SOĞUK SUYUN ÜRPERTİSİ VE BİR KADININ SESİ İLE UYANDIM. "İyisin, merak etme, iyi
olacaksın," diyordu. O küçük, tatlı saçmalıklarıyla kimi kandırdığını zannediyordu bilmiyorum ama
beni kandıramadığı kesindi.
Islak havluyu yüzüme yeniden sürmesine müsaade ettim. Bana yaklaştığı sırada bedeninden çıkan
sıcaklığı hissedebiliyordum. Biberiye ve yaşanmışlıkların kokusu vardı üzerinde. Sadece bir an için
ellerini elimin üzerine koyduğu sırada kendimden geçecek gibi oldum.
Evde değildim. Bu kadın da annem değildi kuşkusuz. Her şeyi çaresizce içimde tutmaya çabalarken
soluk soluğa kalmıştım. Ne onun ne de diğer yetişkinlerin gözü önünde ağlayamıyordum da. Onlara
bu zevki yaşatamazdım.
"Hâlâ canın yanıyor mu?"
Gözlerimi açmamın tek sebebi, onun gözlerimi zorla açarak parlak bir ışıkla incelemeye
çalışmasıydı. Gözlerimi ışıktan korumak için ellerimi siper etmek istesem de ellerimi cırt cırtlı
bantlarla iki yanımdan bağladıkları için bunu yapamadım. Zaten mücadele etmek de anlamsızdı.
Kadın homurdanır gibi bir ses çıkarttıktan sonra o çiçeksi kokusunu da alarak uzaklaştı. Havayı
dolduran antiseptik ve peroksit kokusu tam olarak nerede olduğumu anlamam için yeterliydi.
Thurmond'un revirindeki sesler, tekinsiz dalgalar gibi kâh belirip kâh kayboluyordu. Acıyla
haykıran bir çocuk, beyaz zeminde yürüyen botların çıkardığı sesler, tekerlekli sandalyenin gıcırtısı...
Kendimi bir tünelin üzerinde kulağımı yere dayamış, altımdan geçip giden arabaların seslerini
dinliyormuş gibi hissediyordum.
"Ruby?"
Kadının üzerinde mavi bir doktor önlüğü ve beyaz bir ceket vardı. Solgun teni ve açık sarı
saçlarıyla yatağımın çevresine çektikleri beyaz tülden ayırt edilmesi neredeyse imkânsızdı. Beni
kendisine bakarken gördüğünde yüzünde kocaman ve çok güzel bir gülümseme belirdi.
Thurmond’da şimdiye kadar gördüğüm en genç doktordu. Gerçi revir ziyaretlerim daha bir elin
parmağını geçmemişti. Bir defasında, Sam’in "Bağırsak Temizleme Gösterisi" adını verdiği mide
üşütmesi ve su kaybı şikâyetleriyle gelmiştim buraya. Bir defasında da bileğimi burkmuştum. Bu iki
ziyaretimde de kırışık ellerce her yerim yoklandıktan sonra, kendimi geldiğimden de beter
hissederek oradan ayrılmıştım. Hiçbir şey, limon kolonyası ve limonlu el sabunu kokan yaşlı bir
sapığın düşüncesi kadar çabuk iyileştirmezdi gribi.
Bu kadın ise gerçek gibi değildi sanki. Her şeyiyle.
"Adım Dr. Begbie. Leda Kurumundan gelen bir gönüllüyüm."
Gözlerimi ceketinin cebinin üzerindeki altın kuğu sembolünden ayırmadan başımı salladım.
Bana biraz daha yaklaştı. "Biz, araştırmalar yapan ve kamplarda yaşayan sizlerin bakımına
yardımcı olmak için doktor göndermekle görevli olan büyük bir medikal şirketiz. Kendini rahat
hissetmeni sağlayacaksa doktorluk zırvalarını bir kenara bırakıp bana Cate diyebilirsin."
Elbette. Bana uzattığı ele baktım. Aramızdaki sessizlik, yalnızca beynimdeki zonklamayla
bölünüyordu. Tuhaf bir andan sonra, Dr.Begbie elini yeniden laboratuvar önlüğünün cebine soktu.
Ama bunu yapmadan önce parmaklarını, sol elimi yatağın kenarına sabitleyen bantların üzerinde
dolaştırmadan da edemedi.
"Neden burada olduğunu biliyor musun, Ruby? Olanları hatırlıyor musun?"
Kuleden yükselen ses beynimi yakmaya çalışmadan önce mi, sonra mı? Bunu yüksek sesle
söyleyemezdim elbette. Konu yetişkinler olunca en iyisi onlarla hiç konuşmamaktı. Duydukları
şeyleri tamamen farklı yorumlamak gibi bir alışkanlıkları vardı nedense. Onlara seni incitmeleri için
fırsat vermenin bir âlemi yoktu.
Sesimi en son sekiz ay önce kullanmıştım. Nasıl konuşulacağını hatırladığımdan bile emin
değildim.
Doktor, bir şekilde, dilimin ucuna kadar gelen soruyu anlamıştı. "Olay Yatıştırma Mekanizmasını
Mess Hall’da çıkan kavgadan sonra devreye soktular. Sanırım işler biraz... kontrolden çıkmış gibi
görünüyor."
Bu, olayı anlatmak için yetersiz kalan bir ifadeydi. Beyaz Gürültü -ya da yüksek otoritelerin
deyimiyle Olay Yatıştırma Mekanizması- güya bizi sakinleştirmek için kullanılan ve hiçbir şekilde
etkilemeyen bir sistemdi. Tıpkı bir köpek ıslığı gibi... Sesi öyle bir ayarlıyorlardı ki yalnızca bizim
ucube beyinlerimiz onu duyup algılayabiliyordu.
Bunu kullanmalarının birçok sebebi vardı. Bazen bir çocuğun kazara yeteneğini kullanmaya
kalkışması gibi basit bir sebeple, bazen de kulübelerden birinde ortaya çıkan huzursuzluğu bastırmak
için kullanıyorlardı. Her iki durumda da sesi yalnızca çocukların olduğu binaya
yönlendirebiliyorlardı. Eğer tüm kampta, hepimizin duyabileceği şekilde hoparlörlerden yayın
yapılıyorsa işte o zaman gerçekten büyük bir sorun var demekti. Geride kalan herkesi
alevlendirebilecek bir kıvılcımdan endişe ediyor olmalıydılar.
El ve ayak bileklerimdeki bantları çözerken Dr.Begbie’nin yüzünde en ufak bir tereddüt yoktu.
Yüzümü temizlemek için kullandığı havlu, parmaklıkların üzerinde asılıydı. Üzerinden damlayan
suları görebiliyordum. Beyaz kumaşının üzerindeki parlak kırmızı lekeleri de.
Elimi yüzüme götürüp ağzıma, yanaklarıma ve burnuma dokundum. Parmaklarımı çekip, üzerine
bulaşmış koyu kırmızı kan lekelerini gördüğümde şaşırdım. Kan, biri yüzümün tam ortasına bir
yumruk indirmiş gibi burun deliklerimle dudaklarımın arasında kuruyup kalmıştı.
Doğrulup oturmaya çalışmak, aklımdan geçen en kötü fikirdi sanırım. Göğsüm acıyla inlemiş, ben
daha ne olduğunu bile anlayamadan yeniden sırtüstü yattığım yere düşmüştüm. Dr.Begbie hemen
yanıma koşup metal yatağı daha dik bir konuma getirdi.
"Kaburgaların zedelenmiş," diye açıkladı.
Derin bir nefes almayı denedim ama göğüs kafesim yarım yamalak bir soluktan başkasını
alamayacak kadar dardı. Yaşadığım bu sıkıntıyı fark etmemiş olmalıydı çünkü yeniden o kibar bakışlarıyla yüzüme bakıp, "Sana birkaç soru sorabilir miyim?" diye sordu.
Benden bunun için izin istiyor olması bile başlı başına inanılmaz bir şeydi. Yüzündeki o tatlılığın
ardına saklanmış bir nefret, yumuşacık bakışlarında bir korku ve gülümsemesinin kenarında bir
tiksinti yakalamak için onu iyice inceledim. Hiçbir şey. En ufak bir rahatsızlık belirtisi bile yoktu.
Sağ tarafımdaki karyolada zavallı çocuğun biri kusmaya başlamıştı. Perdenin üzerine yansıyan
karanlık gölgesini seçebiliyordum. Onu teselli ederek yanında oturan, elini tutan kimse yoktu. Sadece
kendisi ve kusmuk kovası. Bense burada, masallardan fırlamış bir prenses gibi duran bu kadının, beni
kuduz bir köpek gibi uyutmasından endişe ediyordum. O ise benim ne olduğumu henüz bilmiyordu,
bilemezdi.
Paranoyaklaşıyorsun yine, dedim kendi kendime. Kendine gel.
Dr.Begbie, dağınık topuzunu tutturduğu kalemi saçlarının arasından çıkardı. "Ruby, Olay Yatıştırma
Mekanizmasını çalıştırdıkları sırada düşüp başını çarptığını hatırlıyor musun?"
"Hayır," dedim. "Ben... zaten yerdeydim." Ona ne kadarını anlatmam gerektiğini bilmiyordum.
Yüzündeki gülümseme büyüdüğünde, suratında... kendini beğenmiş bir ifade sezdim.
"Olay Yatıştırma Mekanizması çalıştığında genelde bu kadar çok ağrı ve kanama yaşıyor
muydun?"
Göğsümdeki ağrı birden kaburgalarımdan bağımsız bir hâl aldı.
"Bunu hayır olarak alacağım..." Ne yazdığını göremiyordum. Sanki hayatı söz konusuymuş gibi
aceleyle bir şeyler karalıyordu kâğıda.
Beyaz Gürültü, beni kulübemdeki diğer kızlardan hep daha fazla etkilerdi. Ama kanama mı? İşte bu
hiç olmamıştı.
Dr.Begbie not almaya devam ederken, bir yandan da Rolling Stones'un olabileceğini düşündüğüm
bir şarkı mırıldanıyordu kendi kendine.
Onun da kamp yöneticileriyle birlikte çalıştığını hatırlattım kendime. O da onlardan biriydi.
Ama... başka bir dünyada öyle olmayabilirdi. Doktor önlüğü ve beyaz ceketine rağmen Dr.Begbie
benden çok büyük göstermiyordu. Genç bir yüzü vardı ve bunun, dışarıdaki dünyada ona zor anlar
yaşattığından emindim.
Ucube Jenerasyonu'ndan önce doğanların hep çok şanslı olduklarını düşünürdüm. Onlar
çocuklukla ergenlik arasındaki o ince sınırı aştıklarında olacaklardan korkarak yaşamak zorunda
kalmamışlardı. Bildiğim kadarıyla çocukları toplamaya başladıkları zaman on üç yaşından
büyükseniz kimse size dokunmazdı. Hayat denen bu masa oyununda, Ucube Kampı'nı pas geçerek
yaşamınıza devam edip normalliğinizin tadını çıkarabilirdiniz. Fakat şimdi Dr.Begbie'yi karşımda,
yirmili yaşlarındaki hiçbir gençte olmaması gereken kırışıklarla gördüğümde, onların bu süreci
zararsız atlattıklarından o kadar da emin olamıyordum. Yine de bizden daha şanslı oldukları kesindi.
Yetenekler. Açıklanamaz güçler; doktor ve bilim insanlarının, jenerasyonumuzun tümünü, Yunan
alfabesinden bir harf olan Psi olarak sınıflandırmasına yol açan dehşet verici zihinsel beceriler. Artık
insan değildik. Beyinlerimiz o kalıbı çoktan kırıp geçmişti.
"Dosyanda senin 'anormal zekâ' şeklinde sınıflandırıldığını görüyorum," dedi Dr.Begbie bir süre
sonra. "Seni sınıflandıran bilim insanı tüm testleri yaptı mı?"
Midem bir anda altüst oldu. Dünya hakkında pek çok şeyi anlamıyor olabilirdim. Ne de olsa sadece
dördüncü sınıfa kadar okula gitmiştim ama birinin bir şeylerden şüphelendiğini ve bilgi toplamaya çalıştığını anlayabilirdim. Yıllar önce PÖK askerleri açık korkutma taktiklerine geçiş yapmış olsalar
da onların da sorularını yumuşak bir tonda sordukları zamanlar oluyordu bazen. Sahte sempati, leş
gibi kokan bakımsız bir ağza benziyordu.
Acaba biliyor mu? Belki ben bilinçsizce yatarken üzerimde birkaç test yapmış, beynimi taramış,
kan testi falan yapmıştı. İki elimi de sımsıkı birer yumruk hâline getirene dek parmaklarımı teker
teker kapadım. Düşüncelerimi bir düzene sokmaya ne kadar çabalasam da aklım hep o ihtimale
kayıyordu. Korku, her şeyi belirsiz bir hâle sokuyordu.
Sorusu havada, gerçekle yalan arasında bir yerde asılı kaldı.
Eski döşemelerin üzerindeki bot seslerini duyunca bakışlarımı doktorun yüzünden çevirdim. Her
bir adım uyarıydı ve Dr.Begbie daha başını bile çevirmeden geldiklerini anlamıştım. Karyolamın
ucundan kalkmaya çalıştığında ona müsaade etmedim. Bana ne olduğunu bilmiyordum ama onu
bileğinden yakaladım. Bir görevliye dokunmanın cezası zihnimde takılmış bir plak gibi akıyor,
giderek daha da şiddetleniyordu.
Kimseye dokunmamalıydık. Birbirimize bile.
Kelimeler boğazımı yakarken, "Bu defa farklıydı," dedim fısıltıyla. Sesim kendi kulaklarıma bile
değişik gelmişti. Zayıf.
Dr.Begbie’nin ancak başıyla onaylayacak kadar zamanı oldu. Bir el perdeyi açmadan hemen önce,
neredeyse anlaşılmaz bir hareketle yaptı bunu.
Bu Psi Özel Kuvvetler memurunu daha önce de görmüştüm. Sam, Grinch diyordu ona. Rengi yeşil
olmasa da tıpkı filmden fırlamış gibiydi.
Grinch, doktoru selamlamadan önce bana bir bakış atıp dudaklarını rahatsızlıkla buruşturdu. Adam
uzaklaştığında Dr.Begbie rahat bir nefes alıp elindeki not panosunu kucağıma bıraktı.
"Teşekkürler, Ruby," dedi. "Ağrın daha da artarsa yardım iste, olur mu?"
Kafası mı güzeldi bunun? Kimden yardım isteyebilirdim ki? Yan tarafta kusan çocuktan mı?
Yine de başımı sallayıp gidişini izledim. Gördüğüm son görüntü, onun perdeyi çeken eli oldu.
Mahremiyetime saygı duyması kibar bir düşünce olsa da yatakların arasından sarkan siyah kameralar
düşünüldüğünde bunun oldukça safça olduğu söylenebilirdi.
Thurmond'un her köşesine asılmış kameralar, gözlerini bile kırpmadan her anı kaydediyorlardı.
Bizim kulübemizde bile ikisi odanın iki yanında, biri kapının dışında olmak üzere üç tane kamera
vardı. Gereğinden fazla görünüyordu ama buraya ilk geldiğimde o kadar az kişiydik ki hepimizi
sıkıntıdan patlayana dek tüm gün izleyebiliyorlardı.
Görmek için gözlerinizi iyice kısarak bakmanız gerekiyordu. Kameranın içindeki o minik kırmızı
ışığı izlemek, odağın size döndüğünü anlamanın tek yoluydu. Yıllar geçip okul servisleriyle
Thurmond’a taşınan çocukların sayısı artmaya başlayınca Sam'le kulübemizdeki kameranın ışığının
artık yanmadığını fark ettik. En azından her gün. Çamaşır odasındaki, tuvaletlerdeki ve Mess Hall'daki
kameralar için de aynı durum geçerliydi. Sanırım bir kilometrekarelik bir alana yayılmış üç bin
çocuğun hepsini her gün izlemek imkânsızdı.
Yine de içimize Tanrı korkusunu salacak kadar gözetliyorlardı bizi. Karanlıkta dahi yeteneklerinizi
kullanacak olsanız yakalanma ihtimaliniz vardı.
Bu yanıp sönen minik kırmızı ışıkların rengi, PÖK askerlerinin sağ kollarının üst kısmına
taktıkları kan kırmızısı bandın rengiyle aynıydı. Kıpkırmızı kumaşın üzerindeki (Psi) harfi, ülkenin şanssız çocuklarının bakıcılığını yaptıkları talihsiz görevlerine işaret ediyordu.
Yatağımın üzerindeki kameranın kırmızı ışığı görünmüyordu. Bunu fark etmemle üzerime çöken
rahatlama, sanki havanın bile tadını değiştirmişti. Bir an için gözlerden uzak ve yalnızdım. Bu,
Thurmond’da kolay kolay bulamayacağınız bir lükstü.
Dr. Begbie, yani Cate, perdeyi tam olarak kapamamıştı. Başka bir doktor aceleyle yürürken ince,
beyaz kumaş biraz daha açılmıştı ve tanıdık bir mavi görüntüyle karşı karşıya kalmıştım. Hepi topu
on iki yaşında görünen bir çocuğun portresiydi karşımdaki. Saçları neredeyse benimki gibi siyaha
çalan kahve tonlarındaydı. Benim açık yeşil gözlerime karşın onunkiler belirli bir mesafeden bile
yakacak kadar koyuydu. Tek bir kırışık bile olmayan okul üniformasının içinde, ellerini kucağında
birleştirmiş; her zamanki gibi gülümsüyordu. Clancy Gray, Thurmond'un ilk mahkûmu.
Mess Hall’de onun en az iki tane çerçeveli fotoğrafı asılıydı. Mutfakta bir tane, bahçedeki ek
binaların dış taraflarındaysa birkaç tane. Onun yüzünü anımsamak, anneminkini anımsamaktan daha
kolaydı.
Kendimi o gururlu ve sarsılmaz gülümsemesine bakmamak için zorladım.
O, dışarı çıkmayı başarmış olsa da biz hâlâ buradaydık.
Bedenimi düzeltmeye çalışırken Dr. Begbie’nin not panosu kucağımdan kayarak sol kolumla
vücudumun arasına düştü.
Gözetleniyor olduğumu bilsem de umurumda değildi. Aradığım cevaplar parmaklarımın
uçundayken değildi. Görmemi istemiyorsa neden onu burnumun dibinde bırakmıştı ki? Neden o da
diğer doktorların yaptığı gibi not panosunu yanına almamıştı?
Bu defaki Beyaz Gürültü neden farklıydı?
Neyi keşfetmişlerdi?
Tepemdeki floresan lambalar, uzun, beyaz kemikleri andırırcasına öfkeli bir şekilde parlıyorlardı.
Çıkardıkları hafif ses, kulağımın dibinde dolaşan sinek vızıltıları gibiydi. Not panosunu çevirirken
ses daha da arttı.
Elimde tuttuğum şey, benim tıbbi kayıtlarım değildi.
O anki yaralarımla ilgili notlar değildi.
Dr.Begbie’nin sorularına verdiğim cevaplar da değildi.
Bir nottu sadece: Yeni Kamp Müdürü tespit edilememiş Sarılar, Turuncular ve Kırmızıları tespit
etmek için bir test yaptı. Sese verdiğin tepki nedeniyle senin artık bir Yeşil olmadığını biliyorlar.
Dediklerimi harfiyen uygulamazsan seni yarın öldürecekler.
Ellerim titriyordu. Gerisini okumak için not panosunu kucağıma koymak zorunda kaldım.
Seni dışarı çıkarabilirim. Yatmadan önce bu notun altındaki iki hapı iç ama PÖK askerlerinin seni
görmesine sakın izin verme. İçmesen bile sırrını saklayacağım fakat buradayken seni koruyamam. Bu
notu da imha et.
İmza kısmında, Eğer sen de istersen bir dost, yazıyordu.
Metal klipsin altındaki kâğıdı parçalayıp ağzıma atmadan önce notu son bir kez daha okudum. Bize
yemeklerde verdikleri ekmeğe benziyordu tadı.
Haplar, minik, şeffaf bir poşetin içinde gerçek dosyamın üzerine iliştirilmişti. Dr.Begbie’nin
kasvetli el yazısıyla alınan notta şu yazıyordu: Denek 3285 başını yere vurup bilincini kaybetmiş.
Denek 3286’nın dirsek darbesiyle burnunda bir çatlak oluşmuş. Olası beyin sarsıntısı.
Başımı kaldırıp, kameranın dipsiz bir kuyu gibi karanlık olan o siyah gözüne bakmamak için
kendimi zor tuttum. Hapları alıp, kamp yöneticilerinin 1500 kızın hep göğüssüz ve on iki yaşında
kalmayacağını anladıklarında dağıttıkları o standart sporcu sütyeninin içine tıktım. Ne yaptığımı
bilmiyordum. Gerçekten. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki bir an için nefesimin kesileceğini hissettim.
Dr.Begbie bunu neden yapmıştı? Benim Yeşil olmadığımı bilmesine rağmen bunu gizlemiş ve
raporunda yalan beyanlarda bulunmuştu. Bu bir tuzak mıydı yoksa? Kendi kendimi ele verip
vermeyeceğimi mi görmek istiyorlardı?
Yüzümü avuçlarımın arasına gömdüm. Hapların paketi tenime batıyordu.
...seni yarın öldürecekler.
Peki, neden bekliyorlardı? Neden şimdi otobüslerin yanına götürüp vurmuyorlardı? Diğerlerine de
böyle yapmamışlar mıydı? Sarılara, Turunculara ve Kırmızılara? Hepsini de çok tehlikeli oldukları
için öldürmüşlerdi.
Ben çok tehlikeliyim.
Yeteneklerimi nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Etrafa emirler verebilen ya da insanların
zihinlerine korkunç düşünceler salabilen diğer Turuncular gibi değildim. Gücüm vardı ancak bu güç
üzerinde hiçbir kontrolüm yoktu. Tüm bu acıyı yaşıyor ama hiçbir faydasını görmüyordum.
O ana kadar keşfedebildiğime göre, yeteneklerimin işe yaraması için birine dokunmam
gerekiyordu. O zaman bile... zihinleriyle oynamak yerine sadece anılarının bir bölümünü
görebiliyordum. Hiç kimsenin aklına, sahip olmadığı bir fikri sokmaya çalışmamıştım. Gerçi bunun
için elime ne bir fırsat geçmiş ne de böyle bir arzum olmuştu. İstemli ya da istemsiz olarak zihin
kayması yaşadığım her an, kafama karmakarışık düşünce ve görüntüler, kelime ve acılar hücum
ediyor; kendimi toplamam saatlerimi alıyordu.
Birinin, göğsünüzün tam ortasını delip elini kan ve damarlarınızın içinde gezdirerek omurganızı
sımsıkı kavradığını hayal edin. Üstelik sizi öyle hızla sarsıyor ki tüm dünya altınızdan kayıp gidiyor
sanki. Zihninizdeki düşüncenin gerçekten sizin mi yoksa bir başkasının zihninden gelen istemsiz bir
anı mı olduğunu ayırt edemediğinizi düşünün. Birinin en derin, en karanlık korkusunu ya da sırrını
bilmenin vicdan azabını ve ertesi gün o kişinin yüzüne bakıp babasının onu dövdüğünü bilmiyormuş
gibi davrandığınızı hayal edin. Ya da beş yaşındayken doğum günü için giydiği pembe elbiseyi, bir
kız ya da erkek için kurduğu fantezileri, eğlence için öldürdüğü hayvanları...
Ve bunun ardından gelen ve geçmesi bazen birkaç saat, bazense birkaç gün süren o ızdırap dolu
migren nöbetini... İşte aynen böyle bir şeydi. İşte bu yüzden zihnimin bir başkasınınkine değmesini
engellemek için elimden geleni yapıyordum. Sonuçlarını biliyordum. Hem de hepsini.
Ve elbette beni bulurlarsa ne yapacaklarını da biliyordum.
Kucağımdaki not panosunu ters çevirdim. Hem de tam zamanında. Aynı PÖK askeri, yine perdenin
önüne yanaşmış ve bu defa perdeyi ardına dek açmıştı.
"Şimdi kulübene dönüyorsun," dedi. "Benimle gel."
Kulübeme mi? Yüzünde yalan söylediğini ele verecek bir iz arasam da o her zamanki gıcık
ifadesinden başka bir şeye rastlayamadım. Tek becerebildiğim, başımı sallamak oldu. Tüm bedenim
bir korku depremi ile sarsılıyordu. Ayaklarım yere değdiği an, zihnimin tıpası birden açılıverdi sanki.
Her bir düşünce, her bir korku ve her bir görüntü etrafa saçılmaya başladı. Güçlükle karyolanın
kenarına tutunup kendime gelmeye çalıştım.
PÖK askeri haykırmaya başladığında gözlerimin önünden hâlâ siyah noktalar akıyordu. "Acele et!
Numara yaparak burada bir gece daha kalabileceğini düşünme sakın."
Sert sözlerine rağmen hissedebildiğim bir korku geçmişti askerin yüzünden. Yüzündeki bu
korkudan hiddete geçiş anı, aslında Thurmond'daki tüm askerlerin duygularını özetliyordu. Askerlik
görevinin artık gönüllü olmayacağına ve yirmi iki yaşından kırk yaşına kadar herkesin zorunlu
askerlik yapacağına dair dedikodular duyuyorduk. Bunların çoğu da ordunun yeni Psi birliklerine
alınacaktı.
Dişlerimi sıktım. Tüm dünya dönüyor, beni o karanlık merkezine çekmeye çalışıyordu. Fakat
askerin sözleriyle kendime geldim.
Bir gece daha mı? diye düşündüm. Ne kadar zamandır burada yatıyordum ki?
Sersemliğimi üzerimden atamadan koridorda yürümeye çalışarak askeri izlemeye başladım.
Revirin sadece iki katı vardı. Tavanları o kadar alçaktı ki ben bile kapıdan ne zaman geçsem başımı
çarpacağımı düşünürdüm. Tedavi yatakları ilk katta sıralanmıştı. İkinci katsa Mola dediğimiz şeye
ihtiyaç duyan çocuklara ayrılmıştı. Bazen diğerlerine bulaşmasından korkulan bir hastalık yüzünden
gitmiş olsalar da buranın sakinleri, genellikle çıldırmış, zaten sorunlu olan zihinleri Thurmond’a
gelmekle birlikte daha da karışmış çocuklar olurdu.
Dikkatimi, askerin siyah üniformasının altında bir aşağı bir yukarı hareket eden kürek kemiklerine
vermeye çalışsam da yatakların çevresindeki perdeler, herkesin içeriyi görebilmesine izin verecek
şekilde açık bırakıldığından bu iş hiç de kolay olmuyordu. Çoğunu umursamadan ya da en azından
kaçamak bakışlar atarak geçebildim yanlarından. Ama çıkış kapısından iki önceki yatağa
geldiğimizde...
Ayaklarım benden bağımsız bir şekilde yavaşladığında yeniden o biberiye kokusu geldi burnuma.
Dr.Begbie’nin bir başka Yeşil çocukla konuşan nazik sesini duyabiliyordum. Onu tanıdım. Kulübesi
benimkinin tam karşısındaydı. Matthew? Belki Max? Tek bildiğim, onun da yüzünde kan olduğuydu.
Burnunun ve gözlerinin çevresinde kuruyan kan, yanaklarından aşağı akmıştı. Mideme bir taş oturdu
sanki. Bu Yeşil de işaretlenmiş miydi? Dr.Begbie ona da aynı öneriyi mi sunuyordu? Bu sınıflandırma
sistemini kandırabilen, kimi etkileyeceğini ve ne zaman yalan söyleyeceğini bilen tek kişi ben
olamazdım.
Kendimizi belli etmesek de belki ikimizin de rengi aynıydı. Ve belki yarın ikimiz de ölmüş
olacaktık.
"Çabuk olsana!" diye bağırdı PÖK askeri. Arkasından aksaya aksaya yürüdüğüm sırada
rahatsızlığını gizlemeye çalışmadı ama endişe etmesine gerek yoktu. Çünkü kimse beni bu revirde bir
gün daha tutamazdı. En azından bilincim yerindeyken. Ve bu yeni tehdidin zihnimde yarattığı
sorularla boğuşurken. Burada eskiden ne yaptıklarını biliyordum.
Beyaz boyanın katmanları altında neyin gizli olduğunu da.
Buraya getirdikleri ilk çocuklara, yani ilk deney farelerine elektro şok uygulamış ve beyinlerinin
her yerini kurcalamışlardı. Bu çocukların hikâyeleri kampta bıkıp usanmadan, neredeyse kutsal
sayılabilecek bir tavırla anlatılırdı. Bilim insanları çocukları yeteneklerinden soyutlamak, onları
"rehabilite etmek" istiyorlardı. Ama becerebildikleri tek şey, onları yaşama arzularından soyutlamak
oldu. Diğer çocuklar ufak gruplar hâlinde geldiği sırada, oradan kurtulup çıkabilenlere bekçilik gibi
görevler veriliyordu. Benim ikinci dalgada gelmiş olmam, tuhaf bir şans ve zamanlamaydı aslında.
Kamp büyürken gelen her yeni dalga da giderek büyüyordu. Ta ki üç yıl önce tüm yerler dolana
kadar. O andan sonra da buraya yeni otobüsler gelmez olmuştu.
Hâlâ önümdeki askere yetişecek kadar hızlı yürüyemiyordum. Beni aynalarla dolu koridorda
ittirmeye başlamıştı. Çıkış işaretinin o kan donduran ışığı üzerimize vururken, asker beni bir kez
daha ve bu defa daha kuvvetli bir şekilde itti. Darbenin etkisiyle yere kapaklandığımdaysa bir kahkaha
attı. İçim öfkeyle doluydu. Kaburgalarımdaki acıyı ve beni öldürmek için bir yere götürüyor
olmasından duyduğum korkuyu bir anda silip süpürdü bu öfke.
Çok geçmeden dışarıya çıkmış, nemli bahar havasını soluyorduk. Yağmurun toprakta bıraktığı taze
kokuyu ciğerlerime çekerek yutkundum. Düşünmem ve bir değerlendirme yapmam lazımdı. Beni
vurmak için dışarı çıkardıysa ve etrafta başka kimse yoksa onu kolayca etkisiz hâle getirebilirdim. Bu
sorun değildi. Ama elektrikli telleri aşmamın imkânı yoktu ve daha hangi cehennemde olduğumu bile
bilmiyordum.
Beni Thurmond’a ilk getirdiklerinde, manzaranın tanıdıklığı bana acı vermek yerine beni
rahatlatmıştı. Virginialılar size aksini söylese de aslında Batı Virginia ve Virginia birbirinden çok da
farklı sayılmazdı. Aynı ağaçlar, aynı gökyüzü, aynı korkunç hava. Ya yağmurda sırılsıklam oluyor ya
da nemden yapış yapış olmuş bir şekilde dolaşıyordum. Her neyse... Tabii ki burası tam olarak Batı
Virginia olmayabilirdi ancak kulübemizdeki kızlardan biri buraya gelirken üzerinde BATI
VIRGINIA'YA HOŞ GELDİNİZ yazan bir tabela gördüğüne yemin ediyordu. Biz de bu teori üzerinde
çalışıyorduk.
Asker benim o zavallı hızıma ulaşana dek bariz bir biçimde yavaşladı. Çamurlu arazide birkaç kez
takılıp neredeyse kontrol kulesindeki tüm askerlerin bakışları altında yere düşüyordu.
Kule’yi görür görmez arkamdan sürüklediğim dehşet güllesine yepyeni bir ağırlık daha eklendi.
Binanın kendisi o kadar da heybetli değildi. Ona Kule denmesinin tek sebebi, halkalar hâlinde
dizilmiş bir sürü tek katlı ahşap barakanın arasında kırık bir parmak gibi dikilmesiydi. Elektrikli
tellerse dış halkaydı. Dünyayı biz ucubelerden koruyorlardı böylece. Yeşillerin kulübeleri diğer iki
halkayı oluşturuyordu. Mavilerinki de diğer ikisini. Götürülmeden önce Turuncular ve Kırmızıların
da kendi halkaları vardı. Onlarınki Kule'ye en yakın olanlardı tabii. Yöneticiler böylece gözlerini
üzerlerinden ayırmayacaklardı. Fakat Kırmızılardan biri kulübesini havaya uçurduğunda, onları en
uzağa yollamanın daha iyi olacağını düşündüler. Yeşillerse gerçekten tehlikeli olanlar tellerden
atlamaya çalışırlarsa tampon olarak kullanılacaklardı.
Sahi, kaç kaçış denemesi olmuştu?
Beş.
Kaç başarılı kaçış denemesi olmuştu?
Sıfır.
Kaçmayı deneyen bir Mavi ya da Yeşil görmemiştim hiç. Bu zavallı, umutsuz kaçış denemelerini
gerçekleştiren çocuklar, ya Kırmızı ya Turuncu ya da Sarı gruplardan olurlardı. Bir kez yakalandılar
mı asla geri dönemezlerdi.
Ama tabii bu, diğer renklerle daha fazla iletişim içinde olduğumuz ve bizi etrafa dağıtmadıkları o
ilk günlerdeydi. Boş Kırmızı, Turuncu ve Sarı kulübeler şimdi Mavilere verilmişti. Yeni gelen ve en
büyük grubu oluşturan Yeşillerse Mavilerin eski yerlerine alındı. Kamp o kadar büyümüştü ki yöneticiler programlarımızı bölmüş, böylece yemeklerimizi renk ve cinsiyetimize göre yer
olmuştuk. O zaman bile masalar tıkış tıkıştı. Uzun yıllardır yaşıtım bir erkek görmemiştim.
Kuleyi arkamızda bırakıp nereye gideceğimiz nihayet su götürmez bir şekilde belli olana dek nefes
bile almadım.
Teşekkürler, dedim içimden kimle konuştuğumu bilmeden. Büyük bir rahatlama yaşıyordum.
Birkaç dakika sonra 27 nolu kulübeye ulaştık. Asker kapıya kadar bana eşlik edip soldaki musluğu
işaret etti. Başımla onaylayıp soğuk suyla yüzümdeki kanı temizledim. Sessiz fakat sabırsız bir
şekilde bekledi. Birkaç saniye sonra beni tişörtümden tutarak çekti. Diğer eliyle giriş kartını
kapımızın kilidine okuttu.
Kulübemdeki kızlardan Ashley, omzuyla kapıyı ardına dek açtı. Tek eliyle koluma girip askere
doğru başını salladı. Asker için bu yeterli görünmüştü. Tek kelime bile etmeden arkasını dönüp
patikada yürümeye başladı.
"Tanrı aşkına!" dedi beni içeri çektiği sırada. "Seni bir gece daha tutamadılar mı? Ah, hayır, erken
gönderdiler, değil mi? Yüzündeki şey kan mı yoksa?"
Koluma yapıştırdığı ellerini itsem de Ashley yeniden koluma girip uzun, koyu renk saçlarımı
omuzlarıma attı. Rimelli kocaman gözleri ve pembe dudaklarıyla bana neden böyle baktığını
anlayamamıştım. Bir yandan alt dudağını ısırıyordu.
"Ben gerçekten... senin..." Hâlâ kapıdaydık ama yine de kulübeye dolan soğuğu hissedebiliyordum.
Soğuk, vücudumu saran bir ipek gibi yerleşmişti tenime.
Ashley, sinir krizi geçirmeyecek kadar uzun süredir buralardaydı ama yine de onu hiç bu kadar
paniklemiş ve söyleyecek söz bulamaz bir hâlde görmemiştim. O ve birkaç kız, bu zavallı, uyumsuz
grubumuzun onursal başkanları gibiydiler. Çünkü birtakım fiziksel değişimleri bizden önce
yaşamışlardı ve daha sonradan bizim de tecrübe edeceğimiz bu değişimleri dalga geçmeden
anlatabilmişlerdi.
Zayıf bir gülümseme ile omuzlarımı silktim. Yine sessizliğe bürünmüştüm. O ise hiç ikna olmuş
gibi görünmüyordu ve kolumu bırakmaya da niyeti yoktu. Kulübe karanlık ve rutubetliydi. Her
yerden rutubet kokusu yükseliyordu. Yine de burayı revirin o temiz, steril kokusuna yeğlerdim.
"Şey bana söyler misin..." dedi Ashley derin bir nefes alarak. "Öyle değilsen bana söyle, olur mu?"
Sen bu konuda ne yapabilirsin acaba? diye sormak istiyordum. Ama bunun yerine sıkışık
kulübemizin sol arka köşesine döndüm. Ranzaların arasında zikzaklar çizerek ilerlerken fısıltılar ve
meraklı bakışlar eşlik ediyordu yürüyüşüme. Göğsüme sakladığım haplar alev alacakmış gibi
yanıyordu sanki içimde.
"... o gitmişti," dediğini duydum arkamdan birinin.
Sağımdaki ranzanın alt katında yatan Vanessa, Sam’in yatağına çıkmıştı ve Sam’le koyu bir sohbete
dalmışlardı. Beni gördüklerinde susup bakışlarını bana çevirdiler. Gözleri kocaman olmuş, ağızları
açık kalmıştı.
Aradan bir yıl geçmiş olmasına rağmen onları birlikte görmek beni hâlâ rahatsız ediyordu. Kaç
gün ve gecemi orada, Sam’in yanında, Vanessa’nın bizi aptalca ve anlamsız bir sohbetin içine çekme
çabalarını görmezden gelerek geçirmiştim?
Sam’in üzerinde yarattığım "en yakın arkadaş" boşluğu iki saat bile sürmemiş, Vanessa hemen
benim yerimi doldurmuştu. Bana bunu hatırlatmadığı bir gün bile yoktu.
"Ne..." diyerek eğildi Sam yatağının kenarından. Kibirli ya da düşmanca bir hâli yoktu bu defa.
Hatta... endişeli... belki meraklı görünüyordu. "Ne oldu sana?"
Söylemek isteyip de içime attığım onca şey kalbimi sıkıştırırken başımı sallamakla yetindim.
Vanessa bir kahkaha attı. "Güzel. Çok güzel. Bir de neden artık seninle arkadaşlık etmediğini merak
ediyorsun, öyle mi?"
"Öyle değil..." diye mırıldandı Sam. "Her neyse."
Bazen Sam’in içinde bir yerlerde yalnızca beni değil, ben onu mahvetmeden önce kendi olduğu
insanı da hatırlayıp hatırlamadığını merak ediyordum. Sam’e ait olan iyi özelliklerin her birini -ya da
benim onda sevdiğim her şeyi-silmeyi başarabilmem ne şaşırtıcıydı. Tek bir dokunuş ve puff... Artık
yoktu.
Birkaç kişi aramıza giren kara kedinin ne olduğunu sormuştu elbette. Sam bizim hiçbir zaman
arkadaş olmadığımızı ve hiçbir zaman da olamayacağımızı söylediğinde sanırım kızların çoğu onu
acımasız bulmuştu. Omuzlarımı silkerek bunun umurumda olmadığı izlenimini vermeye çalışsam da
işin doğrusu Thurmond'u katlanılır kılan tek insan Sam'di. Buradaki hayat yaşamaya değmezdi onsuz.
Yaşamaya değmez.
Göğsüme sakladığım haplara gitti elim.
Kulübemizin her yanı kahverengiydi. İçeride görülebilecek tek renk, tişörtlerimizin beyazıydı.
Onların da çoğu eskiyerek sararmıştı zaten. Ne bir kitap rafı, ne bir poster, ne de bir fotoğraf vardı
içeride. Yalnızca biz.
Yatağıma geçip, kendimi yıpranmış nevresimlerin üzerine yüzüstü bıraktım. Yukarıdaki konuşmayı
dinlememeye çalışarak yatağımın o tanıdık kokusunu çektim içime. Çamaşır suyu ve tatlı bir şeyin
birleşiminden oluşan o topraksı kokuyu.
Sanırım içimdeki bir parça beklemekten hiç vazgeçmedi. Arkadaşıma yaptığım şeyi düzeltip
düzeltemeyeceğimi görmeyi bekliyordum çaresizce. Ama artık beklemeyecektim. Olan olmuş; o
gitmişti. Bunun tek suçlusu da bendim. Onun için yapabileceğim en iyi şey, ortadan kaybolmak
olurdu. Dr.Begbie’nin tatlı cazibesiyle tuzağa düşürerek benden gerçekten kurtulmayı planlıyor
olsalar da aramızda bir bağlantı kuramazlardı. Saklanmama yardım ettiğini düşündükleri için onu
sorgulayıp cezalandırmazlardı. Çünkü artık arkadaş değildik. Thurmond’da üç bini aşkın çocuk vardı
ve ben de aralarındaki -belki de dünyadaki-son Turuncu'ydum. Ya da revirdeki çocuğu da sayarsak
son ikiden biriydim. Gerçeği öğrenmeleri yalnızca an meselesiydi.
Tehlikeliydim ve tehlikeli olanlara ne yaptıklarını çok iyi biliyordum.
Kamptaki yaşam her zamanki gibi normal seyrinde devam ediyordu. Bizi akşam yemeği için Mess
Hall’e, oradan tuvaletlere, oradan da kulübelerimize getirmişlerdi. Geceye dönmek üzere olan hava
iyice kararmaya başlamıştı.
"Pekala, kedicikler," dedi Ashley. "Işıkların kapanmasına on dakika var. Sıra kimde?"
"Bende. Bıraktığımız yerden mi devam etmeliyim?" diye sordu Rachel. Odanın diğer ucundan
konuşuyor olmasına rağmen o tiz sesi her yerden duyuluyordu.
Ashley’nin gözlerini devirdiğini görür gibi oldum. "Evet, Rachel. Hep böyle yapmıyor muyuz
zaten?"
"Pekâlâ...şimdi... prenses hâlâ kulesinde ve hâlâ çok üzgünmüş." "Bana bak, kızım," dedi Ashley araya girerek. "Hikâyeyi biraz süslemen gerek yoksa şu sıkıcı
anlatımına son verip bir sonraki kişiye geçmek zorunda kalacağım."
"Tamam," dedi hemen Rachel. Ranzaların arasından onu görebilmek için yanıma döndüm. "Prenses
çok ama çok büyük acılar içindeymiş. Çok çok büyük..."
"Ah Tanrım," dedi Ashley sadece. "Sonraki."
Macey, yarım kalmış hikâyeyi elinden geldiğince toplamaya çalıştı. "Prenses kulesinde kilit altında
tutulurken tek düşünebildiği prensiymiş."
Göz kapaklarım açık kalamayacak kadar ağırlaştıklarından hikâyenin sonunu dinleyemedim.
Uykuya dalmak üzereyken, Thurmond'la ilgili özleyeceğim tek bir şey varsa o da budur, diye
düşündüm. Yasak şeyler hakkında konuşabildiğimiz bu sınırlı dakikalar.
Kendimizi eğlendirecek bir şeyler bulmak, bir şeyler uydurmak zorundaydık çünkü
hayatlarımızdan geriye ne gerçek hikâyelerimiz, ne hayallerimiz, ne de gelecek planlarımız kalmıştı.
Akşamki yemekten ağzımda kalan tavuk suyuna çorbanın tadına aldırmaksızın iki hapı da teker
teker yutmaya karar verdim.
Kulübenin ışıkları kapanalı üç saat olmuştu. Sam de iki saattir horluyordu. Minik poşeti açıp
hapları avcuma aldım. Poşeti yeniden sütyenimin içine koyup ilk hapı ağzıma attım. Haplar, saatlerdir
vücudumla temas hâlinde olduğundan iyice ısınmıştı. Bu durum, yutmamı hiç de kolaylaştırmamıştı.
Cesaretimi kaybetmeden ikinci hapı da ağzıma atıverdim. Boğazımdan geçerken güçlükle yutkundum.
Ve beklemeye başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Darkest Minds
Fantasy"En parlak zihinler, en karanlık olanlardır!" Adım Ruby. Hepinizden farklıyım. Aklınızın derinliklerinde gezinebilir, anılarınızı hiç yaşamamışsınız gibi silebilirim. Henüz on yaşındayken Thurmond'daki bu rehabilitasyon kampına gönderildim. Hem de k...