7

58 2 0
                                    

MARLINTON ŞEHİR SINIRINA SABAH SAAT YEDİDE, GÜNEŞ, KALIN bulut tabakasının
ardında belirmeye karar verdiği sırada ulaştık. Güneşin ışınları, çevredeki ağaçları solgun bir
menekşe rengine boyamış; asfalta çöken sis duvarını aniden pırıl pırıl parlatmıştı. O sırada önü
yıkıntılar, raylar ya da terk edilmiş arabalarla kapanmış pek çok otoyol çıkışının önünden geçtik. Bu
yolların bazıları, isyanların çıktığı şehir ve kasabalara ulaşımı engellemek için Milis Kuvvetleri
tarafından; bazılarıysa zaten sıkıntılı olan kasabalarına yabancıların girmesini istemeyen kasaba
sakinleri tarafından kapatılmıştı. Ana yolsa bomboştu. Saatlerdir tek bir araca bile rastlamamıştık ama
er ya da geç başka insanlarla karşılaşacaktık.
Çok geçmeden kırmızı bir tır çıktı karşımıza. Gümbürdeyen motoru ve tekerlekleriyle yanımızdan
geçtiği sırada huzursuzlukla kıpırdandım. Ters istikamete doğru gidiyordu ama yan tarafına
bezenmiş altın kuğuyu kolaylıkla seçebilmiştim.
"Her yerdeler," dedi Cate bakışlarımı izleyerek. "Bu da muhtemelen Thurmond’a giden bir araçtı."
Tüm yolculuğumuz boyunca bizden başka insanların da var olduğuna işaret eden ilk şey bu
olmuştu. Muhtemelen Ölü Adam Otoyolu’ndan Dehşet Verici Hiçbir Yer’e doğru yolculuk
ettiğimizdendi. Yine de bu tek kamyon bile Cate’i endişelendirmeye yetmişti.
"Arka koltuğa geç," dedi. "Ve başını kaldırma."
Bana söyleneni yaptım. Emniyet kemerimi çözerek ön koltukların arasından arkaya geçtim.
Martin beni parlak gözlerle izliyordu. Bir ara elinin, bana yardım etmeye çalışırcasına, koluma
dokunduğunu hissettim. Arka koltukla ön yolcu koltuğunun arasındaki boşluğa girdim. Sırtım kapıya
dayalıydı. Dizlerimi iyice göğsüme çektim. Yine de birbirimize fazla yakındık. Üstüne bir de Martin
sırıtmaya başlayınca tüylerim diken diken olmuştu.
Thurmond’da erkekler de vardı. Hem de bir sürü. Fakat ister birlikte yemek yemek, ister aynı
kulübeyi paylaşmak olsun, hatta isterse tuvalete giderken yoldan yan yana geçmek olsun erkeklerle
kızların bir araya gelmesine sebep olacak tüm aktiviteler çok sıkı bir şekilde yasaklanmıştı. PÖK
askerleri ve kamp yöneticileri, bu yasağı, yeteneklerini bilinçli ya da bilinçsizce kullanan çocukların
işlediği suç kadar ciddiye alıyorlardı. Elbette bu durum, zaten hormonlarıyla coşmuş beyinlerini daha
da çılgına çevirmiş; kulübedeki arkadaşlarımdan birkaçını gizli takipçi sapıklara dönüştürmüştü.
Karşı cinsle iletişim kurmanın en "uygun" yolu neydi hatırlayamıyorum bile. Ancak bunu Martin’in
de hatırlamadığından emindim.
"Eğlenceli değil mi?" dedi. Gözlerindeki o aşırı hevesli bakışı görene dek şaka yapıyor olduğunu
düşünüyordum. Kaşıntı geri gelmiş; beynimde yeni bir girişim denemesine işaret eden o
karıncalanma hissini bir kez daha hissetmeye başlamıştım. Korku, buz kesmiş parmaklarıyla
omuriliğimin üzerinde gezinerek aşağı doğru ilerliyordu. Kapıya yaslanıp gözlerimi Cate'den
ayırmamaya çalışıyordum. Ne var ki dikkatimi dağıtacak kadar yakın oturuyorduk birbirimize.
Biz aynı falan değiliz, diye düşündüm. Aynı yere hapsedilerek benzer bir dehşetin gölgesinde
yaşamış iki insandık sadece... o kadar...
Konuyu değiştirmeli, her ne halt etmeye çalışıyorsa dikkatini dağıtarak buna müsaade
etmemeliydim. Klima açıktı ancak onun bedeninden inanılmaz derecede yüksek bir ısı yayılıyordu.
