"göğsünü kabartan nefretin sebebi,
aklından çıkaramadığın iki koyu inciyse eğer,
kuşandığın kılıç,
senden başkasını kesmez."♠️
Çok küçük değildim, ince bezlerle minik yaraları sarmaya başladığımda. Büyükannem henüz bana nakış işlemeyi ve hamur yoğurmayı öğretmemişti ama birkaç kökü karıştırdığımda ne elde edeceğimi biliyordum. Annem, ölümünden önce hayli becerikli bir şifacı olarak oraya buraya iliştirdiği notlarla, olur da onun yeteneğine sahip olursam diye küçük bir miras bırakmıştı ve büyükannem bunu uygulamakta kusursuz biriydi. Sonuç olarak sahip olduğum hassasiyet, refleks ve işe odağım uzun yılların birikimiydi bende, artık karşı duramadığım birer parçamdı.
Ve, bunun bir sonucu olarak, dün akşamdan beri General Jeon'un merhemini hazır etmek için ayakta geziniyordum.
Öncelikle, biraz sinirliydim. General, yarasını aramızda bir devlet sırrı olarak saklamak adına beni açıkça tehdit ettiğinden, büyükanneme hiçbir şey anlatamıyordum -eğer merhemi danışırsam anında ne için yaptığımı anlardı- ve bu yüzden işim olması gerekenden uzun sürerek beni uykumdan etmişti. İkincisi, General'in kabalığı hakkında uzun uzun konuşacağım kadar sinir bozucuydu ve bazen neden yeni bir merhem hakkında konuştuğumdan pişmanlık duyuyordum. Yetersiz olan ordu şifacısı onun için ucuz merhemler yapmaya devam edebilirdi oysaki ama dediğim gibi, tüm bu reflekslerim kontrolümün çok dışında olduğundan müdahale etmememin imkanı yoktu.
Öyle ya da böyle, tüm pürüzlere rağmen merhemi hazırlamıştım ve şimdi bitki rafımın üzerinde duruyordu. Bir sorun çıkmazsa merhemi bu güneş tepeye binmeden götürecektim ve bunu şahsen iletmem gerektiğinden, muhakkak bir noktada General'le muhatap olmak zorunda kalacaktım. Ama sorun değildi, o her ne kadar kaba olsa da bir yandan ben, işimi yapmış olmaktan gurur duyuyordum. Zaten eğer merhem işe yararsa ve yarasını geçirirse, onunla işim kalmazdı ve dürüst olmak gerekirse aklımda yaşayan teselli buydu.
Hem ben tüm bunlara rağmen işimi yaparak asilliğimi de kanıtlamış oluyordum, kısacası karlı olan bendim.
Yani, umarım.
Dudaklarımdan derin bir nefes bırakırken dağılmış saçlarımı hızlı birkaç hamleyle toparlayıp başımı tepesinde sabitledim. Pekala, küçük teferruatları boş vermeli ve işe koyulmalıydım. Öncelikle, General'e yalnızca ilaç götürüp bununla kışlaya giremezdim, dolayısıyla muhakkak bahane olarak bir şeyler hazırlamalıydım. Biraz tatlı fena olmazdı diye düşünüyordum, ya da tuzlu kurabiye?
Güzel, demek ki bunu yapmak zorundaydım. Büyükannem beni öldürebilirdi, evet ama kış için yaptığı kurabiyelerin raflardan inme zamanı gelmişti. Bunu yaptıktan sonra iki gün bel ağrısıyla gezmişti ve beni sepetle döveceğinden hiç şüphem yoktu ama... bir şeyler feda edilmeliydi. Umuyordum ki General beni buna pişman etmezdi.
Birkaç dakika durup düşündükten sonra karar vererek harekete geçtim ve kocaman bir hasır sepetin içine ikramlık kurabiyeleri teker teker dizdikten sonra üzerini kadife bir bezle örtüp merhem kutusunu elbisemin kemerine sıkıştırdım. Belki biraz pudra kullanıp saçlarımı toplasaydım iyi olurdu ama şu an buna zaman yoktu, kasaba henüz uyuyorken gidip dönmeliydim.
Çıkmadan önce büyükannemin hala yatağında olup olmadığını kontrol ettim ve sonra sandaletlerimi giyip sessizce evden sıyrıldım. Serin hava beni hoşnutsuz bir şekilde karşılayıp bulduğu her çıplak noktamı üşütürken bahçedeki çamaşırları ve çiçekleri uçuşturuyor, ince bir uğultuyla asılı fenerleri sallıyordu. Dünün aksine bugün soğuktu, güneş ışıklarını koyu bulutların arkasına saklamıştı. Gökyüzündeki o kasvetli griye bakılırsa, yağmurun başlaması yakındı, bu yüzden evden gitmeden önce ipteki çamaşırları çabucak toplayıp verandanın gölgeliğine ittim, keşke yanıma şemsiye yahut şapka alsaydım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
|•| Verdant |•| rosékook
Fanfictionkılıcının kınında bin hayatın nefesi, her ruhun sesi içindeki çığlıkların sebebi. kızgın gözlerde bir ölünün eseri, varlığın kalbimde bir cennetin simgesi. sar ellerimi, narin çiçeklerimin asi meltemi. 29.12.20|mensisly [Jeon Jungkook × Rosé Park]