Hidrolik kapılar arkamızdan büyük bir tıs sesi çıkartarak kapandığında irkilerek başımı arkaya çevirdim ve bir kez yutkundum.
Önümde ilerleyen kadın, uzun topuklu ayakkabılarının çıkarttığı tıkırtıyla metal zeminde ilerlerken her attığı adımda geriliyordum. Saç diplerim gerginlikten terlemişti.
Sırtımdaki eski püskü çantanın kulparını avuçlarımda sıkıştırıp sessiz adımlarla kadını aksatmadan takip ettim. Korkudan adımlarımızı bile uyumlu atmaya çalışıyordum.
En sonunda uzun metal ve neyle kaplanmış olduğunu hala çözemediğim gri koridoru geçtiğimizde karşımıza bir hidrolik kapı daha çıktı. Bu seferki göz taramasıyla açılan bir kapıydı ki kadın dar eteği kalçalarına iyice sıkıştıracak kadar monitöre eğildi ve göz taramasını yaptırdı.
Etrafta bir kez daha göz gezdirip parmak uçlarımda bir kez sektim ve titrek bir nefes aldım. Kapı yine büyük bir tışlamayla iki yana açıldığında burdan sonunu göremediğim geniş yuvarlak olduğunu şu anda ancak tahmin edebildiğim bir salona açılıyordu. Yerler bu defa metal değil de beyaz granit mermerdendi. O kadar ışıltı vardı ki ilk başta gözlerim kamaşmıştı ve bir miktar gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Önümdeki kadın ise duruşunu hiç bozmamıştı, çünkü siyah camlı gözlük takıyordu.
"Yürü." dedi kibar olmaktan çok uzak monoton bir sesle.
Onu ikiletmeyi düşünmedim bile. Bu kadın yalnızca varlığıyla bile, beni bir kuklaya çeviriyordu. Neler yapabileceğini daha önceden gördüğümden, başkaldırmayı aklımdan bile geçiriyordum. Hem girmiyorum desem ne olacaktı, artık eski hayatıma dönemezdim.
Kadını arkamda bırakarak içeri girdiğimde bu defa yalnız olacağım şekilde kapı kapandı ve şimdi kocaman ışıltılı salonda bir başımaydım. Parmaklarım, çantamın askılarına yapışmaktan terlemiş ve kasılmıştı. Çenemi sımsıkı birbirine kilitlemiş meraklı gözlerle etrafı inceliyordum.
Sanki terk edilmiş gibiydi. Tahmin ettiğim gibi yuvarlak olan ana giriş yukarı doğru yükseliyordu. Kafamı kaldırdığımda tavanı göremiyordum. Yalnızca devasa avizelerin ışıkları gözlerimi kamaştırıyordu.
Yukarı doğu döne döne ilerleyen beyaz hatta saydam korkuluklara yaklaştım yavaş yavaş. Adımlarımın yankısı kulaklarıma geri dönüyordu.
Belki de gerçekten kimse yok, diye düşündüm. Ama imkansızdı.
Burda olduğunu biliyordum.
Burda olmalıydı.
Yavaş adımlarla, ürkerek, trabzanlara tutundum ve sakin sakin yukarı bir kaç basamak çıktım. Sonra durdum ve etrafı dinledim. Nereye gideceğimi bilmiyordum ki, ya yanlış bir şey yaparsam?
"Bö!"
Bir anda yerimde sıçradım ve çıktığım basamaklardan popo üstü yere çakıldım sertçe. Kalça kemiğimden yayılan feci ağrı tüm omurgam boyunca ilerleyip yayıldığında yüzümü buruşturup ve ters ters daha demin beni korkutan ve şimdi kahkahalarla katıla katıla gülen çocuğa baktım ters ters.
Suratı beyaz bir boyayla kapalıydı. Başında süslü bir şapka vardı ve ne renk olduğu çözemediğim renkli uzun saçları şapkadan dışarı çıkmıştı. Üzerinde uzun bir ceket vardı. Parmakları sayısız yüzükle doluydu.
"Çok ödkeksin." dedi gülmelerin arasından karnını tutarak. Ağzındaki sakızı bir kaç defa sesli sesli çiğnedi ve beni süzdü gülen gözlerle. Ben o sırada belimi tutarak yerde uzanıyordum hala. "Yeni çocuk sen misin?" diye sordu. Ve een az elli tane yüzüğü sığdırdığını düşündüğüm parmaklarını bana uzattı tutmam için.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Maça Ası ve Sinek Valesi - GAY
Teen FictionBiz birbirimize yama olmaya bile çalışmayan iki ruhtuk. Bedenlerimiz, ağır ağır sızdırıyordu içindeki boşluktan tüm duyguları dışarı. Fakat kimse kibrinden yanaşmıyordu sökükleri dikmeye. Eski paçavralardık biz. Yaşadığımız yerde kurallar basitti. K...