"Sence Thurmond’da yokluğumuzu fark etmişler midir?" diye sordum Cate’e sessizliği bozarak.
Cate arabanın farlarını söndürdü. "Sanırım. PÖK askerleri kendi başlarına peşimize düşemezler
ama eminim ikinizin de ne olduğunu çözmekte gecikmemişlerdir."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum. "Turuncu olduğumuzu mu? Galiba bunu çoktan fark etmiş
olduklarını söylemiştin. Zaten bu yüzden bu kadar hızlı kaçmak zorunda kalmadık mı?
"Bulmak üzerelerdi," diye açıkladı Cate. "Olay Yatıştırma Mekanizmasında Kırmızı ve Turuncu
frekansları test ediyorlardı. Bence hiçbiri bu yöntemin bu kadar hızlı işe yarayacağını beklemiyordu.
Bu yüzden sizi oradan hemen çıkarmalıydık."
"Frekans mı?" dedi Martin. "Sese bir şey mi eklediklerini söylüyorsun?"
"Aynen öyle." Cate dikiz aynasından ona gülümsüyordu. "Birlik, kampa getirildiklerinde yanlış
sınıflandırılan çocukları tespit etmek için geliştirilen bu yeni yöntemden haberdar olmuştu. Eminim,
yetişkinlerin Olay Yatıştırma Mekanizması'ndan etkilenmediklerini biliyorsunuzdur."
İkimiz de başımızla onayladık.
"Oradaki bilim insanları, bir süredir Psi gençliğinin sadece belirli bir kısmının etkileneceği
frekanslar üzerine bir çalışma yapıyorlardı. Hepinizin duyabildiği dalga boylarının yanı sıra, bir de
sadece Yeşillerin, Mavilerin ya da Turuncuların duyabildikleri birtakım frekanslar var."
Kulağa mantıklı gelse de bu, olayın ne denli korkutucu olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
"Aslında merak ediyorum, biliyor musunuz?" dedi Cate. "Siz ikiniz bunu nasıl başardınız?
Özellikle de sen, Ruby. O kampa çok küçük yaşta gitmiştin. Ayrıştırma sistemlerini nasıl atlattın?"
"Ben... ben yaptım işte," dedim. "Testlerimi yapması gereken adama Yeşil olduğumu söyledim. O
da beni dinledi."
"Çok basitmiş," dedi Martin bakışlarını bana çevirerek. "Muhtemelen güçlerini kullanmak zorunda
kalmadın bile."
Onların bir güç olarak algılanmasından hoşlanmıyordum çünkü o zaman sanki iyi ve istenen
şeylermiş gibi geliyordu kulağa. Oysa ben asla böyle düşünmüyordum.
"Tüm T'lerle K'leri ayırdıkları sırada birinden benle yer değiştirmesini istedim. Onlarla gitmek
istemiyordum elbette, anladınız mı?" Martin şimdi öne doğru eğilmişti. "Ben de benim yaşlarımdaki
yeni Yeşillerden birini kenara çekip, kendisinin ve oradaki güvenliğin onu ben sanmalarını sağladım.
Soran herkese de aynı şeyi söyledik. Hem de teker teker. Havalı, değil mi?"
İçimde yükselen tiksinti tarif edilemez boyuttaydı. Bunların hiçbirinden pişmanlık duymadığı
açıktı. Ben kimliğim hakkında yalan söylemiş olabilirim ama en azından başka bir çocuğu böyle bir şeye zorlamamıştım. Turuncu yeteneklerini kontrol edebilmek insanı buna mı dönüştürüyordu? Bir
çeşit canavara... kimse tarafından durdurulamayan, istediği her şeyi yapabilen birine?
Güçlü olmak böyle bir şey miydi?
"Demek insanları başka kişiler olduklarına inandırabiliyorsun?" dedi Cate. "Ben Turuncuların
yalnızca bir şeyler yapmanı sağlayabileceklerini sanıyordum. Hipnoz gibi bir şey?"
"Hayır," dedi Martin aldırmaz bir tavırla. "Ben ondan çok daha fazlasını yapabilirim. İstediğim gibi
hissetmelerini sağlayarak onlara istediğim her şeyi yaptırabilirim. Tıpkı yer değiştirdiğim çocuk
gibi. Kulübesinde oturmaktan korkmasını ve benim gibi davranmanın iyi bir fikir olduğunu
düşünmesini sağladım. Beni sorgulayan herkese de bunun büyük bir saçmalık olduğunu hissettirdim.
Yani evet, insanlara bir şeyler yaptırabiliyorum ama bu, o kadar basit değil. Mesela birinin bir
başkasına zarar vermesini istersem onu, saldırmasını istediğim insana karşı büyük bir öfkeyle
doldurmam gerekiyor."
"Hmm," dedi Cate. "Peki, senin için de böyle mi, Ruby?"
Hayır. Hiç de değil. Bakışlarımı ellerime, hâlâ toprakla dolu tırnaklarıma çevirdim. Gerçekten
yapabildiğim şeyi açıklayacak olma düşüncesi, beklemediğim bir şekilde ellerimin titremesine yol
açmıştı. "Ben insanların duygularını değiştirmem, sadece bir şeyler görürüm," dedim.
En azından bu kadarından haberdardım.
"Vay canına... ben... vay canına. Bunu tekrar tekrar söylediğimi biliyorum ama siz ikiniz gerçekten
olağanüstüsünüz. Yapabileceğiniz şeyleri düşünüyorum da... Bize ne kadar yardım edebileceğinizi.
İnanılmaz bir şey bu."
Oturduğum yerde yolu görecek kadar döndüm. Martin’in saçlarımın birkaç telini alıp, parmağına
dolayarak oynamaya başladığını hissettim. Dikiz aynasına yansıyan yuvarlak yüzümü
görebiliyordum. Uykulu, kocaman gözlerimi, kalın, kahverengi kaşlarımı, dolgun dudaklarımı ve
yüzümden geçen tiksinti ifadesini.
Yapmamam lazımdı ama attığı yemi yuttum. Arkama dönüp o soğuk ve nemli elini, indirdiğim
tokatla kucağına düşürdüm. Buna hiç hazır değildi. Nefesim kesilmişti. Bana dokunma, demek
istiyordum. O elindeki her bir parmağı kıramayacağımı sanma sakın. O ise bana bakıp
sırıtıyordu.Dilini dudağındaki yaraya götürmüş, elini yine kaldırmıştı. Bu defa alay edercesine
parmaklarını salladı bana doğru. O bileği yakalamak ve o lanet olası domuzu bir hamlede yere
sermek için öne atıldım.
İstediği de tam olarak buydu. Ne yapmaya çalıştığını ancak fark etmiştim. Ona yeteneğimi
göstermemi istiyordu. Kendi içinde bir yılan gibi dolaşan acımasızlığı bende de görmek istiyor ve
yeteneklerimi kullanmamı bekliyordu.
Zafer kazanmışçasına kıkırdamaya başladığındaysa yumruklarımı sıkıp arkamı döndüm.
İçimdeki bu öfke gerçekten bana mı aitti yoksa buna o mu sebep olmuştu?
"Arkada her şey yolunda mı?" diye seslendi Cate arkasına dönerek. "Biraz daha dayanın, gelmek
üzereyiz."
Marlinton normalde neye benzerse benzesin, gri bulutların ve bulanık yağmurun altında daha beter
göründüğü kesindi. Beynimle oyunlar oynayan Martin’in bile dikkatini dağıtacak kadar tuhaf ve
korkunç bir yerdi burası.
Camları kırık, terk edilmiş alışveriş merkezleri zaten yeterince rahatsızlık vericiyken küçük,
kahverengi, gri ve beyaz evlerden oluşan o mahalleye girdik. Yol kenarına ve evlerin önlerine
bırakılmış boş arabaların önünden geçtik. Arabaların bazılarının arka camlarına yapıştırılmış
SATILIK tabelaları hâlâ seçilebiliyordu. Ancak hepsinin üzeri kalın, çürümüş bir yaprak tabakasıyla
kaplanmıştı. Arabaların etrafı, büyük eşya yığınlarıyla sarılmıştı. Mobilyalar, halılar, bilgisayarlar...
Çürüyen, işe yaramaz elektronik eşyalarla doluydu.
"Burada ne olmuş?" diye sordum.
"Açıklaması biraz güç ama ekonomi hakkında anlattıklarımı hatırlıyor musun? Başkentteki
saldırının ardından hükümet hızla düşüşe geçerken her şey birbirini kovaladı. Ne hâzinenin borcunu
kapatabiliyor, ne devlete kaynak sağlayabiliyor, ne de kamu personelinin maaşlarını ödeyebiliyorduk.
Bunun gibi küçük kasabalar bile krizden kurtulamadı. Fabrikalar teker teker iflas ederken insanlar da
işlerinden oldular. Tabii mortgage taksitlerini ödeyemedikleri için evlerini de kaybetmeye başladılar.
Her şey çok korkunçtu."
"Tamam da insanlar hangi cehennemde?"
"Richmond ve Washington gibi büyük şehirlerin dışındaki çadır kentlerde yaşayıp iş bulmaya
çalışıyorlar. Orada daha fazla iş ve yiyecek olduğunu düşündükleri için Batı’ya gitmek isteyen çok
fazla insan tanıyorum ama... şey, buradan güvenli olacağına eminim. Burada çok sayıda yağmacı ve
yasa dışı gruplar türedi."
Sormaya korkuyordum. "Ya polis? Onlar neden bunları durdurmadılar?"
Cate alt dudağını ısırdı. "Tıpkı sana anlattığım gibi, devlet maaşlarını ödeyemeyince onları işten
çıkardı. Şimdi polis işlerinin birçoğu, gönüllüler ya da Milis Kuvvetleri tarafından yapılıyor. Bu
yüzden yanımdan ayrılmamanız gerek, anladınız mı?"
İlkokulun önünden geçtiğimizde her şey daha da kötüleşmişti.
Açık renklerdeki oyun merdiveni -ya da ondan geriye kalanlar- siyaha boyanmış, yere doğru
bükülmüştü. Dur işareti tabelasının üzerine yuva yapmış bir grup kuş, köşeyi dönerken bizi izliyordu.
Bir zamanlar kantin olduğunu sandığımız yerin önünden geçtiğimiz sırada binanın sağ tarafının
olduğu gibi çökmüş olduğunu gördük. Yıkıntı alanına girilmesini önlemek için gerilmiş polis
şeritlerinin ardından, binanın diğer tarafında kalan rengârenk resimler görülüyordu.
"Biri, ilk Toplama’nın hemen öncesinde kantine bomba koymuş," dedi Cate. "Öğle yemeği saatinde
patlatmışlar."
Martin, "Hükümet mi?" diye sorsa da Cate’in buna verecek bir cevabı olmadığını anlamıştık.
Arkasında kimse olmamasına rağmen sinyal verip sağa döndü.
Hayalet bir şehirdi burası.
O mahalleden ayrılıp bir başka yağmalanmış marketin önünden geçerken nefesimle arabanın
camını buğulandırmıştım. Bir Starbucks’ın, bir manikür salonunun, bir Mc-Donald's’ın ve bir başka
manikür salonunun önünden geçmiştik ki Cate nihayet bir benzinlikte durdu.
Diğer arabayı hemen fark ettim. Daha önce hiç görmediğim türde, açık renk bir SUV. Arabaya
yaslanmış bir şekilde duran adam benzin dolduruyor gibi görünmüyordu. Zaten bunun mümkün
olmadığını tahmin edebiliyordum. Tüm benzinlikler yağmalanmış, hortum ve pompaları yerlere
saçılmıştı.
Cate korna çaldı ama adam zaten bizi görmüş ve el sallamaya başlamıştı. O da gençti, en az Cate
kadar genç. Alnına düşen koyu kahverengi saçları ve minyon bir tipi vardı. Biz yaklaştıkça yüzündeki
gülümseme daha da büyüdü; gözlerinin içi gülüyordu âdeta. Onu Cate’in anılarından hatırladım.
Thurmond'dan ayrıldığımız sırada Cate’in göz alıcı renkler ve ışıklar eşliğinde hayal ettiği adamdı
bu.
Cate arabayı doğru düzgün park etmeden kapıyı açıp adama doğru fırladı. Kollarını boynuna
doladığında keyifli bir çığlık attığını işittim. Adama o kadar sıkı sarılmıştı ki tepesindeki gözlüğünü
düşürdü.
Martin’in terli avuçları, boynumla gömleğimin birleştiği noktaya dokunup hafifçe sıktığında, daha
fazla dayanamayacağımı anlayarak kapıyı açıp kendimi dışarı attım. Cate’in ne diyeceği umurumda
değildi.
Hava, yağan yağmur yüzünden o kadar nemliydi ki ağaçlar ve çimenler capcanlı bir yeşil renk
almıştı. Son birkaç saati, yapış yapış bir şeyle kaplanmış gibi görünen Ağzından Soluyan Martin'le
geçirdikten sonra yanaklarımı ve saçlarımı okşayan bu hava beni biraz olsun rahatlatmıştı.
"... Norah’yı siz çıktıktan yarım saat kadar sonra bulmuşlar," dedi adam onlara yaklaştığım sırada.
"Peşinizden iki birlik gönderdiler. Herhangi bir sorunla karşılaştın mı?"
"Hayır." Cate kolunu adamın beline dolamıştı. "Ama şaşırmadım. Yeterli sayıda askerleri yok. Peki
ya seninkiler?"
Rob başını hızla salladı. Yüzü gölgelenmişti şimdi. "Onları çıkaramadım."
Cate’in bedeni bir anda çökmüştü. "Ah... Çok üzgünüm."
"Önemli değil. Görünüşe bakılırsa sen benden başarılıymışsın. O iyi mi?" İkisi birden bana
döndüler.
"Ah Rob, bu, Ruby," dedi. "Ruby, bu da benim... bu da Rob."
"Ne sıkıcı bir tanıştırma merasimi!" dedi Rob onaylamaz bir ifadeyle. "Demek güzelleri
Thurmond’da saklıyorlarmış."
Elini bana uzattı. Büyük bir avuç, beş parmak ve kıllı boğumlar. Normal. Fakat biri şu verdiğim
tepkiyi görse adamın ellerinin sanki pullarla kaplı olduğu sanırdı. Elimi, yapıştırdığım kalçalarımdan
ayırmıyordum. Cate’e doğru bir adım attım.
Elinde bir silah, bir bıçak ya da Beyaz Gürültü makinesi yoktu. Bazıları taze olan birkaç yara
bereyle kırmızı çizik, gömleğinin kollarına kadar bileğinin tüm iç kısmını kaplıyordu. Ancak elini
geri çektiğinde gömleğinin sağ bileğindeki küçük, kırmızı lekeleri fark ettim.
Baktığım yeri fark ettiğinde gerildi. Elini Cate’in arkasına, beline koyarak sakladı.
"Tam bir güzellik, öyle değil mi?" dedi Cate adama dönerek. "İçerideki işler için mükemmel
olacak. Kim bu yüze hayır diyebilir ki? Üstelik bir Turuncu."
Rob, hayranlıkla bir ıslık çaldı. "Lanet olsun."
İnsanlar nedense Turunculara değer veriyordu. Hayret.
"Sarah iyi mi?" diye sordum.
Rob anlamamış gibiydi.
"Norah Jenkins'ten bahsediyor," dedi Cate. "Sarah, görevde kullandığı isimdi."
"O iyi," dedi Rob elini omzuma koyarak. "Bildiğim kadarıyla onu hâlâ sorguluyorlar. Herhangi bir
değişiklik olursa Thurmond'daki adamlarımız bize bilgi verecektir." Ellerim birden uyuşmuştu.
"Senin adın gerçekten Cate mi?"
Güldü. "Evet, ama soyadım Conner, Begbie değil."
Ne yapacağımı ya da ne söyleyeceğimi bilmediğimden yalnızca başımı salladım.
"Sen iki kişiler dememiş miydin?" Rob omzumun üzerinden arabaya bakıyordu. Tam o sırada
kapının açılıp kapandığını işittim.
"İşte burada," dedi Cate gururlu bir anne tavuk gibi. "Martin, buraya gel! Seni yeni yoldaşınla
tanıştırmak istiyorum. Georgia’ya bizimle birlikte gelecek."
Rob daha elini uzatmadan Martin hemen kapıp sıkmıştı bile.
"Şimdi," dedi Cate ellerini birbirine vurarak. "Fazla zamanımız yok ama elinizi yüzünüzü yıkayıp
üzerinize biraz daha az şüphe uyandıran bir şeyler giymeniz gerek."
Rob arka kapılardan birini açtığında SUV ahenkli bir ses çıkardı. Döndüğünde, kot pantolonunun
beline yerleştirdiği silahının metal kabzasından güneş ışığı yansıyordu. O, içeride göremediğim bir
şeye uzanırken bir adım geriledim.
Aralarından en az birinin silah taşıyor olacağını düşünmemek, tamamen benim aptallığımdı. Yine
de gerilmiştim. Arkamı dönüp bakışlarımı kaldırıma dökülen benzin damlalarının izlerine kenetledim
ve araba kapısının yeniden kapanmasını bekledim.
"Alın bakalım," dedi Rob ikimize de birer siyah sırt çantası uzatırken. Ucube yoldaşım
kendisininkini kapıp içindekileri hevesle karıştırmaya başlamıştı bile.
"İstasyondaki lavabolarda hâlâ su akıyor ama ben olsam o sudan içmeye kalkışmazdım," dedi Rob.
"Çantalarınızda kıyafetler ve işinize yarayacak birkaç şey var. Fazla oyalanmayın ama şu kampın
pisliğini üzerinizden akıtıp bir güzel temizlenin artık."
Thurmond'u üzerimden temizlemek ve onu sanki bir parça çamurmuş gibi yıkamak mı? Sen dalga mı
geçiyorsun benimle? Başkalarının hatıralarını siliyor olabilirdim ancak kendiminkileri bu kadar
kolay temizleyemezdim.
Kafatasımın içini oymaya başlayacak bir ağrının sinyallerini hissederek tek kelime etmeden
çantamı aldım. Bunun ne anlama geldiğini iyi biliyordum. Geriye doğru bir adım attığım sırada
çimento zeminin azizliğine uğrayıp sendeledim. Dengemi sağlamak için kollarımı ileri doğru
uzatsam da yere düşmemek için tutabildiğim tek şey Rob'un kolu oldu.
Beni yakalayarak centilmence bir hareket yaptığını düşünüyor olsa da düşmeme izin vermeliydi
aslında. Rob'un düşüncelerine daldığı sırada beynim keyifli bir iç çekmişti. Beynimin arkasında
biriken o gerilim bir anda boşalmış, tüm omurgam karıncalanmaya başlamıştı. Bu hissiyat yavaş
yavaş azalırken dişlerimi sıkıyordum. Kendimi oradan kurtarmak istiyordum. Fakat tüm sistemim
büyük bir öfkeyle doluyordu.
Kırpışan kirpikler gibi hızla gelip giden Cate’in anılarının aksine Rob'un düşünceleri neredeyse
uyuşuk... kadifemsi ve kasvetliydi. Birbirlerini tamamlamaktan çok, birbirlerinin içine süzülüyor
gibiydiler. Tıpkı bir bardak suya damlatılan mürekkebin yavaş yavaş uzayıp sinsice ilerleyerek bir
zamanlar tertemiz olan suyu kirletmesi gibi.
Artık Rob'un zihnindeydim ve Rob, iki karanlık şekle, başlarına çuval geçirilmiş olsa da birinin
kadın, diğerinin erkek olduğu her hâllerinden belli olan iki insana bakıyordu yukarıdan. Kalbimin
yerinden çıkacakmış gibi atmasına sebep olansa kadındı. İç çekişleri tüm bedenini sarsıyor olsa da el ve ayak bileklerini saran o plastik iplerden kurtulmak için mücadele etmekten bir an olsun
vazgeçmiyordu.
Sağanak yağmur, çevre binaların oluklarını doldurmuştu. Rob'un zihninin filtresinden çıkan ses,
tıpkı bir cızırtıya benziyordu. Göz ucumla köşede duran iki büyük, siyah çöp konteynerini gördüm.
Ancak o zaman dar bir sokakta yalnız olduğumuzu anlayabildim.
Rob'un eli -benim elim- öne doğru uzanarak, başındaki çuvalı açıp kadının siyah saçlarını serbest
bıraktı.
Ama bu bir kadın değildi. Üzerindeki koyu yeşil kıyafetleriyle ancak benim yaşlarımda olabilecek
bir genç kızdı. Bir üniformaydı üstündeki. Bir kamp üniforması.
Yağmura karışan gözyaşları yanaklarından süzülüp ağzına akarken renksiz dudakları sessizce
lütfen diyor, gözleriyse hayır diye çığlıklar atıyordu. Ama elimde bir silah vardı, karanlık ortama
rağmen gümüş rengiyle parlayan bir silah. Rob'un kotunun belindeki o silah. Şu anda kızın alnına
dayalı duran silah.
Silah ateşlendiği anda elim de geri tepmiş; silahtan saçılan ışık, kızın dehşete düşmüş yüzünü
aydınlatmıştı. Patlama sesi, kızın yarım kalmış çığlığını bastırmıştı. Baş aşağı düşerken bir parça kan
sıçradı elime. Üzerimdeki koyu renk ceketi ve... altındaki beyaz gömleğin bileklerini lekeledi.
Diğer çocuk da aynı şekilde öldü. Rob bu defa, çocuğun hayatını sonlandırmadan önce başındaki
çuvalı bile açmaya tenezzül etmedi. İkisinin de bedenleri çöp konteynerine atıldı. Kendimi o sahneden
uzaklaştırırken görüntüler de giderek küçülüyordu. Ta ki Rob'un beyninin kara bulutlarla kaplı
labirenti onları tamamen yutana kadar.
Derin bir solukla mürekkebe bulanmış havuzdan kendimi kurtardım.
Rob kolumu anında bıraktı ama ben onu durdurmak için ellerimi havaya kaldırmasaydım yerini
hemen öne atılan Cate alacaktı.
"İyi misin?" diye sordu. "Yüzün bembeyaz oldu."
"İyiyim," dedim sakin görünmeye çalışarak. "Hâlâ ilacın etkisinden kurtulamadım sanırım."
Arkamda dikilen Martin canı sıkılmış bir şekilde ofladı. Bir o yana bir bu yana zıplıyor,
sabırsızlıkla beni bekliyordu. Bana doğru şüpheli bir bakış attığında sadece bir an için de olsa az önce
neler olup bittiğini anlayacağından korktum. Fakat hayır, o an bana dakikalarca sürmüş gibi gelse de
bu tip bağlantılar yalnızca birkaç saniye sürerdi.
Bakışlarımı yerden kaldırmıyor, iki yetişkinin de yüzlerine bakmamaya çalışıyordum. Yaptığı
şeyleri gördükten sonra Rob’a bakamazdım ve eğer Cate’e bakarsam kendimi hemen ele verirdim.
Neyim olduğunu sorardı; söyleyeceğim yalan onu ikna etmezdi. Böylece ona erkek arkadaşının,
partnerinin ya da her nesiyse onun, bir ara sokakta iki çocuğun beynini patlattığını söylemek zorunda
kalırdım.
Rob, bana öndeki plastik su şişesini uzattığında gözlerim yeniden bileklerindeki o kan damlalarına
takıldı.
Onları öldürdü. Sözcükler beynimde yankılanıyordu. Olay, belki günler, hatta haftalar önce
olmuştu... Gerçi o kadar zaman geçmesi pek mümkün görünmüyordu. Öyle olsa gömleğini
değiştirmez ya da en azından yıkamaz mıydı? Şimdi de buraya bizi öldürmek için geldi, değil mi?
Rob, tüm dişlerini göstererek gülümsüyordu bana. Gülümsüyordu. Sanki yakın mesafeden iki
kişinin beynini uçuran ve sonra da yağmurun kanları temizlemesini izleyen o değilmiş gibi.
Ellerim o kadar çok titriyordu ki fark edilmemesi için elimdeki çantaya sıkı sıkı tutundum.
Canavarlardan kaçtığımı, onları elektrikli tellerin arkasında bıraktığımı düşünüyordum. Ama
gölgeleri canlıydı ve beni buraya kadar kovalamışlardı işte.
Sıradaki benim.
Boğazımdan yükselen çığlığı yutkunmak zorunda kalarak, içimde kopan fırtınalara rağmen ben de
ona gülümsedim. Rob, az önce gördüklerimi bilseydi Cate’in, onun gömleğine bulaşan kanımı
temizlemek için günlerce uğraşacağından adım gibi emindim.
O da biliyor, diye düşündüm Martin’in ardından istasyona girerken. Biberiye gibi kokan, beni
koridor boyunca taşıyan, hayatımı kurtaran Cate. O da biliyor olmalı.
Ve bilmesine rağmen onu öpüyor.
Benzin istasyonunun içi, vahşi hayvanların saldırısına uğramış gibiydi. Öyle olmuş olması da
muhtemeldi zaten. Çeşitli şekillerde ve boyutlarda pençe izleri, her yeri kaplamış, yapışkan, kırmızı
ve kahverengi lekelerin üzerinden yemek raflarına uzanıyordu.
İçecek şişeleri bir yanıp bir sönen elektriğin altında aydınlansalar da markete yoğun bir bozuk süt
kokusu hâkimdi. Gazlı içeceklerle biraların birçoğu çalınmıştı ama yine de geride şaşırtıcı derecede
çok şişe kalmıştı. Market, sütün şişesini on dolara satıyordu. Yemekler için de aynı şey geçerliydi.
Bazı raflardaki hiç dokunulmamış cips ve şekerler, nadir bulunan ürünler gibi yüksek fiyatlardan
etiketlenmişlerdi. Bazı raflardaysa paketleri açılmış ve etrafa saçılmış cips ve patlamış mısırlardan
başka bir şey yoktu.
Daha ben farkına bile varmadan bir plan belirmişti zihnimde.
Martin kola makinesi ile uğraşırken ben birkaç paket cips ve çikolata kaptım. Onları çantama
tıktığım sırada içimde bir suçluluk duygusu oluşsa da kimden ne çalıyordum sanki? Hem kim gidip
polise haber verecekti?
"Sadece bir lavabo var," dedi Martin. "Önce ben kullanacağım. Eğer şansın yaver giderse sana da
biraz su bırakırım belki."
Umarım şansım yaver gider de orada boğulursun.
Kapıyı çarparak arkasından kapattığı sırada, onu terk edeceğim için içimde duyduğum tüm
suçluluk duygusu bir anda silinip gitti. Belki zalimlikti bu yaptığım. Belki ona en ufak bir uyarıda
bulunmadan çekip gittiğim için ömrüm boyunca kendimi suçlu hissedecektim. Fakat yapmak üzere
olduğum şeyi Cate ve Rob'u uyandırmadan ona söylemem mümkün değildi. Onlara haber
vermeyeceğine ya da beni orada zorla tutmayacağına emin olacak kadar güvenmiyordum ona.
Sarah’nın -daha doğrusu Norah'nın- önlüğünden kurtulup bir köşeye atmak için hiç vakit
kaybetmedim. Onun altına giydiğim üniforma beni hemen ele verirdi ama önlük, içinde rahatça
koşulamayacak kadar büyüktü. Ve benim oldukça hızlı hareket etmem gerekiyordu.
Martin musluğu sonuna kadar açmış olmalıydı çünkü marketin kırılan büyük camlarının
parçalarına basmamaya çalışırken su sesini duyuyordum.
Raflardan birinin arkasından baktığım sırada Cate’i öpen Rob'u gördüm. Sonra ceplerini
karıştırarak bir cep telefonu çıkardı. Arayan her kimse Rob, konuştuğuna pek de memnun
görünmüyordu. Bir süre sonra telefonu Cate’e uzatarak arabanın sürücü koltuğunun olduğu tarafına
geçti. Ve o da bana arkasını dönerek, elindeki haritaya benzer şeyi arabanın üzerine yaydı. Rob
yeniden ortaya çıktığında biri kolunun altında, diğeriyse elinde olmak üzere iki tane uzun, siyah bir
şey tutuyordu. Cate, hiç tereddüt etmeden tüfeklerden birini alıp sanki çok normal bir şey yapıyormuş
gibi boynuna astı.
Onları tanımıştım. Elbette tanıyacaktım. Elektrikli tellerin çevresinde dolaşan tüm PÖK askerleri
bir M16 tüfeği taşırdı. Bizi kuleden izleyen her kamp yöneticisinin de böyle bir silahı olduğuna hiç
kuşkum yoktu. Üzerimizde bunları mı kullanacaklardı? Merak ediyordum. Yoksa benim de mi bir
tane kullanmamı bekliyorlardı?
Beynimin mantıklı olan yanı nihayet kontrolü ele geçirerek yaşadığım dehşet ve korkuyu bastırdı.
Belki Rob'un o çocukları öldürmesinin bir sebebi vardı. Belki bağlı olmalarına rağmen onu
incitmeye çalışmışlardı. Ya da belki...
... belki Birlik’e katılmayı reddetmişlerdi.
Bu düşünce, yoluna çıkan her şeyi küle çeviren bir yangın gibi büyüdü göğsümde. O silahlardan
birine dokunmak ve ateşlemek zorunda kalmak düşüncesi, hatta bunun hayali bile... Onların ailesinden
olmak böyle bir şey miydi?
Yoksa ben de Martin gibi olup silahın kendisi hâline mi gelmek zorundaydım?
Babam birini vurmak zorunda kaldığında yedi yıllık bir polisti. Bana hikâyenin tamamını hiçbir
zaman anlatmadı. Bunu sınıfımdaki çocuklardan duymak zorunda kalmıştım. Onlar da gazetede
okumuşlardı. Sanırım bir rehine vakasıydı.
Ama bu olayın onu yıktığını biliyordum. Büyükannemler Virginia'dan gelip beni alana dek babam
yatak odasından dışarı adımını atmadı. Birkaç hafta sonra eve döndüğümdeyse hiçbir şey olmamış
gibi davranmıştı.
Benim elime böyle bir silahı hangi durumun tutuşturacağını bilmesem de bu, bir grup yabancı için
olmayacaktı.
Dışarı çıkmalıydım. Kaçmalıydım. O anda neresi olacağı pek mühim değildi. Pek çok şey, pek çok
kötü şey olabilirdim ama bu listeye bir de katilliği eklemeye hiç niyetim yoktu.
Ancak tam o sırada, lavabodan gelen su sesini ve içecek dolabının vızıltısını bastıracak bir şangırtı
duyuldu. Ancak su kapandığı sırada sesi yeniden duyabildim. Hızla arkama döndüm ve üzerinde
YALNIZCA PERSONEL yazan kapının açılıp kapandığını gördüm.
Bir çıkış.
Cate ve Rob'un hâlâ arkalarının dönük olduğundan emin olmak için dışarıya son bir kez baktıktan
sonra atıştırmalıkların yanından geçerek hızla kapıya doğru koştum.
Yalnızca bir rakun, diye düşündüm, ya da bir fare. Bu, kısa hayatımda fareleri insanlara ilk kez
tercih edişim değildi.
Ama ses bu sefer daha da yüksek duyulduğunda kapıyı ittim. Karşımda, bir paket atıştırmalığın
üzerine çöreklenmiş, pakettekileri yemeye çalışan fareler yoktu.
Bir başka çocuk vardı.

The Darkest Minds Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin