Huzursuzluk, insanın kalp çarkına atılan minik, etkili ve sinir bozucu bir demir parçası gibidir.
Hiç şüphesiz insan zihni, duygusal ve nesnel olarak, kusursuz çalışan bir dişli sistemi değildir. Belli bir düzende işlemediği için sık sık sorun çıkarır, bazen bir dişli ötekinin üzerine biner ve tamir edilmesi gereken bir yığına dönüşür. Ama şu kesindir ki, bu çarkı hiçbir şey huzursuzluk kadar iyi bozamaz.
O minik demir parçası kalp çarkınıza girdiği an zihninizde dev bir karmaşa doğurur, bedeninize yayılır ve sonunun belirsiz olduğu bir bozukluk yaratır. İşin kötüsü, bazen o kadar uzun süre orada kalır ki, gün geldiğinde tamir etmeyi başarsanız dahi çoktan dişlilerde izini bırakmış olur.
İşte, benim de şu an ayakta olmamın tek sebebi, bu minik parçanın kalp çarkıma atılmış olmasıydı. İşini yaparak sistemi başarıyla tıkamış ve yorgunluktan kırılan bedenimi, yalnızca üç saatlik uykudan sonra aniden uyararak ayağa dikmiş, bu da yetmezmiş gibi içimdeki endişe ve korku duygularına karışarak zihnimde ufak çaplı bir savaş çıkarmışlardı.
Ve tam da bu sebepten, ağlamak istiyordum. Tam boğazımda oturan düğümü yutkunarak değil de, küçük bir kız çocuğu gibi oturup ağlayarak çözmek istiyordum. Kısa sürede tüm bu yaşananlar sahiden de biraz dengemi bozmuştu. Her ne olursa olsun korkuyordum; ben burada General'in gölgesindeydim ama başta büyükannem, Veronica ve diğer tüm tanıdıklarım ellerimin değemeyeceği kadar uzaktaydılar. Elbette, General'in askerlerinden ve yeteneklerinden asla şüphe etmezdim ama tüm bu şeytan vesveseleri, benim fani zihnim için de biraz fazla değil miydi?
Öyleydi ve etkiliydi. Ben de tam olarak bu sebepten, gecenin bir vakti ayağa dikilip saçlarımı taramaya başladığımda, yalnız kalışımdan faydalanarak biraz sızlanmıştım. Şu anki sürece hiçbir katkısı olmasa da beni büyük oranda rahatlattığı kesindi, yine de tam olarak istediğim türden bir ağlama değildi tabii. Onun için aklım hala biraz başımdaydı.
Zira, gecenin köründe olmamıza rağmen, General'in askerleri dışarıda nöbet tutuyor, gökyüzü hala koyu çarşafıyla üzerimizde serilirken aslında kimse uyumuyordu. Çok sessizleşirsem dışarıda gezinen savaşçıların kılıç ve zırhlarının çıkardıkları ince tıkırtıları duyabiliyordum; şayet oturup hüngür hüngür ağlamaya başlarsam duyulmamamın imkanı yoktu ve ben de bunu hiç istemezdim.
Onun yerine, ufak sızlanmam bittikten sonra sarı saçlarımı güzelce örmüş, yünlü korsemi takmış, üzerimi denize yaklaştıkça soğuyan ve ağırlaşan havadan dolayı üşümemek için biraz daha kalın giymiş ve biraz dua ettikten sonra odamdaki gaz lambasını söndürüp hemen yanımdaki şifa çadırına geçmiştim.
Aslında askerler çoktan ihtiyacım olan her şeyi çadırın içinde hazır etmişti. Havanlar, ocaklar, bitkiler, reçeteler ve hasta minderleri olabildiğince düzenli bir şekilde çadırın içerisine konulmuştu ama tabii ki hala halletmem gereken çok şey vardı. Tüm bitkileri türüne göre ayırıp dizmeli, her an hazırlıklı olmak için bazı antibiyotik merhem ve sıvıları hazır etmeli, ilaçları hazırlamalıydım. Sanırım bundan sebep ki General, geniş çadırın sonuna ufak bir tezgah ve raf eklentisi koymuştu.
Ah, bir de o vardı tabii. General. Kılıçlarını alıp ayrılmadan önce onu yakalayıp yarasını kontrol etmem gerekiyordu. Son yaptığım merhem oldukça kuvvetliydi, eğer tahminlerim doğruysa yarası çoktan kanamayı durdurmuş olmalıydı.
Derin bir nefes aldım. Şifa çadırının lambalarını tek tek yakarken kendimi güçlü olma konusunda telkin ederek rahatlatmaya, bir şifacının soğukkanlılığına bürünmeye çalışıyordum. Büyükannem beni bunun için büyütmüştü, tıpkı annem gibi güçlü bir şifacı olmam gerekirdi. Durum ne olursa olsun açık vermeden dik durabilmeli ve etrafımdaki insanları iyileştirebilmeliydim, aksi takdirde varlığımın anlamı ne olurdu ki?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
|•| Verdant |•| rosékook
Fanfictionkılıcının kınında bin hayatın nefesi, her ruhun sesi içindeki çığlıkların sebebi. kızgın gözlerde bir ölünün eseri, varlığın kalbimde bir cennetin simgesi. sar ellerimi, narin çiçeklerimin asi meltemi. 29.12.20|mensisly [Jeon Jungkook × Rosé Park]