6

63 1 0
                                    

GÖZLERİMİ AÇTIĞIMDA HAVA HÂLÂ KARANLIKTI.
Arabanın kliması, dikiz aynasına asılı sarı kartondan yapılmış ağacı sallıyordu. Ağacın vanilya
kokusu o kadar tatlı ve baskındı ki boş midemi bulandırmaya yetmişti. Savaştan, barıştan ve sığınak
gibi yalanlardan bahseden bir şarkı söylüyordu Mick Jagger. Şarkıdan rahatsız olup başımı çevirmeyi
denesem de tek yaptığım, burnumu cama çarpıp boynumu incitmek oldu.
Dikleşip gri emniyet kemerine sıkıca yaslandım.
Artık cipin içinde değildik.
Gece, derin bir nefes gibi yoğun ve her yanı hâkimiyeti altına alan karanlığıyla gösterdi yüzünü.
Panelin yeşil ışıkları, üzerimdeki mavi önlüğe yansıyordu. Bu bile yaşananların gerçekliği ile bir
anda yüzleşmeme yetmişti.
Ağaçlar ve altındaki çalılıklarla çevrili yol, arabanın sarı farları dışında tamamen karanlıktı.
Yıllardır ilk kez, Thurmond'un devasa ışıkları yüzünden bir türlü göremediğim yıldızları
görüyordum. Gerçek olamayacak kadar parlak ve net görünüyorlardı. Önümüzde akıp giden uzun
yolun mu yoksa gökyüzünün mü daha şaşırtıcı olduğunaysa bir türlü karar veremiyordum.
Gözlerimde yaşlar birikti.
"Nefes almayı unutma, Ruby," dedi yanımdaki ses.
Ona doğru dönerken yüzümdeki ameliyat maskesini çıkardım. Dr.Begbie’nin sarı saçları
omuzlarına değiyordu. Bizi Thurmond'dan... her nereye gidiyorsak oraya getirene kadar geçen
sürede önlüğünü çıkarmış, üzerine siyah bir gömlekle kot pantolon giymişti. Gece, gözlerinin altını
saran deriyi morluklara çevirmişti sanki. Burnunun ve çenesinin keskin hatlarını daha önce fark
etmemiştim.
"Uzun süredir bir arabaya binmedin, değil mi?" Bunu gülerek söylemişti ama haklıydı. Hızla ileri
atılan arabayı kendi bedenimden daha net hissediyordum.
"Dr.Begbie..."
"Bana Cate de," dedi öncekine nazaran daha sert bir tavırla. Verdiği tepkiye şaşırdığımı belli ettim
mi bilmiyorum ama hemen ardından, "Özür dilerim. Uzun bir gece oldu ve benim bir fincan kahveye
ihtiyacım var," dedi.
Arabanın paneline göre saat 04.30'du. Yalnızca iki saat uyumuş olmama rağmen tüm gün
olduğumdan daha dinçtim. Tüm hafta. Hatta tüm hayatım boyunca.
Cate, Rolling Stones'un şarkılarını bitirmesini bekleyerek radyoyu kapattı. "Artık sadece eskileri
çalıyorlar. Başta bunun bir şaka olduğunu ya da Washington'un bunu istediğini sanmıştım ama
görünen o ki bugünlerde insanlar bunu istiyor."
Göz ucuyla bana bir bakış attı. "Nedenini bilemiyorum."
"Dr... Cate," dedim. Sesim artık daha kuvvetliydi. "Neredeyiz? Neler oluyor?"
O daha cevap veremeden arka koltuktan birinin öksürük sesi duyuldu. Boynumdaki ve göğsümdeki
ağrıya rağmen hemen arkama döndüm. Cenin pozisyonunda, iki büklüm yatan başka bir çocuk daha
vardı arka koltukta. Belki benim yaşımda, belki de benden bir yaş küçüktü. Şu diğer çocuktu bu. Max
mi Matthew mu adı her neyse... Revirde gördüğüm çocuk. Uyurken durumu benden çok daha iyi
görünüyordu.
"Harvey, Batı Virginia'dan henüz çıktık," dedi Cate. "Orada bazı arkadaşlarla buluşup arabaları
değiştirdik ve Martin’i, içinde kaçırdığımız tıbbi atık kutusundan buraya aldık."
"Bir dakika..."
"Ah, endişelenme," dedi Cate aceleyle. "Kutunun üzerinde hava delikleri vardı."
Sanki endişelendiğim şey buymuş gibi.
"Onu kontrol etmeden arabaya koymana izin mi verdiler yani? Hiç bakmadan?"
Bana yeniden baktığında, bakışlarına yansıyan hayretten dolayı kendimle gurur duymuştum.
"Thurmond'daki doktorlar, bu kutuları tıbbi atıkları taşımak için kullanır. Bütçe kesildiğinden beri de
kamp yöneticileri atıkları doktorların kendilerinin atmasına karar verdi. Bu hafta Sarah ve ben
görevliydik. "
"Sarah?" diye böldüm. "Dr.Rogers mı?"
Başıyla onaylamadan önce sadece anlık bir tereddüt yaşadı.
"Neden onu bağladın? O neden... siz, neden bize yardım ediyorsunuz?"
Sorularıma soruyla karşılık verdi.
"Hiç Çocuk Birliği diye bir şey duydun mu?"
"Pek sayılmaz," dedim. Sadece kulağıma çalınmıştı. Söylenenler doğruysa bu, bir anti-devlet
örgütüydü. Sonradan gelenlerin anlattıklarına göre kamp sistemini çökertmek istiyorlardı. Çocukları
kamplara götürmelerini engellemek için onları saklıyorlardı. Ben bu söylentileri hep bizim
jenerasyonun masalları olarak algılamıştım. Bu kadar iyi bir şeyin gerçek olması mümkün değildi.
“Biz," dedi Cate devam etmeden önce bir süre bekleyerek. "Kendini, devletin yeni kanunları
tarafından zarar görmüş çocuklara yardım etmeye adamış bir organizasyonuz. Hiç John Alban diye
birini duydun mu? Kendisi, önceleri Gray’in danışmanlığını yapıyordu."
"Çocuk Birliği'ni o mu kurdu?"
Başıyla onayladı. "Kızı öldükten ve geride kalan çocuklara aslında ne olduğunu anladıktan sonra
başkentten ayrılıp kamplarda yapılan tüm testleri kamuya duyurmaya başladı. Ne New York Times ne
The Post, hiçbir gazete bu haberleri yayınlamadı çünkü o zaman Gray, ulusal güvenlik gibi
bahanelerle hepsini parmağında oynatıyordu. Küçük gazeteler de ekonomik kriz yüzünden kapanıp
gitmişti."
"Yani..." Söylediklerini yanlış anlayıp anlamadığımı düşünerek devam ettim. "Yani o da bize
yardım etmek için Çocuk Birliği'ni mi kurdu?"
Cate’in yüzü bir gülümseme ile aydınlandı. "Evet, aynen öyle." O hâlde neden bir tek bana yardım ettin ?
Sorum sanki güzel çiçeklerin arasından biten uzun ve çirkin bir ot gibi çıkıvermişti ağzımdan.
Beynimdeki gürültüleri bastırmak için yüzümü ovuşturdum ama soruları zihnimden bir türlü söküp
atamıyordum. İçinden ağır bir şey çıkmak üzereymiş gibi tuhaf bir his vardı göğsümde. Belki bir
çığlık.
"Peki ya diğerleri?" diye sordum farkına varmadan.
"Diğerleri mi? Diğer çocuklardan mı bahsediyorsun?" Cate, bakışlarını önünde uzayan yola
dikmişti. "Onlar bekleyebilir. Durumları seninki kadar acil değil. Zamanı geldiğinde onlar için
döneceğimize emin ol ama şimdi bunun için endişelenme. Hayatta kalacaklar."
Bir anda irkilmeme sebep olan, kullandığı kelimelerden çok ses tonuydu. Hayatta kalacaklar
cümlesi öyle... umursamaz bir şekilde çıkmıştı ki ağzından, neredeyse bir elini boş ver dercesine
havada salladığını görür gibiydim. Maruz kaldıkları kötü muameleyi, aldıkları cezaları, sırtlarına hiç
durmadan inen silahları boş vereyim, öyle mi? Tanrım, kusmak istiyordum.
Onları, hepsini geride bırakmıştım. Oradan birlikte çıkacağımıza söz vermeme rağmen Sam’i bile.
Beni korumak için yaptığı her şeyden sonra onu orada bırakmıştım...
"Ah, hayır, Ruby. Özür dilerim, bunun kulağa nasıl geleceğini düşünemedim," dedi başını bir bana
bir yola çevirerek. "Ben sadece... ne söylediğimin bile farkında değilim. Haftalardır oradaydım. Yine
de nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemiyorum. Senin neler yaşadığını biliyor gibi
davranmamalıydım."
"Ben... ben onları terk ettim," dedim. Sesimin ağlamaklı çıkması ya da ağlamamak için kendimi zor
tutuyor olmam önemli değildi. "Neden sadece beni aldın? Neden diğerlerini de kurtarmadın? Neden?"
"Sana daha önce de söyledim," dedi usulca. "Seni kurtarmak zorundaydım. Yoksa öldüreceklerdi.
Diğerleri tehlikede değil."
"Diğerleri hep tehlikede," dedim bir kez olsun adımını revirden dışarı atıp atmadığını merak
ederek. Bunu nasıl görmemişti? Nasıl hiç duymamış, hissetmemiş, solumamıştı? Thurmond'daki hava
öyle ağır bir korkuyla doluydu ki boğazınızdan yükselen kusmuk gibi, tadını kolaylıkla alabilirdiniz.
Oysa Thurmond’a geldiğimde, art arda gelip birbiriyle beslenen nefret ve dehşeti görmek bir
günümü bile almamıştı benim. Askerler bizden nefret ettikleri için onlardan korkmamızı
sağlamalıydılar. Biz de onlardan korkuyor, dolayısıyla da nefret ediyorduk. Thurmond’da birbirimiz
yüzünden bulunduğumuzu biliyorduk çünkü. Askerler olmasa kamp olmaz; Psi ucubeleri olmasa
askere de ihtiyaç kalmazdı.
Peki, kimin suçuydu bu? Herkesin mi? Hiç kimsenin mi? Bizim mi?
"Beni bırakmalıydın. Başka birini, daha iyi birini almalıydın. Bu yüzden cezalandırılacaklar, buna
eminim. Canlarını yakacaklar ve hepsi benim suçum! Onları bırakıp gitmemeliydim..." Mantıklı
konuşmadığımı biliyordum ama düşüncelerimi anlamlı cümleler hâlinde ifade edemiyordum. O hissi,
o kalbi parçalayan suçluluk duygusunu, o bedeni ele geçiren ve bir türlü bırakmayan üzüntüyü insan
başka türlü nasıl anlatabilirdi ki? Nasıl kelimelere dökebilirdi?
Cate’in dudakları aralansa da birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemedi. Direksiyonu sımsıkı
tutmuş, arabayı yol kenarına çevirmişti. Ayağını gazdan çekip arabanın kendi kendine yavaşlamasını
ve nihayet durmasını bekledi. Tekerlekler sonunda dönmeyi bıraktığında içimi kaplayan bir kederle
kapı koluna uzandım.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu Cate.
Arabayı inmem için kenara çekmemiş miydi? Pozisyonlarımız farklı olsa ben öyle yapardım. Onu
anlıyordum.
Kapıya doğru uzandığında arkama yaslandım. Ama o, kapıyı ardına kadar açmak yerine kapatıp
parmaklarını omzuma koydu. Ürperdiğim dokunuşundan kaçmak için oturduğum koltuğa
olabildiğince sıkı yapıştım. Yıllardır hissettiklerimin en kötüsüydü bu. Başım zonkluyordu ki bu,
yakında kontrolümü kaybedeceğimi gösteren en kuvvetli işaretti. Bana sarılmak, kolumu okşamak ya
da annemin yapacağı herhangi bir şeyi yapmak gibi bir niyeti varsa da tepkimi görünce bunu
yapmaktan vazgeçmiş olmalıydı.
"Beni dikkatlice dinle," dedi. Her an bir arabanın ya da bir PÖK askerinin karşımıza çıkmasından
endişe edermiş gibi bir hâli yoktu hiç. Gözlerimi gözlerine çevirene dek bekledi. "Bugüne kadar
yaptığın en önemli şey, hayatta kalmayı öğrenmekti. Kimsenin, böyle yapmaman gerektiğini, kampta
kalman gerektiğini düşünmene yol açmasına izin verme. Sen önemlisin, bunu unutma. Benim için
önemlisin. Çocuk Birliği için ve gelecek için önemlisin..." Bir an duraksadı. "Seni asla
incitmeyeceğim, asla bağırmayacağım ya da aç bırakmayacağım. Ömrümün geri kalanında seni
koruyacağım. Neler yaşadığını hiçbir zaman tam olarak anlayamasam da anlatmak istediğinde hep
dinleyeceğim. Beni anlıyor musun?"
Boğazımda bir düğümle onu dinlerken içimde bir şeylerin ısındığını hissettim. Söylediklerine
karşılık ben de bir şeyler söylemek, ona teşekkür etmek, onu yanlış anlamadığımdan emin olmak için
söylediklerini tekrarlamasını rica etmek istiyordum.
"Hiçbir şey olmamış gibi davranamam," dedim.Tel örgülerden yükselen titreşimleri hâlâ tüm
bedenimde hissediyordum.
"Davranmamalısın da. Asla unutmamalısın. Ama hayatta kalmanın önemli yanlarından biri de
hayata devam etmektir. Bunun için bir kelime var," diyerek bakışlarını direksiyonu tutan ellerine
çevirdi. "Bizim dilimizde tam bir karşılığı yok. Portekizce. Saudade. Hiç duydun mu?"
Başımı salladım. Ben kendi dilimdeki kelimelerin bile yarısını bilmiyordum ki.
"Şey gibi... tam bir tanımı yok. Bir duygunun tarifi gibi... çok büyük bir üzüntünün. Bir zamanlar
kaybettiğin bir şeyin sonsuza dek kaybolduğunu ve bir daha asla senin olmayacağını anladığın an
yaşadığın bir his." Sonra derin bir nefes aldı. "Thurmond'dayken bu kelimeyi sık sık düşünürdüm.
Çünkü oradan önceki hayatlarınızı, hayatlarımızı bir daha geri alamayacağız. Ama biliyor musun, her
son bir başlangıçtır. Bir zamanlar sahip olduklarını geri alamasan da onları arkanda bırakabilirsin.
Yeniden başlarsın. En baştan."
Ne demek istediğini anlamıştım ve ağzından dökülen sözcüklerin doğru olduğunu ve kalbinin
derinliklerinden bir yerden geldiğini de biliyordum. Şimdiye kadar hayatım zaten paramparça
olmuşken, onun bir kez daha parçalandığını düşünmeyi hayal bile edemiyordum.
"Al," dedi gömleğinin iç yakasına uzanarak. Uzun, gümüş bir zinciri boynundan çıkarıp,
başparmağımdan biraz büyük, siyah, daire şeklindeki kolye ucuyla birlikte bana uzattı.
Avcumu açtım. Zincir, tenine değdiği için hâlâ sıcaktı ama kolye ucunun plastikten yapılmış
olduğunu gördüğümde şaşırdım.
"Biz buna 'panik düğmesi' diyoruz," dedi. "Yirmi saniye boyunca basılı tutarsan açılacak ve en
yakındaki ajanlara sinyal gönderecek. Umarım bunu hiç kullanmazsın ama yine de sende kalmasını istiyorum. Eğer olur da korkarsan ya da ayrılmak zorunda kalırsak bunu kullan."
"Beni takip mi edecek?" Bu düşünce her nedense beni huzursuz etmişti. Ama yine de kolyeyi
boynuma geçirdim.
"Sen çalıştırmazsan hayır," dedi Cate. "PÖK askerleri, kazara sinyalleri yakalayamasınlar diye bu
şekilde tasarladık. Söz veriyorum, burada kontrol sende, Ruby."
Kolyenin ucunu başparmağımla işaret parmağımın arasında tutup incelemeye başladım.
Parmaklarımın ne kadar kirli olduğunu ve tırnaklarımın içinde biriken pisliği fark ettiğimde hemen
bıraktım. Hıh, ben ve böyle güzel şeyler... Pek uyumlu bir ikili değildik doğrusu.
"Sana bir şey daha sorabilir miyim?" Arabayı yeniden yola çıkarana, hatta sözcükleri bir araya
getirebilmek için birkaç kez aklımdan geçirene dek beklemiştim. "Çocuk Birliği, kampları dağıtmak
için kurulduysa neden benle Martin’i kurtarmakla uğraştın ki? Neden hazır oradayken kontrol
kulesini havaya uçurmadın?"
Cate elini dudaklarında dolaştırıyordu. "Ben bu tip operasyonlarla ilgilenmiyorum," dedi. "Ben
gerçeklere, yani siz çocuklara yardım etmeye odaklıyım. Bir fabrikayı yok edebilirsin ama hemen
ardından bir yenisini inşa ederler. Ancak yok edilen şey bir hayat olduğunda bunun geri dönüşü
yoktur. O insanı geri getiremezsin."
"İnsanlar biliyor mu?" diye sordum nihayet. "Bizi orada iyileştirmediklerini biliyorlar mı?"
"Emin değilim," dedi Cate. "Bazıları hep inkâr edecek ve kamplarla ilgili neye inanmak istiyorlarsa
ona inanmaya devam edecekler. Bana kalırsa çoğu kişi bir tuhaflık olduğunun farkında. Ancak kendi
işleriyle o kadar meşguller ki devletin o kampları nasıl idare ettiğini sorgulamak akıllarına bile
gelmiyor. Bence hepinizin orada iyi olduğunuza inanmak istiyorlar. Cidden, o kadar... o kadar az
kaldınız ki."
Doğruldum. "Ne?"
Bu defa Cate bana bakamıyordu. "Bunu söyleyen ben olmak istemezdim ama işler şu anda her
zamankinden daha kötü durumda. Birlik’in eriştiği son bilgilere göre, on-on yedi yaş arasındaki ülke
nüfusunun yüzde 2'si çeşitli kamplarda."
"Ya diğerleri?" dedim cevabı bilmeme rağmen. "Geri kalan yüzde 98'i?"
"Birçoğu İAAN'ye kurban gitti."
"Öldüler," diye düzelttim. "Tüm çocuklar mı? Dünyanın her yerinde mi?"
"Hayır, her yerde değil. Diğer ülkelerde raporlanan sadece birkaç vaka oldu ama Amerika’da..."
Cate derin bir nefes aldı. "Şu an sana ne kadarını anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Seni bunaltmak
istemem ama İAAN’nin ya da Psi güçlerinin başlangıcıyla ergenlik arasında bir ilişki..."
"Kaçımız?" Thurmond’da tutulduğum onca zaman boyunca yeni bir şey öğrenememişler miydi
gerçekten? "Kaçımız hayatta kaldı?"
"Hükümete göre, on sekiz yaşın altında yaklaşık iki yüz elli bin çocuk var fakat bizim tahminimiz
bu rakamın ancak onda biri kadar."
Kusmak üzereydim. Emniyet kemerimi çözüp öne doğru eğilerek başımı bacaklarımın arasına
aldım. O anda Cate’in elinin sırtıma doğru uzandığını fark ettim. Hemen yeniden doğruldum.
Arabadaki tek ses, eski yolda dönen tekerlek sesleri oldu.
O kadar uzun süre başım önümde, gözlerim kapalı durdum ki Cate sonunda endişelendi. "Miden
bulanıyor mu hâlâ? Yaşadığın semptomları yaratabilmek için sana yüksek dozda penisilin vermemiz gerekti. İnan bana, elimizden başka bir şey gelseydi öyle yapardık ama PÖK askerlerinin seni revire
geri getirmesini gerektirecek kadar ciddi bir şeye ihtiyacımız vardı."
Arkada horlamaya başlayan Martin’in sesi bile bir süre sonra, eski yolda ilerleyen tekerlek sesleri
arasında kayboldu. Thurmond'dan ne kadar uzaklaştığımızı, geçmişin ne kadar geride kaldığını
sormak istiyor, ama bir yandan da korkuyordum.
"Biliyorum," dedim bir süre sonra. "Teşekkürler, gerçekten."
Cate uzandı ve eli, ben daha onu durdurmayı bile düşünemeden, omzumu okşayarak koluma doğru
indi. Zihnimde bir yerlerde bir gıdıklanma hissettiğim anda ne olacağını anlamıştım. Onun zihninden
gelen ilk akkor anı, o kadar hızla geçip gitmişti ki sahne, tıpkı bir fotoğraf negatifi gibi geçmişti
gözlerimin önünden. Açık sarı saçlı minik bir kız çocuğu yüksek bir sandalyede oturuyor, dişsiz
ağzıyla sırıtıyordu. Bir sonraki görüntü anlayabileceğim kadar uzun kaldı zihnimde. Bir yangındı bu.
Tüm duvarları yalayıp geçerek her yanı saran ve güneşin kendisi kadar sıcak bir yangın. .. Bu bir anı
mıydı? O kadar sarsıcı ve şiddetli bir anıydı ki midemin bulanmasını önlemek için dişlerimi sımsıkı
kenetlemek zorunda kaldım. Cate’in zihninde, üzerinde siyah harf ve rakamlarla 456B yazılı gümüş
rengi bir kapı belirdi. Bir el göründü. Kapı koluna uzanan bir el. Cate’in solgun, ince parmakları
uzanır uzanmaz bir kor kadar sıcak bu dokunuşla irkilerek geri çekildi. Ahşabı yumruklayan eller ve
sonra bir ayak. Görüntü bir an sarsıldı ve kapı çatlaklarının arasından sızan karanlık dumanın
arkasında kaybolurken yavaş yavaş kenarlarından kıvrılmaya başladı.
Aynı karanlık kapı kapandığında irkilerek kendime geldim ve kolumu hemen onun dokunuşundan
kurtardım.
Lanet olsun. Ne oluyor böyle? Kalbim kulaklarımda atıyordu sanki. Ben de kulaklarımı sımsıkı
kapadım.
"Hâlâ mı?" dedi Cate. "Ah Ruby, çok üzgünüm. Arabaları değiştirdiğimizde mideni rahatlatacak bir
şeyler isteyeceğim."
O da diğerleri gibi olanlardan bihaberdi.
"Biliyorsun..." dedi bir süre sonra. Gözlerini, aydınlanmak üzere olan gökyüzüyle buluşmuş
karanlık yoldan bir an olsun ayırmıyordu. "Hapları içip benimle gelmen büyük cesaret isterdi. İçinde,
revirde tanıştığım o sessiz kızdan daha fazlası olduğunu biliyordum."
Ben cesur değilim. Öyle olsaydım, sonucu ne kadar kötü olursa olsun, kimliğime sahip çıkardım.
Diğer Turuncuların yanında çalışmış, yemiş, uyumuş ya da en azından Sarılarla Kırmızıların
gölgesinden çıkmış olurdum.
O çocuklar güçleriyle gurur duyuyorlardı. Fırsat buldukça kamp yöneticilerini taciz edip, PÖK
askerlerinin canını yakıyor; kulübelerini ve tuvaletleri ateşe vererek bir şeyler anlatmak istiyorlardı.
Kapıdan çıkmak için görevlileri ikna etmeye çabalıyor, yetişkinlerin zihinlerine öldürülen aileler ya
da aldatan eşler gibi görüntüler yerleştirip onları deli ediyorlardı.
Onları görmemek, yanınızdan geçerlerken yoldan çekilip başınızı diğer yana çevirmemek
imkânsızdı. Bense bir korkak gibi, bitmek bilmez gri ve yeşilin içinde hiç dikkat çekmeden, bir kez
bile kaçabileceğimi ya da kaçmam gerektiğini düşünmeden yaşıyordum. Sanırım tek istedikleri, bir
çıkış yolu bulmak ve bunu kendi başlarına yapmaktı. Özgür kalmak için çok uğraşmış, çok
çabalamışlardı.
Hiçbiri on altı yaşını göremedi.
Bir insanın yalan söylediğini anlamanın binlerce yolu vardır. Beyinlerine girip en ufak bir
güvensizlik ya da rahatsızlık emaresi aramanıza gerek yok. Yüzlerine bakmanız çoğu zaman
yeterlidir. Sizinle konuşurken bakışlarını sola çevirir, bir hikâyeyi fazla detaylandırır ve bir soruyu
başka bir soruyla cevaplarlarsa bilin ki o kişi yalan söylüyordur. Bunu, daha ikinci sınıftayken bana
ve diğer yirmi dört öğrenciye, polis olan babam "Yabancı Korkusu" isimli sunumunda öğretmişti.
Cate’de bu işaretlerden hiçbirine rastlamadım. Bana dünyayla ilgili mümkün görünmeyen şeyler
anlatıyordu. Radyoyu açıp tüm anlattıklarını teyit eden o ağırbaşlı sesle karşılaşana dek hiçbirine
inanmamıştım.
"Evet!" dedi avcunu direksiyona vurarak. "Sonunda!"
"Söylentilere göre Başkan, İngiltere Başbakanı’nın dünya ekonomik krizinin etkilerini hafifletmek
için olası önlemleri ve düşüşe geçen dünya borsalarını yeniden toparlama yöntemlerini konuşma
talebini reddetmiş. Bu kararı kendisine sorulduğunda Başkan, Birleşik Krallığın, Avrupa Birliği’nin
Amerika Birleşik Devletleri karşısında aldığı ekonomik yaptırımlardaki rolüne işaret etmiş."
Cate radyonun ayarıyla oynamaya başladı yeniden. Spikerin sesi bir netleşiyor, bir kayboluyordu.
Ses netleştiği anda yerimden zıpladım.
"...Austin Texas'ta dün, kırk iki kadın, doğum kayıtlarından kaçma girişimleri nedeniyle tutuklandı.
Kadınlar, çocukları doğana kadar bir disiplin kurumunda kapalı tutulacaklar. Doğumdan sonra
bebekler, annelerinin ve Texas’ın güvenliği için uzaklaştırılacak. Başsavcı bu konuda şöyle konuştu..."
Bu defa daha tok ve rahatsız edici bir başka ses girdi araya. "15 No’lu yeni kanun gereği, Başkan
Gray, bu tehlikeli aktiviteye bulaşan herkes için bir tutuklama emri çıkarmış bulunmaktadır..."
"Gray?" dedim Cate’e bakarak. "O hâlâ başkan mı?"
İlk İAAN vakası kendini gösterdiğinde henüz seçilmişti o yüzden koyu renk saçları ve koyu renk
gözleri dışında onun hakkında pek bir şey hatırlamıyordum. Onu da sadece kamp yöneticileri, bizim
de iyileşebileceğimizi kanıtlamak için her yere başkanın oğlu Clancy’nin fotoğraflarını astıkları için
biliyordum. Birden aklıma revirde son bulunduğum anlar ve o fotoğrafın beni izliyor gibi görünen
ifadesi geldi.
Cate, tiksintisini belli edecek şekilde başını salladı. "Kendi başkanlık süresini, kendi deyimiyle Psi
durumu çözülene ve Amerika Birleşik Devletleri telekinetik terör ve şiddet eylemlerinden kurtarılana
kadar uzattı. Kongre'yi bile askıya aldı."
"Bunu nasıl becerdi?" diye sordum.
"Sözde olağanüstü hâl güçleriyle," dedi Cate. "Sen götürüldükten belki bir, belki iki yıl sonra bazı
Psi çocukları neredeyse Capitol'u patlatmayı başaracaklardı."
"Neredeyse mi? O da ne demek?"
Cate yüzümü incelemek üzere bir kez daha bakışlarını bana çevirdi. "Yani sadece Senato binası
kısmını patlatabildiler. Başkan Gray’in görev süresi, güya yeni kongre seçimleri yapılana kadar
sürecekti. Fakat PÖK askerleri, çocukları okullarından ailelerinin izni olmadan almaya başladığında
isyanlar da başladı. Tabii sonrasında ekonomi çöktü ve ülke de büyük bir mali krize girdi. Her şeyini
kaybettiğinde sesinin ne kadar az çıktığına şaşırırsın."
"Ve kimse ona dur demedi mi?" Bu düşünceyle midem altüst olmuştu.
"Hayır, elbette herkes ona boyun eğmedi. Şu an dışarıda tam bir kaos var, Ruby. Gray, kontrolünü
artırmaya çalışırken her gün daha fazla insan isyan edip, sofralarına yemek koyabilmek için kalan
son kanunlarımızı da çiğniyor."
"Babam da böyle bir isyanda öldürüldü."
Cate başını öyle hızlı bir şekilde arka koltuğa çevirmişti ki araba diğer şeride kaydı. Martin’in en
az on dakikadır uyanık olduğunu biliyordum çünkü solukları sessizleşmiş ve o tuhaf dudak yalayışına
ve mırıldanışına bir son vermişti. Sadece hem onunla konuşmak hem de Cate’in sözünü bölmek
istemediğim için sesimi çıkarmamıştım.
"Mahallemizdekiler, yiyecek için onun dükkânını yağmaladılar. Kendini savunamadı bile."
"Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu Cate, arabanın ön camında sallanan vanilyalı araba
kokusu kadar tatlı bir tonla.
"Fena değil, sanırım." Dağınık kahverengi saçlarını düzeltmeye çalışarak doğruldu. Martin
yuvarlak hatlı bir çocuktu; yanakları sarkmış, üniformasının gömleği ona bir beden küçük gelmişti.
Yine de kulübesindeki diğer çocuklar gibi gelişmemişti. Ben ondan üç, belki beş santim uzundum ve
üstelik ben de kısa sayılırdım. Benden en fazla bir yaş ufaktı.
"Bunu duyduğuma sevindim," dedi Cate. "İhtiyacın olursa arkada senin için bir şişe su var. Bir saat
kadar sonra, yeniden araç değiştirmek için duracağız."
"Nereye gidiyoruz?"
"Marlinton Batı Virginia’da bir arkadaşla buluşacağız. İkiniz için de yeni kıyafetler ve kimlikler
getirecek. Varmak üzereyiz."
Martin’in yeniden uykuya daldığından emindim ama hemen sonra sesini işittim: "Oradan sonra
nereye gidiyoruz?"
Radyo yeniden bir frekans yakalamış, Led Zeppelin'den bir şarkının notaları duyulmuştu. Fakat çok
geçmeden, önce o her zamanki cızırtı, sonra da sessizlik geri döndü.
Martin’in, bakışlarıyla ensemde delikler açtığını hissedebiliyordum. Arkama dönüp aynı şekilde
ona bakmamak için çok uğraştım fakat ayrıldığımızdan beri karşı cinse en yakın olduğum andı bu.
Thurmond'daki ana yolun iki farklı tarafında geçirdiğimiz yıllardan sonra bir anda tüm o minik
detaylarına maruz kalmak sinir bozucuydu. Örneğin, yüzünde daha önce fark etmediğim çilleri ya da
birleşik kaşları.
Ona ne diyecektim ki? Seni bulduğum için çok memnunum mu? Biz türümüzün son örneğiyiz mi?
Bunlardan biri doğruydu, diğerininse doğrulukla alakası bile yoktu.
"Birlikle güneydeki merkezlerinde bir araya geleceğiz. Oraya ulaştığımızda kalmak isteyip
istemediğinize karar verebilirsiniz," dedi. "Çok şey yaşadığınızın farkındayım. Bu yüzden hemen
karar vermenize gerek yok. Yalnızca, benim yanımda kalırsanız güvende olacağınızı bilin."
Özgürlük duygusu, içimde öyle bir hızla yeşermişti ki onu kovalayıp, heyecandan coşan kalbimle
birlikte bastırmak zorundaydım. Hâlâ büyük bir tehlike altındaydık. PÖK askerlerinin bize yetişmesi
mümkündü. O zaman yeniden kampa götürülür ya da oraya ulaşamadan öldürülürdüm.
Martin, kıstığı koyu renk gözleriyle beni izliyordu. Göz bebeklerinin küçülmesini seyrederken
beynimde bir karıncalanma hissettim. Yeteneklerim vahşileşip harekete geçmek istediğinde
hissettiğim karıncalanmayla aynıydı bu.
Ne olacaksa olsun! Parmaklarım kapıdaki kol dayama yerine gitti ama bana bakıp bakmadığını
görmek için arkama dönmedim. Dikiz aynasına bir bakış attığımda onun arkasına yaslanıp kollarını
bağlamış olduğunu gördüm. Burnundan soluyor gibiydi. Ağzının kenarındaki yara iltihaplı ve
kırmızı görünüyordu. Sanki kabuğu kaşınmış gibi.
"Thurmond’da yapamadığım şeyleri yapabileceğim bir yere gitmek istiyorum," dedi sonunda
Martin.
Bununla ne demek istediğini öğrenmek istemiyordum.
"Ben sandığından daha güçlüyüm," diye devam etti. "Yapabildiklerimi gördükten sonra başka
kimseye ihtiyacın olmayacak."
Cate gülümsedi. "Ben de buna güveniyorum. Anlayacağını biliyordum."
"Ya sen Ruby?" diye sordu bana dönerek. "Sen de bir fark yaratmak ister misin?"
Hayır desem beni bırakırlar mıydı? Salem'deki ailemin yanına dönmek istesem hiçbir soru
sormaksızın beni oraya götürürler miydi? Ya da büyükannemi görmek için Virginia Beach'e? Ya da
yurt dışına çıkarırlar mıydı beni?
İkisi de ne cevap vereceğimi merak ederek telaşlı ve hevesli bir şekilde suratıma bakıyordu. Bunu
hissedebilmeyi isterdim ben de. Kararları konusunda kendilerine duydukları güveni paylaşabilmeyi.
Ama ben ne istediğimden tam olarak emin değildim. Yalnızca ne istemediğimi biliyordum.
"Beni istediğin yere götür," dedim. "Ev dışında istediğin yere."
Martin yarasını kanatana dek oynadı ve sonra dudağından akanla birlikte parmaklarının ucunda
kalan kanı da yaladı. Sanki benim de bir yudum istememi bekler gibi izliyordu beni.
Dudaklarıma asılı kalan bir soru ile Cate’e döndüm. Çünkü bir anlığına, sadece tek bir anlığına, tek
düşünebildiğim, omuzlarının keskin hatları arkasında yükselen alev ve dumanlarla bir türlü
açamadığı o kapıydı.

The Darkest Minds Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin