3

142 2 0
                                    

SAMANTHA -YANİ SAM- VE BEN, AYNI OTOBÜSTE GELDİĞİMİZ diğer tüm Yeşil kızlarla
birlikte 27 numaralı kulübede kalacaktık. Henüz on dört kişiydik ama ertesi gün yirmi kişi daha
gelecekti. Bir sonraki hafta ise bu sayıyı otuzda sabitlemeye karar veren kamp yöneticileri, sürekli
nemli ve çamurlu olan kamp arazisi üzerine başka bir ahşap yapı kondurmaya koyuldular.
Ranzalar, alfabetik sıraya göre ayarlandığından Sam, hemen üzerimdeki yatağa yerleştirilmişti.
Sam, diğer kızlara hiç benzemiyordu. Bu yüzden azıcık da olsa şanslı hissediyordum kendimi. Herkes
ilk geceyi ya tam bir şaşkınlık içinde ya da içi dışına çıkana dek ağlayarak geçirmişti. Oysa benim
ağlayarak vakit kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Cevaplanması gereken sorular vardı.
"Bize ne yapacaklar?" diye fısıldadım ona. En sol köşeye sıkıştırılmış ranzamızda oturuyorduk.
Yapının duvarları öyle bir hızla bir araya getirilmişti ki üzerini örtmeyi bitirememişlerdi bile. Arada
bir dışarıdan dondurucu bir soğuk ya da bir kar tanesi içeri süzülüyordu.
"Bilmem," dedi usulca. Birkaç yatak ötemizdeki kızlardan biri nihayet uykunun kollarına
bırakabilmişti kendisini. Onun horultusu sayesinde gizlice konuşabiliyorduk. Kalacağımız bu yeni
mekâna gelirken bize eşlik eden PÖK askerlerinden biri birkaç uyarı yapmayı da ihmal etmemişti:
Işıklar kapanınca konuşmak yasak! Kaçmaya çalışmak yasak! İsteyerek ya da istemeyerek ucube
yeteneklerinizi kullanmanız yasak! Yapabildiğimiz şeylere, "ucube yetenekler" dendiğini ilk kez
duyuyordum. Çünkü genellikle daha kibar bir alternatif olan "semptomlar" kelimesini tercih
ederlerdi.
"Sanırım bir tedavi yöntemi bulana kadar bizi burada tutacaklar," diye devam etti Sam. "En azından
askerler beni almaya geldiklerinde babam böyle söylemişti. Seninkiler ne dedi?"
Ellerim bir süredir titriyordu ve ne zaman gözlerimi kapamaya çalışsam karşımda o beyaz
önlüklünün bana bakan boş gözlerini görüyordum. Ailemden bahsetmekse başımdaki zonklamayı
daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Neden yalan söylediğimi bilmiyorum. Sanırım gerçeğin kendisinden daha kolay olduğu için. Ya da
belki de o yalanın küçük bir parçası, sanki o an gerçekten doğruymuş gibi geldiği için.
"Ebeveynlerim öldü."
Derin bir soluk aldı. "Keşke benimkiler de öyle olsaydı."
"Bunu istiyor olamazsın!"
"Beni buraya onlar gönderdi, öyle değil mi?" Sesinin bu kadar ani yükselmesi hiç tekin değildi.
"Belli ki benden kurtulmak istediler."
"Öyle olduğunu sanmam..." diye başlayıp kendimi durdurdum. Benim ailem de benden kurtulmak
istememiş miydi?
"Her neyse, sorun yok," dedi öyle olmadığı ve hiçbir zaman olmayacağı açıkça belli olsa da.
"Burada bir süre birlikte kalıp çıktıktan sonra istediğimiz yere gideriz ve bizi kimse durduramaz."
Annem bazen bazı düşünceleri yüksek sesle söylemenin bile o şeylerin gerçekleşmesini
sağlayacağını söylerdi. Ben bundan o kadar emin olmasam da Sam’in bu söyledikleri ve
kelimelerinin ardında hissettiğim acı, bunu yeniden düşünmeme yol açtı. Bir an her şeyin böyle sürüp
gidebileceğini düşündüm. Evime dönemesem bile onun yanında kalarak idare edebilirdim. Gittiği her
yerde, ardından bir yol açılıyordu sanki. Yapmam gereken tek şey ise onun gölgesine saklanıp, PÖK
askerlerinin dikkatini çekecek bir şey yapmaktan kaçınmaktı.
İşte tam beş yıl böyle geçti.
Eğer 3 kilometrelik bir alana tıkılmış pespaye binaları ve çamurlu araziyi çevreleyen gri elektrikli
tel örgülerin bir adım dışına çıkamıyorsanız bu beş yıl, her günü birbirinin aynı geçen bir ömür
kadar uzun gelir insana.
Thurmond’da hiç mutlu değildim. Ama yine de Sam yanımda olduğu için buna katlanabiliyordum.
Aynı kulübeyi paylaştığımız kızlardan Vanessa, daha "havalı" görünmek için saçlarını bahçe
makasıyla kesmeye kalktığında, Sam gözlerini devirip alaycı bir ifadeyle ona bakmış ve "Sanki kime
havalı görünecekse?" diye mırıldanmıştı kendi kendine. "Tuvaletin aynasındaki yansımasına mı?" Bir
keresinde, daha sırası gelmeden konuştuğu için PÖK askerinin birinden fırça yerken, adamın
arkasından gözlerini şaşı yaparak bizleri güldürmüştü. Kızlar çılgın hayallere kapılıp bizi yakında
bırakacaklarına dair dedikodular çıkarmaya başladıklarında ise bizi gerçek dünyaya döndüren kişi
yine Sam olurdu.
Biz ikimiz gerçekçi insanlardık. Dışarı çıkamayacağımızı biliyorduk. Hayal kurmak sonunda hayal
kırıklığına, hayal kırıklığı da öyle kolayca atlatılamayan sıkıntılı bunalımlara yol açardı. Siyaha yem
olmaktansa grinin sınırlarında kalmak daha iyiydi.
Thurmond’da yaşamaya başlamamızdan iki yıl sonra, kamp yöneticileri Fabrika’yı faaliyete
soktular. Tehlikeli olanları rehabilite etmekte başarısız olduklarından geceleri onları kilitlemeye
başlamışlardı. Fakat "gelişmeler" bu kadarla da sınırlı değildi. Ne hikmetse bir anda, kampın tam
anlamıyla "kendini idare edebilir" bir sisteme sahip olması gerektiği gibi bir düşünceye
kapılmışlardı. O andan itibaren de yiyeceklerimizi kendimiz yetiştirip pişirmeye, tuvaletleri kendimiz
temizlemeye, kendi üniformalarımızı ve hatta onların üniformalarını kendimiz dikmeye başladık.
Tuğla yapı, kampın batı ucunda, uzun, dikdörtgen planlı Thurmond'un en köşesindeydi. Kamp
yöneticileri Fabrika’nın temelini bize kazdırmış, fakat binanın inşasında çıkaracağımız işe
güvenmemişlerdi. Buranın ne amaçla yapıldığını ve içinde bize neler yapacaklarını bilmeden binanın
günbegün yükselişini izliyorduk. O zamanlar, her yer türlü çeşitli dedikodularla çalkalanıyordu.
Bazıları bu yeni binanın daha fazla deney yapmak üzere bilim insanlarınca kullanılacağını, bazıları
Kırmızı, Turuncu ve Sarıların yerleştirileceğini, bazıları ise buranın bizden sonsuza dek kurtulmayı
planladıkları bir yer olacağını söylüyorlardı.
"İyi olacağız," dedi Sam bir gece ışıklar kapanmadan hemen önce. "Ne olursa olsun... Beni duydun
mu?"
Ama hiçbir şey iyi değildi ki. Ne o zaman ne de şimdi.
Fabrika’da konuşmak yasak olsa da bu yasağı delmenin yolları çok geçmeden bulunmuştu. Gerçek
anlamda konuşabildiğimiz tek an, kulübemizde ışıklar kapanmadan hemen önceki andı. Bunun
dışındaki her yerde her şey, çalışmak, itaat etmek ve sessizce durmaktan ibaretti. Ancak sinsi sırıtışlar
ve kısa bakışlardan oluşan bir çeşit yeni bir dil geliştirmeden yıllar boyunca böyle yaşanmazdı
elbette. Bugün bizi, askerlerin botlarını boyayıp üniformalarının düğmelerini sağlamlaştırmaya
zorlasalar da gevşek bir bağcığın hafifçe sallanışı ve önceki gece size kötü sözler söylemiş bir kıza
attığınız kısa bir bakış her şeyi anlatırdı.
Tam bir fabrika değildi aslında burası. Belki Depo denilse daha doğru olurdu çünkü bina, tek bir
geniş alan ile çalışma bölümünün üzerindeki asma kattan oluşuyordu. Burayı inşa edenler, karşılıklı
iki duvara dört büyük pencere koymayı akıl etmiş olsalar da kışın ısıtma, yazın da klima
olmadığından içeri güneş ışığından çok kötü hava giriyordu.
Kamp yöneticileri işleri olabildiğince basit tutmaya çalışmış, tozlu beton zeminin üzerine masaları
uzunlamasına sıra sıra dizmişlerdi. O sabah Fabrika’da yüzlerce kişi hep birlikte çalışıyorduk ve
hepimizin üzerinde yeşil üniformalar vardı. On PÖK askeri, ellerinde siyah tüfekleriyle asma katın
koridorlarında dolaşıp bizi izliyorlardı. Bir diğer onlu grup ise zemin katta, aramızda dolaşıyordu.
Her taraftan bizi takip eden bakışları üzerimizde hissetmek, her zamanki gibi sinir bozucuydu.
Fakat bir önceki gece, tüm gün bahçede çalışmama rağmen iyi uyuyamamıştım. Başımın ağrısıyla
girdiğim yataktan, ona eşlik eden bir ateş ve boğaz ağrısıyla kalktım. Ellerim bile tutmuyordu,
parmaklarımı bükemiyordum.
Verimli çalışamadığımı biliyordum. Boğulmak gibiydi sanki. Çalışmak ve başımı dik tutabilmek
için ne kadar uğraşırsam uğraşayım, kendimi daha da yorgun hissediyor ve giderek yavaşlıyordum.
Bir süre sonra ayakta durmak bile güçleştiğinden düşmemek için masama yaslanmaya başladım.
Çoğu zaman yavaş çalışarak günü geçirebiliyordum. Ne de olsa bize acil yetişmesi gereken önemli
işler vermiyorlardı. Aslında verilen her iş, ellerimizi ve bedenlerimizi meşgul edip zihinlerimizi
sıkıntıdan öldürmek içindi. Sam buna "zoraki paydos" derdi hep. Bizi kulübelerimizden çıkarıp öyle
bahçedeki kadar ağır çalışmayacağımız işler verirlerdi. Yine de kimse burada olmaktan hoşlanmazdı.
Özellikle de kabadayılar ortaya çıktığında.
Önümde duran, bitmiş parlak botları daha yüksek sesle saymaya başlamadan önce bile arkamda
dikildiğini hissedebiliyordum. Adamın baharatlı etle araba yağı karışımı kokusu, üzerine bir de
sigara dumanı eklenmeden önce dahi yeterince rahatsızlık vericiydi. Bakışlarının ağırlığı altında dik
durmaya çalışsam da sanki yumruklarını kürek kemiğime bastırıyormuş gibi hissediyordum.
"On beş, on altı, on yedi..." Nasıl oluyordu da sayıların bile kulağa bu kadar sert gelmesini
sağlayabiliyorlardı?
Thurmond’da birbirimize dokunmamız yasaktı. Askerlere dokunmamızsa yasaktan da öte. Tabii bu
onların bize dokunamayacakları anlamına gelmiyordu. Adam, iki adım öne doğru geldiğinde
botlarıyla -masanın üzerindekilerle tıpatıp aynı olan- ayağıma geçirdiğim beyaz ayakkabıları dürttü.
Ben bir tepki vermeyince de bu kez işimi inceleme bahanesiyle bir kolunu omzuma atarak beni
göğsüne yasladı. Küçül, dedim kendi kendime. Önümdeki işe odaklanmak ister gibi başımı önüme
eğip iki büklüm oldum. Küçül ve ortadan kaybol.
"İşe yaramaz," diye homurdandığını duydum arkamdan. Bedeni tüm binayı ısıtacak kadar sıcaklık
yayıyordu. "Bu işi hep yanlış yapıyorsun. Bak.. .izle bakalım!"
Elimdeki boyalı kumaşı alıp yanıma geçtiği sırada, ilk kez göz ucuyla ona baktım. Kısa boyluydu;
benden en fazla birkaç santim uzundu. Kütük gibi bir burnu ve her nefes alışında dalgalanan yanakları
vardı.
"İşte böyle" diyordu eline aldığı botu parlatırken. "Bana bak!"
Tuzak. Doğrudan gözlerine bakmamız da yasaklardan biriydi.
Çevremden birkaç kıkırdama duydum ama sesler kızlardan değil, arkamızda toplanan diğer PÖK
askerlerinden geliyordu.
Sanki içeriden fokur fokur kaynıyormuş gibi hissediyordum kendimi. Aralık ayındaydık ve
Fabrika’nın 5 dereceden daha sıcak olması imkânsızdı. Ama şakaklarımdan terler süzülüyordu.
Boğazıma düğümlenen öksürük de cabası.
Biri yan tarafımdan hafifçe dokundu. Sam başını işinden kaldıramasa da neler döndüğünü
anlayabilmek için gözlerinin bana doğru kaydığını gördüm. Bastırmakta zorlandığı öfkesinden
dolayı boynundan yüzüne doğru yayılan kızarıklığı da fark etmiştim. O anda söylememek için
kendini zor tuttuğu kelimeleri hayal bile edemiyordum. Bana hâlâ yanımda olduğunu hatırlatmak
istercesine kemikli dirseğini yeniden dirseğime sürttü.
Sonra yine aynı askerin büyük bir yavaşlıkla arkama geçtiğini ve botu önümdeki masaya nazikçe
bırakırken bilerek koluma ve omzuma sürtündüğünü hissettim.
"Bu botlar," diye başladı, bitirdiğim işleri koyduğum plastik kutuya dokunarak. "Bunların
bağcıklarını taktın mı?"
Karşılığında alacağım cezayı bilmesem o anda hıçkırıklara boğulurdum. Orada dikildikçe kendimi
daha da aptal hissediyor, utanıyor ama cevap veremiyordum. Yerimden kıpırdayamıyordum bile.
Dilim, sıktığım dişlerimin arkasında ağzımdan dışarı çıkacak kadar şişmişti. Kafamda dönüp duran
düşünceler, garip bir süt kıvamında hafif ve keskindi. Artık önümü görmekte bile zorlanıyordum.
Arkamızdan daha çok gülüşme sesleri duyulmaya başladı.
"Bağcıklar hep yanlış." Sol kolunu da bana sardı; şimdi bedeninin bedenime değmediği tek bir
nokta bile kalmayacak şekilde sıkıca yaslanmıştı arkamdan. Boğazımdan kuvvetli bir asit kıvamında
bir şey yükseliyordu.
Masada çalışanlar tam anlamıyla susmuş, kıllarını kıpırdatmadan duruyorlardı.
Sessizliğim onu daha da cesaretlendirdi. Hiçbir işaret vermeden kutuyu alıp ters çevirerek, içindeki
düzinelerce botu büyük bir gürültüyle masaya döktü. İşte şimdi Fabrika'daki herkes bakışlarını bize
çevirmişti. Herkes beni izliyordu.
"Yanlış, yanlış, yanlış, yanlış, yanlış'." diye haykırdı botları etrafa saçarak. Aslında hiçbiri yanlış
değildi. Hatta mükemmel olmuşlardı. Yalnızca birer ayakkabıydı bunlar ama ben içlerine giren
ayakların sahiplerini tanıyordum. Hem de bu işi baştan savma yapmayacak kadar iyi tanıyordum.
"Yoksa aptal olduğun kadar da sağır mısın, Yeşil?"
Sonra birden gün ışığı kadar net, gök gürültüsü kadar sert bir sesle, "Onlar benim," dediğini
duydum Sam’in.
Tek düşünebildiğimse şuydu: Ah hayır. Olamaz.
Arkamdaki PÖK askerinin kıpırdanıp büyük bir şaşkınlıkla çekildiğini hissettim. Kelimeleri
kullanmayı unutmayışımıza ve bunları onlara karşı bir silah gibi kullanışımıza hep böyle şaşırırlardı
işte.
"Ne dedin sen?" diye haykırdı.
Sam’in hakaret etmemek için kendini zor tuttuğunu görebiliyordum. Bir parça limonlu şekerleme
gibi dolaştırıyordu sözcükleri ağzının içinde. "Beni duydun. Yoksa o boyayı solumak, kalan son
zavallı beyin hücrelerini de mi öldürdü?"
Bana ilk baktığı anda ne istediğini biliyordum aslında. Neyi beklediğini. Ve sonunda istediğini
yapmış, bana destek olmuştu.
Kollarımı karnımın üzerinde bağlayarak beklemeye başladım. Yapma bunu, dedim kendi kendime.
Yapma. O halledebilir. Sam’in saklayacak bir şeyi yoktu. Cesurdu da. Beni savunmak için ne zaman
öne atılsa korkup kendimi geri çekiyordum. Bir yandan ona ihanet etmek gibi geliyordu bu bana. İşte
bir kez daha sesim, korkunun ardına gizlenmişti. Çünkü dosyama bakıp, orada gördükleri boşlukları
dolduracak olsalar Sam’e verecekleri ceza, bana vereceklerinin yanında bir hiç kalırdı.
En azından kendime böyle söylüyordum.
Adamın ifadesi, dudağının sol tarafını hafifçe kıvırmasıyla pis bir sırıtışa dönüştü. "Hey! Burada
canlı bir kızımız var."
Hadi, hadi Ruby. Başını çevirişinden ve gerilen omuzlarından aklından geçenleri okuyabiliyordum.
Başıma gelebilecekleri anlamıyordu ki. Ben onun kadar cesur değildim.
Ama istiyordum. Ah, hem de nasıl istiyordum.
Olamam. Bunu yüksek sesle söylememe gerek yoktu çünkü yüzümden kolayca okuyabilmişti. PÖK
askeri uzanıp kolunu tutarak onu masadan ve benden uzaklaştırdığı sırada, hislerimi yavaş yavaş
anlamaya başladığını söylüyordu gözleri bana.
Arkanı dön, diye yalvardım içimden. Attığı her adımda sallanan sarı atkuyruğu saçları, onu
götürmekte olan askerin omuzlarına değiyordu. Arkanı dön. Ne kadar üzgün olduğumu görmesini,
göğsümdeki sıkışmayla mide bulantımın ateşle hiçbir ilgisinin olmadığını anlamasını istiyordum.
Zihnimden geçen çaresiz düşüncelerin her biri içimi tiksintiyle dolduruyordu. Üzerimdeki bakışlar
teker teker çekilmişti şimdi. Sam’i götüren asker de kişisel işkencesini tamamlamak üzere gözden
kayboldu. Ağladığımı görecek kimse kalmamıştı. Yıllar önce bu işi sessizce yapmayı öğrenmek
zorunda kalmıştım zaten. Bir daha bana dönüp bakmalarını gerektirecek bir olay da kalmamıştı
ortalıkta. Yeniden Sam’in arkasında bıraktığı o büyük gölgede saklanabiliyordum.
İzinsiz konuşmanın cezası, bahçedeki kapılardan birine kelepçelenip bir gün boyunca tecrit
edilmekti. Havanın nasıl olduğuysa kimsenin umurunda değildi. Daha önce çocukların, üzerlerinde
tek bir battaniye bile olmadan, mosmor suratlarıyla kar yığınlarının üzerinde oturduklarını
görmüştüm. Hatta yüzleri güneşte kavrulan, çamura bulanmış, boştaki elleriyle böcek ısırıklarını
kaşımaya çalışanları da. Elbette bir PÖK askeri ya da kamp yöneticisine cevap vermenin mükâfatı da
buydu. Aradaki tek fark, yemek, hatta su bile verilmemesiydi.
Yinelenen suçların cezası öyle korkunçtu ki... Sam iki gün sonra kulübeye döndüğünde bu konudan
bahsetmek istememiş, istese bile bunu yapamamıştı. Kış yağmuru yüzünden sırılsıklam ve zangır
zangır titreyerek geldi. Benim gibi onun da gözüne uyku girmemişe benziyordu. İçeriye adımını atar
atmaz yatağımdan fırlayıp yanına koştum.
Elimi koluna götürdüğümde, neredeyse gaddar denebilecek bir ifade takınarak sıktığı dişleriyle
kolunu çekti aniden. Gözleri ve burnu, rüzgârın etkisiyle kıpkırmızı kesilmiş olsa da herhangi bir
yara beresi yoktu. Gözleri ağlamaktan benimkiler kadar şişmemişti bile. Başına gelenleri bilmesem yürüyüşündeki hafif yalpalamanın, bahçede geçirdiği yorucu bir günden kaynaklandığını
düşünürdüm.
"Sam," dedim o anda ses tonumdan nefret ederek. Ranzamıza gelene dek ne durdu ne de bana
bakmaya tenezzül etti. Üst ranzaya çıkmak için bir elini yatağa yasladı.
"Lütfen bir şey söyle," diye yalvardım.
"Lanet olsun! Hiçbir şey yapmadın." Sesi, günlerdir kullanılmamış gibi kısık ve çatallıydı.
"Sen de yapmamalıydın..."
Çenesi göğsüne düştü. Yanaklarının ve omuzlarının üzerine dökülen uzun, dağınık saçları yüz
ifadesini gizliyordu. Onun üzerindeki etkimin bir anda yok olduğunu hissetmiştim o an. Boşlukta
savruluyormuş gibi tuhaf bir hisse kapılmıştım. Tutunacak hiçbir dalım ve kimsem olmadan
sürükleniyormuş gibiydim. Yanı başında duruyor olsam da aramızdaki mesafe, atlayıp
geçemeyeceğim bir kanyon kadar açılmıştı.
"Haklısın," dedi Sam sonunda. "Yapmamalıydım." Titrek bir soluk aldı. "Ama o zaman sana ne
olacaktı? Orada öylece dikilip sana istedikleri her şeyi yapmalarına izin verecektin. Kendini
savunmayacaktın bile."
Nihayet yüzüme bakıyordu. Benimse tek istediğim bana yeniden arkasını dönmesiydi. Bakışları, hiç
görmediğim kadar öfkeli ve karanlıktı.
"Korkunç şeyler söyleyip canını yakıyorlar ve sen mücadele etmiyorsun. Ve biliyorum, sen
böylesin, Ruby, ama bazen de acaba umurunda mı değil diye düşünüyorum. Neden bir kez olsun
kendini savunamıyorsun?"
Sesi fısıltı hâlinde olmasına rağmen ses tonundaki dengesizlik, ya çığlık atmaya başlayacağını ya
da histerik bir ağlama krizine gireceğini düşündürüyordu. Şortunun kenarıyla oynayan ellerine
çevirdim bakışlarımı. O kadar hızlı ve telaşlı hareket ediyorlardı ki bileklerini saran kızarıklıkları
neredeyse göremeyecektim.
"Sam. Samantha."
"Ben..." Güçlükle yutkundu. Kirpiklerinde biriken gözyaşlarını tutmayı başarmıştı. "Birazcık da
olsa yalnız kalmak istiyorum sadece."
Ben o hâldeyken, o ateş ve yorgunluk içinde ona bulaşmamalıydım. Kendime duyduğum nefretle
tir tir titrerken yapmamalıydım bunu. Ama ona gerçekleri bir anlatabilsem bana bir daha böyle
bakmayacaktı. Benim yüzümden incinmesinin istediğim son şey, kesinlikle son şey olduğunu anlardı
o zaman. Burada sahip olduğum tek şey oydu.
Fakat parmaklarım omuzlarına dokunduğu anda ayaklarımın altındaki dünya bir anda kayıverdi.
Saçlarımın uçlarında başlayan yangın kafatasıma ulaştı. Atlattığımı düşündüğüm ateş, yeniden ortaya
çıkıp tüm dünyamı karartmıştı. Sam’in boş ifadelerle bakan yüzünün yerini bana ait olmayan akkor
anılar almıştı şimdi. Matematik problemleriyle dolu bir kara tahta, bahçede toprağı eşeleyen golden
retriever cinsi bir köpek, salıncaktan görülen ve bir yükselip bir alçalan dünya, bahçede toplanan
sebzeler, tam yumruk yemek üzereyken gözüme ilişen Mess Hall'ün arkasındaki tuğla duvar...
Görüntüler her taraftan akıyordu sanki.
Nihayet kendime geldiğimde hâlâ birbirimize bakıyorduk. Bir an için o karanlık ve parlak
gözlerinde, dehşete kapılmış yüzümü gördüğümü sandım. Sam bana bakmıyordu. Aslında sağ tarafımda tembelce havada süzülen toz parçacıklarına kenetlenmişti gözleri. Bu boş bakışı
biliyordum. Yıllar önce aynı bakışları annemde de görmüştüm.
"Burada yeni misin?" diye sordu savunmacı ve irkilmiş bir hâlde. Gözleri, yüzümden kemikli
dizlerime ve sonra yeniden yüzüme döndü. Uzun süre karanlık sularda nefessiz kalmış gibi derin bir
soluk aldı birden. "En azından bir adın var mı?"
"Ruby," diye fısıldadım. Bir yıl boyunca ağzımdan çıkan son söz bu oldu.

The Darkest Minds Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin