0.1

775 113 142
                                    

"koyu gözleri,
bir cehennem zebanisi,
sarı saçlarıyla o,
cennetin incisi
keser mi sanıyorsun
savurduğun kılıç
kalbinin sesini?"

"Bayım, şu feneri biraz daha yana kaydırsanız olmaz mı?"

Elimdeki hasır sepeti bileğime takıp adımlarımı üç ayaklı tahta merdivenin önünde durdurduğumda, rengarenk kağıt fenerleri asarken bulunduğu konumdan hayli rahatsız gözüken orta yaşlarındaki adam bakışlarını, yüzünün neredeyse tamamını gölgeleyen hasır şapkasını geriye iterek bana çevirdi. Feneri astığı konumda bir kusur görmüyor olmalı ki zaten asık olan suratı daha da asılmıştı ama yine de sessiz kalarak, birbirine sıkıca bastırdığı dudaklarını kapalı tutmaya devam ederek feneri dediğim gibi biraz sağa kaydırdı.

"Harika," diye mırıldandım onaylar bir şekilde gülümseyerek. İşte şimdi, az öncekinin aksine diğer fenerlerle simetrik duruyordu ve yanınca ışığı tam tatlı tezgahının üzerine yansıyor olacaktı.

"Teşekkürler, bayım." Dedim, adam umursamazca gözlerini benden çekip sakallı çenesini kaşırken. Sessizliğini görmezden gelerek onu selamladım ve hasır sepetimi tekrar elime alıp hızlı adımlarımla yanından uzaklaştım. Umuyordum ki bu suratsızlığı yalnızca bize karşıydı, aksi takdirde karısına hayli üzülürdüm.

Gerçekten mi?

Bir anlık boşluğa düştükten sonra bu fikirden hemen sıyrıldım, şu an asık suratlı adamın karısını düşünmek ve adına üzülmek için fazla meşguldüm. Büyükannemin öfkelenip beni çatıdan sarkıtmaması için hemen gidip işlediğim mendilleri ona teslim etmem gerekiyordu. Üstüne üstlük, bunca zahmetin hepsine benim katılmak için çok da hevesli olmadığım bir Hoşgeldin Kutlaması için katlanıyordum ve bu, doğal olarak, içimde tuhaf bir sorgulama isteği yaratıyordu.

Sebebini anlayamadığım bir şekilde tüm kasaba halkı, henüz bu sabah kasabanın dışındaki kışlaya yerleşen asker alayını kucaklamaya çok hevesliydi, öyle ki gün doğumundan beri herkes tezgahları hazırlayıp sokakları süslemek için yarını yokmuşçasına çalışıyordu ama bana kalırsa, tüm bunlar bir kabustan farksızdı. En nihayetinde, her ne kadar görevleri eleştiremeyeceğim kadar asil de olsa, bellerinde kılıçlarıyla hemen dibimize koğuşlanan bir savaşçı topluluğunun uğruna dans edip içilecek bir sebebe sahip olmayacağı açıkça ortadaydı.

Yine de, büyük bir fedakarlık göstererek ağzımı kapalı tutuyor ve kasaba halkının kıyamet kahinliği olarak adlandırdığı gerçekliği kendime saklıyordum. Belki de saklamasam bu öyle çarpıcı bir etki bile yaratmazdı çünkü şöyle bir bakınca herkes -bu seçenek de en az ötekiler kadar korkunçtu- kıyıda olduğumuzdan alayın sadece önlem için geldiği fikrini çoktan benimsemiş görünüyordu.

Çünkü, alayın başındaki kişi General Jeon'du. Jeon Jungkook. Çağının en iyi kılıç ustalarından birisi, bir strateji dahisi. Yakınında bulunan insanların içini rahatlatıp eğlenmelerine izin verecek kadar güçlü biri; herkes, imparatorluk risk altında da olsa, General'in varlığıyla bir tık daha güvende hissediyordu kendini. Tabii ki yine kimse, imparatorluğun neden çağın en iyi kılıç ustalarından birini bizim kasabamıza gönderdiğini sormuyordu.

Her neyse.

Eğer biraz daha düşünmeye devam edersem az öncesine kadar göstermekte olduğum fedakarlıktan vazgeçerek konuşmaya başlayacağımdan ve eğer konuşmaya başlarsam büyükannemin beni fener diye tezgahın üzerine asacağını bildiğimden, derin bir nefes alarak kafamdakileri dağıttım ve her şeyi bir masalmışçasına olumlu düşünmeye çalışarak neşeyle gülümsedim. Yine de, pozitif olmak önemli, değil mi?

|•| Verdant |•| rosékookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin