kulaklarını örtmesine bakılırsa önünü doğru düzgün gördüğünden bile emin değildim.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Ellerim Liam’ın üzerinde, onu sarsarak uyandırmaya çalışıyordu.
Masmavi ve berrak gözleri açıldı ama yalnızca bir anlığına. Megafon birden yüzümün dibinde
belirdi. Beyaz Gürültü, beynime bir balta gibi saplanmıştı. Kemiklerim birden pelte gibi oldu ve tüm
kontrolümü kaybederek yere yığıldım. Liam’ın üzerine düştüğümü bile orada uyanana dek
anlayamadım. Beyaz Gürültüden, radyodan ve Chubs’ın çığlıklarından yüksek olan tek bir ses vardı:
Liam’ın sırtından duyduğum kalp atışlarının sesi.
Gözlerimi yeniden sımsıkı kapadım. Parmaklarım üzerindeki deri cekette dolaşıyordu. Bir yanım
onu itmek ve beynine giremeyeceğim bir mesafede tutmak isterken, diğer yanım çaresizce zihnine
girmeyi ve onu uyandırmak için kendimi ona bağlamayı deniyordu. Eğer birine bu yeteneğimle zarar
verebiliyorsam bu, aynı zamanda yardım da edebileceğim anlamına gelmez miydi?
Uyan, diye yalvardım. Uyan, uyan, uyan, uyan...
Tiz bir çığlık duyuldu. Bir insandan gelemeyecek kadar tiz bir ses. Zorlayarak gözlerimi araladım.
Kamyonet şoförü, bir eliyle tüfeğini kavramış, diğeriyle de Zu'nun yakasına yapışmış bir hâlde
kamyonete doğru ilerliyordu. Onun için bağırmaya çalıştım. Diğer adamın elini saçlarımda
hissettiğim anda bile. Beni ön kapıdan çekip çıkartarak sert bir şekilde yere fırlatmış; yere yapıştığım
anda çakıllar, bacaklarımı ve avuçlarımı yaralamıştı.
Diğer tarafa dönerek PÖK askerinin elinden kurtulmaya çalıştım. Betty’nin altından, iki küçük kuşa
benzer, sarı renkli şeyler düşüyordu yere. Sonra bir kapı sesi işittim. "Stewart, Psi numarası 42755..." Volkswagen’ın şoförü, cebinden parlak turuncu bir şey çıkartarak
Liam’ın kapısını yeniden açtı. Gözlerim gürültünün etkisinden çift görmeye başlamıştı. Gözlerimi
ovuşturarak adama yeniden bakmaya çalıştım. PÖK askerinin elindeki turuncu alet, bir cep
telefonundan daha büyük değildi. Bu yüzden kolaylıkla Liam’ın yüzüyle direksiyonun arasına
sokabilmişti onu.
Adamın koluna vurmam da hiçbir işe yaramamıştı. Yaptığı işle o kadar meşguldü ki bana dönüp
bakmadı bile.
Liam! Kelimeler beynimden dışarı çıkmak için çırpınıyordu. Ancak dudaklarımı hareket
ettiremiyordum. Lanet olsun! Dudaklarım tüm işlevini yitirmişti. Liam!
Turuncu aletten bir ışık yükseldi ve çok geçmeden Beyaz Gürültünün o yoğun çığlığı içinde bile
adamın, "Bu, Liam Stewart. Kimlik onaylandı," diyen sesini duydum.
Betty’nin altından, bir kum fırtınası gibi sıcak ve keskin bir şey yükseliyordu havaya. Çıplak tenime
nasıl temas ettiğini çok net hatırlıyorum ve sonrasında gelen o kör edici ışıktan korunmak için hemen
başımı çevirişimi. Yoluna çıkan her şeyi ve herkesi yutan bir alevdi bu. Yanı başımda dikilen adamın
küfrettiğini duydum önce. Sonrasında onun sesi de birbirine sürtünen metal ve parçaları dolu gibi
yanıma saplanacak kadar şiddetle patlayan cam sesleri arasında kaybolup gitti.
Ve bitti. Bir şeyin uzağa fırlayıp yere düştüğünü duyduğum anda Beyaz Gürültü aniden kesildi.
Aman Tanrım, megafon!
Kolumu uzatıp onu yakaladım. PÖK askeri kulaklarımdaki çınlama yüzünden duyamayacağım bir
şeyler bağırıyordu şimdi. O aleti almaya o kadar odaklanmıştım ki ne dediği umurumda da değildi
zaten. Neyse ki bir el, ayak bileğimi yakalayıp beni toprakta sürüklemeye başlamadan önce megafona
ulaşmayı başarmıştım.
"Ayağa kalk, seni pis...!" Etrafta bir alarma benzeyen dijital bir ses duyulduğu anda adam bacağımı
bıraktı. "Larson konuşuyor, acil destek talep ediyorum..."
Homurdanarak önce dizlerimin, sonra ayaklarımın üzerine kalktım. Adam büyük bir hata yapıp bir
saniye için bana sırtını dönmüştü ve hatasını anlayıp omzunun üzerinden baktığındaysa artık çok
geçti. Elimdeki metal megafonu suratının ortasına indirdim.
Telsizi asfalta düştüğünde tekmeleyip uzanamayacağı bir yere sürükledim. İki elini de ikinci bir
darbeden korunmak için yüzüne siper etmişti ama ona acımayacaktım. Beni yeniden Thurmond’a
götürmesine asla izin veremezdim.
Yüzüne koyduğu ellerini çekerek gözlerime bakmaya zorladım. Göz bebekleri önce küçülmüş,
sonra yeniden normal boyutlarına ulaşmıştı. Adam benden uzundu ama önümde dizlerinin üzerine
çömelmiş bir hâldeyken bunu kimse tahmin etmezdi.
Git! demeye çalıştım. Çenem sımsıkı kapanmış, kaslarımsa Beyaz Gürültü hâlâ içlerinden bir
elektrik akımı gibi geçiyormuşçasına kasılmıştı. Git!
Bunu daha önce hiç yapmamıştım ve gerçekten işe yarayıp yaramayacağını görmemin de bir
imkânı yoktu. Ama kaybedecek neyim vardı ki? Anıları dalga dalga beynime akmaya başlamıştı ve
beynimden geçen tek düşünce şuydu: Bunu yapacağım.İşe yarayacak.
Martin, insanların zihinlerine birtakım düşünceler ekebildiğini söylemişti ama benim yeteneğim bu
şekilde çalışmıyordu. Hiç çalışmamıştı. Ben yalnızca görüntüler görürdüm. Tek yapabildiğim, onları
karıştırmak, ayırmak ve silmekti. Başka bir şey yapmayı hiç denememiştim önceden. Hiç istememiştim. Şimdiye kadar. Eğer bu
çocuklara yardım edemezsem, onları kurtaramazsam o zaman ne işe yarardım ki? Ne anlamım
olurdu? Yap şunu. Sadece yap şunu.
Adamın telsizini aldığını hayal ettim. Hem de her bir detayını. Gözlükleri olmadan telsizi el
yordamıyla arayışını, pantolonunun nasıl kırıştığını... Destek isteme talebini iptal ettiğini hayal ettim.
Yolun kenarındaki kayalık tepeye, vahşi doğaya doğru yürüdüğünü de.
Kolunun üzerindeki ellerini bıraktığımda aklımdan ne geçirdiysem birer birer yapmaya başladı. O
yürüyerek uzaklaşırken attığı her adım, bende daha büyük bir şaşkınlık yaratıyordu. Başarmıştım.
Ben.
Arkamı döndüğümde yolun üzeri siyah bir dumanla kaplanmış; duman, tepenin çimenlerini ve
gizli köşeleri kalın, çirkin bir battaniye gibi örtmüştü. O zaman hatırladım.
Zu.
Yürüdükçe enkazı daha iyi görebiliyordum. Betty’nin yanına park eden kamyonet şimdi yüzlerce
metre ileri savrulmuş, boş bir tarlanın üzerinde yatıyordu. Daha küçük olan gri Volkswagen ise onun
önünde, bir metal yığınına dönmüş bir hâlde yan yatmıştı. Arabanın üzerinden öyle yoğun bir duman
çıkıyordu ki her an patlayacak gibiydi.
Kamyonet ezmiş, diye düşündüm. Kamyonet, yoluna çıkan arabayı ezmiş.
Tekerlek izlerini ve camları takip ettim ama tek bulabildiğim, kamyonetin şoförü oldu. Daha
doğrusu ondan geriye kalanlar.
Bedeni, yabani otların arasında kıvrılmıştı. Bacağı neresi, kolu neresi ayırt edemiyordum. Hiçbiri
yerli yerindeymiş gibi görünmüyordu. Dirsekleri iki kırık kanat gibi yükseliyordu toprağın üzerinde.
O da ezilmişti.
Göğsüme soğuk ve kırılgan bir his yerleşti birden. Zu'nun araçlardan herhangi birinde olmadığını
anladığımda dumanların arasından çıktım. Bir süre bekledikten sonra dayanamayıp dizlerimin
üzerine düştüm ve midemde olan azıcık yemeği de kustum.
Başımı kaldırdığım sırada gördüm onu. Betty’nin yanında, sırtı kambur, başını öne eğmiş hâlde
oturuyordu; ama hayattaydı -hayatta ve güvende. Ona seslenmeye çalışırken zihnim bu iki kelimeye
tutunuyordu. Zu, nefes nefese başını kaldırdı. Ona yaklaştıkça dumanın içine saklanan yüzü seçilir
olmuştu. Kan çanağına dönmüş gözleri, alnında bir kesik, tozla kaplanmış yanaklarından aşağı
süzülen yaşlar.
Önünde eğildiğimde başım da kalp atışlarıma paralel olarak zonkluyordu sanki. O azap verici
birkaç saniye boyunca tek duyabildiğim buydu.
"İ..İyi misin?" diye sordum güçlükle.
Başını aşağı yukarı sallarken dişleri birbirine çarptı.
"Ne... oldu?" diye sordum.
Zu, yok olmak istermişçesine iki büklüm duruyordu. Sarı eldivenleri yanında, yerde duruyor;
çıplak ellerini, arabaya daha birkaç saniye önce dokundurmuş gibi hâlâ önünde ve toprağa dönük
tutuyordu.
Sakinleşmesi için başka ne söyleyebileceğimi bilmiyordum. Kendimi bile nasıl
sakinleştireceğimden emin değildim. Bu kız, bu Sarı, saniyeler içinde iki arabayı ve bir hayatı
mahvetmişti. Ve görünüşe bakılırsa bunu tek bir dokunuşuyla yapmıştı. Ama bunu bilsem de karşımdaki hâlâ Zu'ydu. Peki ya elleri? Onlar beni tehlikeden kurtaran ellerdi.
Titreyen kollarımla onu Betty'ye bindirdim. Yanıyordu. Normal bir ateşten fazlaydı derecesi. Onu
en yakındaki koltuğa bırakıp ellerimi yanaklarına koydum. Bana odaklanamıyordu. Tam kapıyı
kapatacaktım ki bileğimi yakalayıp eldivenlerinin düştüğü yeri işaret etti.
"Aldım," dedim ve eldivenleri üzerine bırakarak daha büyük bir yükle karşılaşmak üzere döndüm.
Chubs hâlâ yolcu koltuğunda baygın yatıyordu. Bedeninin yarısı dışarıdaydı. Çok şükür ki
kamyonet şoförü, uzun bedenini daha fazla dışarı çekmeyi başaramamıştı yoksa o da şu anda burada
şoförle birlikte yatıyor olurdu. Kapıyı arkasından kapattığım sırada, gevşek bedeni kapıya çarptı.
Minivanın önünden dolaşırken tenis ayakkabılarımla takılıp düşüyordum neredeyse. Görüşümü
engelleyen parlak noktalar eşliğinde aralık olan şoför kapısını ardına kadar açtım. Liam da hâlâ
baygın bir şekilde yatıyordu; onu kendine getirmek için ne kadar sallasam da başarılı olamadım. O
sırada yüzünü dizlerinin arasına gömmüş Zu'nun boğuk ağlama sesleri duyuluyordu.
"Bir şeyin yok, Zu," dedim. "Hepimiz çok iyiyiz. Her şey yoluna girecek."
Liam’ın kollarına dolanan emniyet kemerini çözdüm ve onu biraz iterek yuvarlamaya çalıştım.
Onu arka koltuklardan birine geçirebilecek kadar güçlü değildim, en azından o anda. Daha fazla
dayanamayıp Liam’ı yere, iki ön koltuğun arasına bırakıverdim. Bana dönük yüzünde, ağzının
kenarındaki kasların kıpırdanmaya başladığını; arada bir dudaklarının kıvrılmasıyla yüzünde hiç de
doğal olmayan bir gülümseme belirdiğini görebiliyordum.
Arabayı çalıştırmak için gerekli adımları düşünürken bakışlarımı direksiyona dikmiştim. Liam’ın
yaptıklarını, Cate’in yaptıklarını, babamın bir zamanlar yaptıklarını hatırlamaya çalıştım. On altı
yaşındaydım, evet. Ancak el freninin çekili olup olmadığını anlamak bir yana, daha o lanet olasıca
yerini bile bilmiyordum.
Çok da önemli değildi en nihayetinde. Görünüşe göre el freni çekili olsa da arabayı
kullanabilirdim. Şimdi tek hatırlamam gereken şey, sağdakinin gaz, soldakinin fren olduğuydu.
Aslına bakılırsa iş de bundan ibaretti.
Betty, dumanın en kalın olduğu noktayı delerek yolda ilerlemeye başladı. Sonunda, sonunda,
sonunda enkazdan kurtulmuştuk. Havalandırmadan içeri giren hava, ne beyinlerimize Beyaz
Gürültünün yankılarını taşıyordu artık ne de ciğerlerimize dumanın kokusunu.

The Darkest Minds Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin