Ağaç altında dizlerini kendine çekmiş askeri görünce, merakına yenik düşüp askerin yanına adımladı Kutay Komutan. “Asker?” Komutanının sesini duyunca göz yaşlarını silip kalktı ve selam verdi asker. “Otur oğlum otur.” Eliyle oturmasını işaret etti. Sol elini, askerin sağ omzuna atarak onunla birlikte oturdu Komutan. “Söyle, ne oldu? Herkes orada ailesine sarılırken, sen neden burada ağlıyorsun?” Göz yaşlarını tutamadı bu sefer asker, hıçkırarak ağlamaya başladı. “Ailem yok benim komutanım...” Soğuk kanlılığını korumaya çalışırken sordu. “Velayeti kime verdin oğlum?”
“Ölmeden önce babamındı komutanım.”
“Ne zaman öldü?” Derin bir nefes verdi, içine aniden oturan sıkıntıyı atmaya çalışarak.
“Biz çatışmaya gittiğimiz gün komutanım. Vurulacağım diye korkarken, kendisi kalp krizi geçirmiş, kurtaramamışlar.”
“Başın sağ olsun. Peki annen asker? Annen neden gelmedi?”
“Annem...annem yürüyemez, 5 yıl önce kısmi felç geçirdi. Yürüse de gelemezdi komutanım.”
“O neden?” Kaşları şaşkınlıkla çatılmıştı.
“Kendisi doğuştan görme engelli. Bu yüzden velayetimi anneme veremedik komutanım.”
“Velayetin şimdi kimde?”
“Kimsenin üzerinde değil komutanım. Daha annemin üzerine aldıramadım.”
“Adın ne asker?”
“Çavuş Yiğit Özgü/Denizli Komutanım.”
“Demek sende Denizli’densin.” Yumuşamıştı askerin hayatını dinlediği andan itibaren. Kendi ailesinin de böyle olmasını istedi o an, hayattalardı fakat ölmüş gibilerdi onun için. Keşke ölselerdi de bende, ‘öldüler bu yüzden benimle konuşmuyorlar’ diyebilirdim diye düşünüyordu. Sırtını sıvazladı Yiğit askerin, daha sonra kalkıp üniformasını düzeltti askerinin. “Adın gibi Yiğit ol asker.” Ardından tekrar konuştu, bu sefer sesi daha ciddiydi. “Binbaşıdan duyduğuma göre sende bizimle operasyona gelecekmişsin, doğru mu?”
“Evet Komutanım. Alfa Timi’nin, Komutanlarla iletişimde kalmasını sağlamak için yanınızda olacağım.” Başını salladı anladığını belirtircesine. “Operasyon da görüşürüz asker.”
Günler hızlı geçiyordu. Operasyona günler kala, Komutan ve Teğmen yan yana geldiler. Umay utana sıkıla gelmişti, operasyon için deli gibi araştırma yapan Kutay’ın odasına. Umay’ın geldiğini gören Kutay elindeki dosyaları bir kenara itti ve oturmasını söyledi.
“Eğer orada bir sorun olursa, bana ulaşın komutanım. Size destek ekibi yollayacağım. Sizin için uygundur değil mi?” diye tereddütle bir soru yöneltti Komutanına. “Sana nereden ulaşacağım?”
“Mektupla ulaşabilirsiniz. Tabii eğer siz bunu uygun bulursanız.” Başını salladı komutan sessizce. Ne diyeceğini bilemeyecek kadar bilgisizdi mektup yazmak hakkında. “Timden birilerine söylerim bana mektup zarfı bulurlar. Adresini buraya yaz.” Önüne küçük bir kağıt parçası sürükledi. Umay adresini yazar yazmaz önünden aldı ve cebine koydu.
Şu günlerde Umay gözüne çok güzel geliyordu. Kendini Umay’ı izlerken veya bir yere yaslanır yaslanmaz düşünürken buluyordu. Aşktan yana hiç yüzü gülmemişti ama sanki kalbi tekrar denemek istiyormuş gibiydi. Onu düşünmesi için zorluyordu. Karnına bir haller oluyordu. Kelebeklenmekten daha fazlasıydı bu. Sanki...sanki bir sürü kurşun yiyormuş gibiydi ama hiç acı hissetmiyordu. Sadece daha fazlasını istiyor, Umay’ın hep yanında olmak istiyordu vücudu, benliği belki de kendisi. Karşısındaki kadının da kendisini sevdiğini biliyordu. Bütün üs bunu konuşmuştu bir ara, onun da kulağına gelmişti. Öğrendikten sonra, ona söylediği bütün lafları hayat ona öyle bir yutturacaktı ki, buna adı kadar emin olmuştu. Sessiz kaldıkları için o ana döndü bir an Kutay. Bu haberi Balta getirmişti.
3 yıl önceki operasyondan 1 ay önce...
Balta dedikoduyu öğrendiği için koşarak Tim’in yanına geldi. Ağzı kulaklarına varmıştı. “Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle? Dök ağzındaki baklaları.” Koltuklardan birini kapıp yayılmış olan Hakan söyleyiverdi İlyas’ı böyle heyecanlı görünce. Onunla hep böyle konuşurdu, alışıklardı. Hızla bir sandalye çekti ve oturdu İlyas sonra da heyecanla anlatmaya başladı. “Bütün üs bunu konuşuyormuş ve benim yeni haberim oldu. Herkes Umay Teğmeni konuşuyor.” Kutay gözlerini devirdi. “Bu muydu İlyas? Herkes kendinden üst kademede görev yapanları konuşur zaten. Bize ne?”
“Bekleyin komutanım! Bu öyle bir şey değil, sizi de ilgilendiriyor.” Heyecanı hâlâ devam ediyordu. Kutay umursamazca kaşlarını kaldırdı ve bir anlamı olmayan bakışlarla baktı suratına İlyas’ın. “Benim Umay Teğmen ile ne gibi bir ilgim olabilir? Ne boş işlerle ilgileniyorsunuz.”
“Bırakın anlatsın komutanım. Hevesini kırmaya gerek yok.” Emrah, İlyas’ın üzülmesine hiç izin vermemişti bu zamana kadar. Gerektiği zamanlarda komutana bile kafa tutuyordu. Herkes birbirini seviyordu evet ama herkesin tim içerisinde bir tık daha sevdiği biri vardı. Emrah da İlyas’ı bir tık yakın görüyordu kendine, bu yüzden komutanı durdurmak için konuşmuştu.
“Umay Teğmen sizi seviyormuş.” İlyas cümlesini bitirmeye kalmadı; Neredeyse Candar ve Kutay aynı saniyede kahkaha attılar. Bir süre gülmekten konuşamadı Kutay. Candar ile göz göze geldikçe sesleri daha da yükseliyordu. Herkese bir gülme gelmişti ama Kutay’ın bu kadar güleceğini hiç düşünmüyorlardı. Hatta onlara güldükleri için kızacağını ve kimin onu sevip sevmediğini umursamadığını söylemesini beklemişlerdi. Sanılanın aksine komutanları avazı çıktığı kadar yüksek sesle gülüyordu kendileri ise gülüp gülmemek arasında kalmışlardı. Hakan ise iki taraftan da değildi, çünkü hepsinden ayrı düşünüyordu.
Bir kadın sevebilirdi ama en çokta sevilmeliydi. Birini sevdi diye alay konusu olmaktan ziyade herkesin ilgisini çekmeli, sevilen kişi sevinmeliydi. Kendini düzeltmeli ve o kadın için iyi biri olmalıydı. Kadınlar kendileri gibi muhteşem erkeklere sahip olmalılardı. Kendilerini el üstünde tutan, kimseye asla laf söyletmeyecek ve yanında olan kadın için kendisini, gerekirse bütün dünyayı cehenneme katacak birisini sevmeleri gerekirdi.
Tim arkadaşlarına baktı yüzünde oluşan tiksintiyle. “Daha fazla dayanamayacağım.” Diyerek kalktı ve uzaklaştı oradan. “Buna ne oldu şimdi?” Dedi elini kaldırarak. “Boş ver onu, dünden beri bir haller var onda. Sen söyle nereden öğrendin? Ne zamandır seviyormuş?” Bu sefer hem ortaya dönüktü hem de Emrah’a.
“Bak şimdi...”
“Komutanım?” elini dalan komutanının gözlerinin önünde salladı. Gözlerini kırpıştırdı ve kendine geldiğinde Umay’ın yüzünü inceledi. “İyi misiniz?” başını hafifçe salladı. “İyiyim.” Karşılığında ayağa kalkan bir Umay görünce başını arkaya attı ve ona bakmaya devam etti. “İyi iseniz ben gideyim komutanım.” Başını sallayıp onaylasa da Umay gitmeden önce bileğini tutup durdurdu. “Özür dilerim.” Dedi bir tek, bileğindeki elini gevşetti ve soru sormasına fırsat vermeden çıkması için kapıya baktı.
Artık operasyona gidecekleri gün gelmişti. Herkes helalleşmişti, şimdi sıra Umay Teğmen ve Kutay Komutan ’da idi. Elini uzattı Komutan, şöyle başladı ardından sözlerine;
“Size ulaşacağım Teğmenim. Mektuplarla haberleşiriz.” Daha fazlasını söyleyemedi ama herkes biliyordu bu mektuplaşmanın ana konusunda Operasyon olmayacağını. Birkaç gündür birbirleri ile çok iletişimde kalıyorlardı. Havadan sudan dâhi konuşur olmuşlardı. Ve farkına varmasalar bile, birbirlerini tanıma evresine çoktan girmişlerdi. Umay hâlâ komutanın neden ondan özür dilediğini bilmiyordu. Kaç defa öğrenmek için konuşma arasına sıkıştırsa da başaramamıştı cevabını almayı.
Kızıl Kurt Operasyonu, yaklaşık 2 yıl sürmesi beklenen bir operasyondu. Türkiye Cumhuriyeti’nden kaçıp, Bulgaristan Plevne’ye giden teröristlerin yakalanması amacıyla oluşturulan bir operasyon.
“Plevne’ye vardığınızda gönderin Komutanım.”
Zamanı gelmişti ayrılmanın vatandan. Askeri uçağa binen 7 Alfa ve yanlarında bulunan bir Yiğitti Plevne’ye giden. Belki geriye şehit olarak gelirlerdi, belki de yanlarında leşlerle. Kimse bu saatten sonra ne olacağını bilemezdi. Hepsi gergindi. Uzun süredir yurtdışında operasyon düzenlenmemişti. Yiğit asker, köşede Alfa Timi’nin korkutucu görünüşlerine hayranlıkla bakıyordu. Hepsinin yüzünde maskeler vardı ve hepsi dev cüsseli adamlardı. Hepsinin gözleri ise, bir alfa kurttan almışçasına parlak ve sertti. İsimlerinin neden ‘Alfa Timi' olduğunu şimdi anlamıştı Özgü. Komutanına döndü ve yarım saattir askeri uçakta olmalarının verdiği can sıkıntısı ile soru yöneltti.
“Komutanım, siz hiç şarkı bilmez misiniz? Her operasyona giderken böyle sessiz mi durursunuz? Yok mu gönlünüzden gelen bir şarkı, türkü?”
Gözlerini Özgü ’ye dikti komutan. Bu sefer arkasında kalan biri vardı. Arkasında ve aklında... Bunun şerefine söylemek istedi bir türkü.
“Var asker, var...” dedi duruk bir ses tonuyla. “Siz de benimle birlikte söyleyeceksiniz.” Hepsi ilk defa Kutay Komutandan böyle bir şey duyduğu için şaşkın bakışları arasında başlarını salladılar. Kutay Komutandan ses yükseldi. Sesi öyle derin, öyle etkileyiciydi ki; Yiğit asker Komutanına bunu söyletebildiği için memnundu. Komutanın söylemeyi seçtiği ise, Altaylar’dan Tuna’ya idi...
“Altaylar’dan Tuna’ya, Kızıl Çin’le arası var. Düştük kara sevdaya loy, loy
Gönül güzel yarası var
Daha yolun yarısı var. Ölüm bize ar gelmez. Kara toprak dar gelmez.
Zındanları zor gelmez loy, loy
Gözlerinin karası var. Ulu Türk’ün töresi var.
Bir ülkedir uzakta, Yaralıdır tuzakda. Uzağında kalsak da loy, loy
Gönlümüzde orası var”
Herkesin gerginliği Komutan söyleyene kadardı. Komutan başladığında, hepsi eşlik etti. Artık eminlerdi, Komutanlarının gönlüne kara sevda düştüğünden çünkü önceki hiçbir operasyonda söyletememişlerdi. Plevne’ye varana kadar bir sürü şarkı ve türkü söylemişlerdi. Bazen Kutay Komutandan bazen de kendilerinden bir şeyler dinliyorlardı. Plevne’ye varmadan birkaç dakika önce Komutan Yiğit’e döndü. “Mektup zarfı veya her ne ise getirdin mi?”
“Emrettiğiniz gibi eksiksiz getirdim komutanım.” Geriye kalan 6 asker ikisine bakıp, olayı çözmeye yönelik birbirlerine laf atıyorlardı. En son cesaretini toplayıp soran kişi yine Ejder idi. “Yüzbaşı, bu mektuplarla ne yapacaksınız? Yiğit, komutanlarla iletişime geçmemiz için yanımızda olacak zaten.” Ne kadar, ne cevap vereceğini bilmese de gerçeği söylemekten kaçınmak istemedi bu sefer. “Umay Teğmen ile iletişime geçeceğiz. Mektuplar bu yüzden. Eğer yardıma ihtiyacımız olursa -ki umarım olmaz- bize yardım ekibi gönderecek. O zamana kadar benden mektup bekliyor.”
“Yani gönül ilişkisi değil mi?” Kaşlarını çattı komutan, bir anda ciddileşmişti. “Ne gönül işinden bahsediyorsun sen Ejder? Benim gönlüm tek vatanım için atar. Bu zamana kadar ne gönlüm görmüş ne gözüm, bundan sonra da görmez kimseyi.”
“Siz nasıl uygun görürseniz Komutanım.” Demekle yetindi , uzatırsa komutanın kavga etmekten kaçınmayacağını çok iyi biliyordu. Ama hâlâ ilk duydukları zaman nasıl güldüğünü hatırlıyordu Kutay’ın. Şimdi ise dilinden düşmüyordu
Geri kalan dakikalar boyunca bir daha bu konu açılmadı. Operasyon öncesi moral bozmaya gerek duyulmadı. Plevne’ye indiklerinde Bulgar askerler karşıladılar Alfa Timi’ni. Dinlenmeleri için Mania Üssüne götürüldüler. Ne kadar rahat olmaları söylense de, Alfa Timi kendi vatanları harici hiçbir memlekette rahat olmazlardı. Hep diken üstünde dururlardı. Hatta çoğunlukla uzanacakları sırada silahlarıyla yatarlardı. Yüzbaşı, çabuk dil öğrenen biridir. Operasyona Plevne’ye gidecekleri onaylandığından itibaren, Bulgarca öğrenmeye başlamıştı. Bulgar Yüzbaşı Atanas Gruev ile konuşmak için odasına giren Komutan ilk önce selamlaştı. Gruev ilk önce Türkçe selamlaşsa da, Yüzbaşının Bulgarca konuştuğunu anladığında kendi diline döndü. Ve Komutana ‘Kızıl Kurt Operasyonu için buradasınız, değil mi?’ diye sordu. Cevabı ise baş sallama ile aldı.
Uzun bir konuşmanın ardından Komutan Kaya, Yüzbaşı Gruev’den, Bulgar arması temalı posta pulunu aldı. Tekrar dinlenmeye çekildiği anda, Teğmen’e mektup yazmaya başladı.
“Sevgili Umay Teğmenim,
Nihayet Plevne’ye vardık. Yüzbaşı Gruev ile konuştum. Bir sorun olursa yardım edeceklerini ve doktor dahi getireceklerini söyledi. Kendi güçleri yetmez ise, sizi çağırmamıza mani olmayacağını da ekledi.
Ayrıca hepimiz görevlerimizi konuştuk. Siber, hangi dağda olabileceklerini araştırıyor. Kulak, komutanlara nerede olduğumuza dair haber verdi. Hayalet, Balta ve Sibirya, etrafı kolaçan edip güvende olduğumuzu anlayınca silahları ile uyumaya çekildiler. Ejder ve Kurt’un ne yaptığından haberim yok. Hatırladığım kadarıyla en son Kurt silahları temizliyordu.
Ve ben Katliam Eri, 6 Temmuz 2024 tarihinde, saat akşam on civarında, Plevne Bulgaristan Kara kuvvetleri Mania üssünden, Bolu Türkiye Kara kuvvetleri Batut üssündeki Anka teğmene bu mektubu yazmaktayım.
Bundan sonra yazacağım mektuplarda, operasyon dahil olmak üzere, tim’in psikolojik ve fiziksel durumları ile de sizi bilgilendireceğim. Sağlıcakla kalın.
Kıdemli Yüzbaşı Kutay Kaya.”
Mektubu katlayıp zarfa koydu ve pulu da yapıştırıp askerler ile gönderdi.
Atanas Gruev, yüzbaşı Kutay Kaya’nın odasına bir kadın göndermişti. Petya Valeva... Hem tanışmaları, hem de birbirlerine ne zaman yardımcı olacaklarını tartışmaları için göndermişti. Kadının, odasından çıkmayan yüzbaşının yanına girdiğini gören Tim, kendi aralarında konuşmaya başladı. Kutay ise, odasına aniden giren kadınla kısa bir şok geçirse de ayağa kalkıp selam verdi. “Buyurun.”
Kendisine uzanan ince ve kemikli eli tuttu uzanarak. “Ben Petya Valeva, sizinle ilgilenecek doktorum.” Duyduğu memnuniyeti dile getirdi. “Memnun oldum, Petya Hanım. Bizimle ilgileneceğiniz için teşekkür ederim. Ben de Alfa Timi’nin komutanı Yüzbaşı Kutay Kaya.” Tebessüm ederek başını salladı Petya. “Yüzbaşı Gruev, beni buraya birbirimizi tanımamız ve birbirimize karşı nasıl yardım etmemiz gerektiğini konuşmamız için gönderdi.” Hâlâ elini bırakmayan Yüzbaşının gözlerine çıkardı kahverengi bakışlarını. Kutay elini bırakıp oturdu ve ona da karşısına oturması için işaret verdi. “Bu iyi haber.”
Bir süre konuştular ve akşam saatleri geceye dönerken, çıktı odadan Bulgar güzeli. Kutay, Petya odadan çıktığından itibaren Umay’ı düşünmeye geri dönmüştü. akşam yüzü gülerek uyudu. Ertesi gün, daha kimse kalkmamış iken Alfa Timi uyanıktı. Saat’e baktıklarında saat daha sabah 04:21 idi. Midelerini bastırsın diye ekmek yeme hayali kurarlar iken, ne ekmek bulabilmişlerdi ne de yiyecek bir şey. Gözcü kameradan Alfa Timi’nin odadan çıktığını görmüş ve hemen bir asker yollatmıştı yanlarına.
“Накъде сте се запътили? Слънцето още не беше изгряло. На разсъмване българските турци ще ви почерпят с храна. Изчакайте още малко.” Balta anlamadığı için kaşlarını çattı ve elini savurdu. “Ne anlatıyorsun kardeşim? Türkçe konuş.” Ejder durdurdu Balta’yı. “Dur bi’ dellenme hemen. Adamın memleketindesin, sakin davran. Kötü bir şey demedi adam,” devamında adamın ne dediğini çevirecek iken Kutay Komutan konuştu.
“Nereye gidiyorsunuz? Daha güneş doğmadı. Güneş doğumunda Bulgar Türkleri sizlere yemekler verecektir. Biraz daha bekleyin’ diyor” Dedi Ejder’in çevirmesine izin vermeden Komutan. “Gidip bize yiyeceğimiz bir şeyler getir.” Bulgar asker başını salladı, gidip şimdilik yemeleri için çay ve kuru ekmek getirdi Komutanın istediği gibi. “Bence bunlar bizi kendileri öldürmeye çalışıyor. Ulan kuru ekmek ne? Versene oradan bi’ Bulgar yemeği de yiyelim.”
“Eve gittiğinde yersin Delal. Balta ile konuşmaya devam ederseniz buranın tepesinden atarım sizi aşağıya.” Ejder de susmaları için dürttü onları. Hava açılmaya başladığı andan itibaren dışarıdan sesler duyulmaya başlanmıştı. Türkler, Askerî üssün kapısına gelmişti. Hepsi Alfa Timi’ni alkışlıyordu. Tezahüratlar eşliğinde dışarı çıkıp görünmelerini istiyorlardı.
“Bence kırmaya değmez komutanım çıkalım görünelim.” Dedi grubun şu ana kadar en sessizi olan Hayalet. Adını hep taşırdı. Bazen onun orada olduğunu bile unuturlardı. Komutan başını salladı hafifçe. “Gidelim.” Dediği anda Türklerden Türk askeri sağ olsun! cümlesi duyulmaya başladı. Dışarıya çıktılar ve alkışların arasında herkese selam verdiler. Bulgar askerleri tarafından tuhaf karşılanmıştı, milletin askerleri görmek için tezahüratlar yapması. Tezahüratlar içinde şunlar geçiyordu; “Yolunuz daima açık olsun aslanlarım. Dikkatli gidin gelin. Ayağınıza taş değmesin. Allah her zaman yanınızda olsun.”
Hazırlanmışlardı. Türkler, askerleri için güzel yemekler yapmıştı. Yine de tedbir amaçlı yemediler, tıpkı Bulgar askerin onlara getirdiği yemeği yemekten vazgeçmeleri gibi. Şimdi operasyon zamanıydı. Dağlara çıktılar uzun sürenin ardından.
Operasyona başlamadan önce Kutay Komutandan bir ses yükselir. Bunu her operasyonda yapar. Tim’ini alevlendirmek, cesaretlendirmek için her zaman bunu kullanır ve işe yarar da. “Başlıyor, susun!” dedi Sibirya. Kutay Komutandan ses öyle yükseldi ki dağlar bile titredi.
“Atıldı dağlardan zafer okları. Yürüdü ileri alplar, Bismillah
Ey cengin talihi, bize yol ver yol, Bekliyor bizleri zafer, Bismillah!
Şehitlerin ruhu güler, Bismillah! Bekliyor bizleri zafer, Bismillah!”
Yaklaşık yarım saattir yürüyorlardı dağların, kayaların arasında. Daha hiçbir ize rastlamamışlardı.
Ellerinde ağır tüfekler vardı. Normal de alışkınlardı fakat neden şimdiden yorgun düştüklerini bilmiyorlardı. Herkesten homurdanma sesi duyan Kutay, yarım yamalak Timi’ne doğru döndü. Önündeki; sonu ormanlık alana çıkan büyük, dik ve kayalardan oluşan patikayı gösterdi. “Son sürat çıkacağız, tamam mı? Daha yeni başladık, homurdanıp durmayın.”
“Komutanım bununla çıkamayız” hem homurdanıyor hem de yürümeye çalışıyorlardı. İlyas komutanın sözüne karşı bir şey söylediği için, bir an duraksadılar.
“Çıkarsınız!” Kutay bu sefer hiç umursamamıştı, sözüne karşı gelinmesini. Çünkü tek düşündüğü şey; bu patikayı aşıp işini bitirmek ve rahat bir uyku çekmekti. Balta elindeki ağır tüfeği Siber’e uzattı, komutanını kızdırmamak için başka bir şey söylemeyerek. “Şunu bana saplar mısın? Şuan buna aşırı ihtiyacım var.”
“Memnuniyetle.” Dedi Hakan ama Kutay’dan çekindiği için hareket etmedi. “Karargâha vardığımızda, seni memnun etmek için elimden geleni yapacağım İlyascığım.” Duydukları karşısında yüzünü buruşturdu Fevzi. Hayal gücünün, o anı gerçekmiş gibi düşündürmesine engel olamamıştı. “İğrençsiniz.”
Candar, arkasında konuşulan konuyu es geçerek Kutay’ın yanına adımladı. “Aklında ne var?”
“Teröristleri öldürmek.” Kısa bir cevap vermişti. “Onu sormadım. Aklında ne var, kim var Kutay?” Kutay’ın yüzü bir anda değişti. Sakinledi ve sertliğini kaybetti. Candar, Kutay’a buraya geldiğinden beridir bir şey olduğunun farkındaydı. “Onlar başka şeyler konuşuyor, duymazlar bizi. Söyle bana.”
“Daraltma beni, Candar. Ayrıca söylemesem bile, sen çoktan anladın. Beni boşuna yorma.” Konuşurken patikanın kayalıklarına tırmanmışlardı. Artık arkaları yemyeşil ormandı.
“Komutanım.” Dedi Emrah, tekrarladı sonra. Ama Tim onu duymamıştı. Bağırdı bu sefer. “Tim, yerlerinize!” Kutay da olmak üzere herkes anlamıştı bir şey olduğunu. Herkes, önceden ayarlanan sıralarına geçtiler. İki tarafa ayrılmışlardı. Kutay ve Ejder her iki tarafın en önünde duruyorlardı. Kutay’ın arkasında; Siber, Kulak ve Hayalet. Ejder’in arkasında ise; Sibirya, Balta ve Kurt vardı. Herkes pusmuş teröristlerin göz hizalarına girmesini bekliyor, Siber konumlarını bulmaya çalışırken, Kulak telsizden şifreli bir şekilde komutanlarla nerede olduklarını söylüyordu. İlk kurşunu Ejder attı, Siber’in ‘görüş alanındalar.’ demesine kalmadan. Çatışma orada başladı. Kutay’ın duyduğuna göre Emrah’tan ses geliyordu; “Ya Allah ya Bismillah. Allah’ım ya burada ya da namazda ölmeyi nasip eyle, amin!” göz attığında, Emrah’ın bir yerin arkasına saklanıp dua ettiğini ve elini yüzüne sürdüğünü, ardından hemen silahını alıp çatışmaya geri döndüğünü gördü. Siber komutanını tutup geriye çekti hemen. “Komutanım bomba!” Bütün Tim arkaya doğru tüm güçleriyle koşmaya başladılar. Az önce pustukları yere havadan bomba atılmıştı. Koşarken ormana girdiler. “Dağılın! Eğer ölmezsek Mania karargâhında buluşalım!” Bu sözden sonra herkes tek tabanca olmak zorundaydı. Sekizi, sekiz ayrı yere dağıldı. Kimse ormanda nereye gideceklerini bilmiyordu fakat bir yolunu bulacaklardı. Üstlerindeki helikopterin sesi kesilene kadar koşup uzaklaşmalıydılar. Teröristler tarafından hem havadan hem de karadan takip ediliyorlardı. Onu takip eden teröristlerle ilk karşılaşan kişi Hayalet olmuştu. Onları görse de, bir adım geri gitmedi. Teröristler tarafından halkanın içerisine alındığında sırıtmakla yetindi bir tek.
“Şimdi siktim sizi.” Silahına davranacağı sırada, hepsi silahlarını ona doğru doğrulttu. Ellerini havaya kaldırdı birisi onu yakalamak için yanaştığında ise tersten tekme attı ve silahını yere düşürttü. Karşısındaki adam yarım yamalak dururken suratına bir daha tekme attı ve yerdeki silahı eline almak için eğildiği anda teröristlerden birisi ona ateş etti fakat o eğildiği için diğer tarafındaki adama geldi kurşun. Silahı aldığında vurduğu adamı boğazından yakaladı. “Benim sizi gebertmeme gerek yok sanırım. Birbirinizi vurmaya başladınız bile.” Herkesin kafası karışık iken tuttuğu adamı kendine kalkan yaparak hepsine ateş açtı. Hiçbiri hareket etmeden vurmuştu. Önündeki adamın da boynunu kırıp öylece attı ormanın içine. Hepsinin silahındaki kurşunları aldı ve cebine sıkıştırdı. Komutanına ulaşmak için çıkardı telsizini.
“Hayaletten Katliam Eri’ne. Nasıl gidiyor komutanım?” Komutanı ile uğraşmayı seviyordu. “İşine bak asker.” Yanıtı geldi Yüzbaşından. “Baktım komutanım. Kaç kişilerdi bilmiyorum ama hepsinin öldüğünden eminim.” İşte şimdi komutanın sesi endişeli çıkmıştı. “Ne demek kaç kişilerdi? Yaran var mı? Ne taraftasın?” Etrafına baktı kısa bir süre. “Burada ağaçlar var komutanım. Sanırım ormanın içindeyim.” Derin bir nefes veriş duyuldu. Ardından da kaska vuruş. “Aptal.” Telsizden dinleyen diğer Tim üyeleri kendi kendilerine gülmeye başladılar. “Siber, bul şunu. Birlikte hareket edin.” Kısa bir sessizlik oldu. “Arkasındayım.” Bunu duyan Hayalet arkasını dönse de kimseyi görmemişti. “Atma lan! Kimse yok burada.” Boğazını temizledi Siber. Hayalet önünü döndüğünde Siber’i dibinde görmüştü. Aniden karşısında görünce korkmuştu. Tekrar küfür etmemek için gözlerini kapattı.
Telsizden bir ses daha duyuldu. “Komutanım, sanırım sıra bende.”
Bu ses Erem’den gelmişti. “Öldürmeden gelme.” Dedi Kutay, Erem’in ne kadar iyi olduğunu biliyordu. “Emredersiniz komutanım.”
Erem ileriden görmüştü onları. Pusarak biraz yakınlarına gitti ve bir ağaca tırmandı sessizce. Orada yerini aldığında ise hedeflerine doğrulttu silahını. Derin bir nefes aldı ve ilk hedefini boğazından vurdu. Diğerleri kaçışmaya başlamıştı. Birkaçını daha vurdu ama iki tanesi çoktan saklanmıştı. Aklına lakabını kullanmak gelmişti; ‘Kurt.’
Kurt lakabını almasının sebebi çok hızlı koşabilmesi, azmi, güçlü hafızası ve operasyonlarda karşı tarafı şaşırtmak, bazen de psikolojisini bozmak için kurt sesi çıkarmasından dolayıydı.
Maskesini aşağıya indirdi ve derin bir nefes aldı. Kendini hazırladı ve aynı bir kurt gibi uludu. Tahmini gibi oldu; geride kalan iki kişi saklandıkları yerden çıktılar ve hem birbirlerine hem de etrafta kurt var mı diye etrafa bakmışlardı. Birini şakaklarından diğerini ise şah damarından vurdu. Ağaçtan ineceği sırada karşıdan gelen 3-4 tane üyesi olan kurt sürüsünü gördü. Hemen telsizine davrandı. “Arkadaşlarımı buldum komutanım.” Kaşlarını çattı komutan. “Ne arkadaşı, Kurt?”
“Peşimdekilerin kafası karışsın diye uludum ve sanırım beni duyan tek teröristler değildi. Karşıdan gelen bir kurt sürüsü var. Ağaçta kaldım.” Siber güldü. “İn de tanış arkadaşlarınla, niye saklanıyorsun?”
“Hahaha, çok komik Hakan. Bak gülmekten öldüm şuan.” Gözünü bir kez olsun onlardan ayırmıyordu. “İnersen öleceksin zaten.” Dedi aralarındaki sohbete katılarak Hayalet. “İn ve Mania karargâhını bul Kurt.” Yüzbaşının sesinin ciddiliğini duyunca o da ciddileşti ama korkusu daha baskın geldi. “Yapamam komutanım. Olduğum ağacın altındalar.”
“Kurtlar aç olmadıkça insan yemezler, in aşağıya.” Dedi bütün ciddiyetiyle komutan. “Emin misiniz komutanım?”
“Kurtlar doğaları nedeniyle yabancı bir varlığa saldırmaktan çok ondan kaçıp saklanmayı tercih eder. Ve kesinlikle senin ağacın üstünde olduğunu gayet iyi biliyorlar. Seni görmeden de gitmeyecekler. İn aşağıya ve onlara karşı ani hareket yapma. Seni görünce gideceklerdir.”
Başka şansı olmadığını bildiğinden yavaşça inmeye başladı ağaçtan. Kurtlardan biriyle göz göze gelince zar zor tebessüm etti. “salam qardaş!” Kurtlar komutanının dediği gibi çok sakin duruyorlardı. Ayağı yere bastığında, etrafındaki kurtlar hiç hareket etmeden ona bakmışlardı. Bir adım attı. O adım atınca ona yaklaşıyorlardı. Olduğu yerde durdu. “Elimi kapmazsın değil mi?” derken yavaştan uzattı elini, liderleri olduğunu düşündüğü kurda doğru. Korktuğu olmamıştı ama beklediği de olmamıştı. Kurt kokusunu aldığında önden giderek uzaklaşmaya başladı, diğerleri de onu takip ediyordu. Biraz gittikten sonra durdular ve Erem’e baktılar. Bir tanesi geri döndü ve arasında mesafe bırakarak Erem’e baktı. “Ne oldu?”
Kurt tekrar arkasını dönüp ilerledi fakat her adımında Erem’e bakmaya devam ediyordu. Erem en sonunda onları takip etmeye başladı. Bir süre yürüdükten sonra başka bir kurt gördü. Yerde yatıyordu ve yaralıydı. Yanına eğildi kurdun. “ne yaptılar sana?” İncelediğinde bir kurşun yarası olduğunu fark etti. Silahını kenara bıraktı ve çantasını karıştırdı. Hep kendilerine yardım olsun diye çantasına koyduğu sargı bezlerinin ve yardım setinin bir kurt için harcanacağını bilmezdi. Ucu alkollü bir cımbız çıkardı ve kurdun tüylerini açıp kurşunu çıkarmaya çalıştı. Kendi Timi’nin ilk yardımını Erem yüklenmişti. Ve şimdi bir kurdun yarasına yardım ediyordu. Kurşunu çıkardığında bir bezle kanı durdurmaya ve temizlemeye başladı. Sargı bezlerinden birini aldı ve yaranın üstüne yapıştırdı. Telsizine davrandığında komutanından bir ses duyuldu.
“Kurt, neredesin?” dediğinde telsizi eline aldı. “Komutanım ben sanırım arkadaş oldum bunlarla.” Telsizden hışırtı geldi. Kutay sözü dinlenmediği için iyice sinirlenmişti. “Ne demek arkadaş oldum? Hâlâ gitmedin mi Mania karargâhına!”
Erem’in aklı hâlâ kurdun yarasında olduğu için bu seferlik komutanına kulak asmadı. “Siber, bana buranın hayvan koruma derneğini bulabilir misin? Yaralı bir kurt var.”
“Bana cevap ver Kurt!” Sesi daha da sinirli geliyordu komutanın. “Nasıl beni dinlemezsin?”
“Buldum ama ormandan çok uzakta. Onlar olduğun yere gelene kadar, o kurt ölür.” Birkaç arama sonucunda bulmuştu ama dediği gibi çok uzaktalardı. Erem bunu duyunca içinde bir tereddüt hissetti. “Komutanım.”
“Ne var?” sinirini içinde tutmaya çalışsa da sesinden belli oluyordu. “Kurt’u Mania karargâhına götürsem oradan hayvan koruma derneğine haber versek, olmaz mı?”
“Ne yapıyorsan yap Kurt ama ben karargâha vardığımda orada olmazsan, bir daha hiçbir yerde olamazsın.” Telsizini kapattı komutan, daha fazla dayanamayarak. Erem ise zar zor yaralı kurdu omuzlarına alıp, diğer kurtlar eşliğinde Mania karargâhını bulmaya ilerledi. Geri kalan tim ise kendi aralarında buluşup karargâha varana kadar muhabbet ettiler. Herkes karargâha geldiğinde hâlâ Kutay Komutan’ın orada olmadığını gördüler. İlyas bile kurtlarla gelmişti. Bulgaristan yaban hayatı koruma rehabilitasyon merkezini arayarak kurtları onlara vermişlerdi. Erem, Candar’ın yarım Bulgarcası ile, kurtların iyileştikten sonra ormana geri salınacağı bilgisini almıştı.
Oturup sohbet etmeye başladılar, komutanlarının sağ salim gelmesi umuduyla.
“Ağaçtan üstlerine atlayıp hepsini tak tak tak vurdum komutanım.” Diye abarta abarta anlatıyordu Kulak Ejder’e. Balta, Ejder’e de verme şartıyla sigara içiyordu. Sibirya silahını temizlerken Yiğit’i dinliyordu. “O da bir şey mi oğlum? Ben tam bir hayalet gibiydim ve kesinlikle senden daha güzel taradım.” Hemen daldı konuşmanın ortasına. Siber; “Tabi tabi. Daha yürürken tökezliyorsun, senin neyine hayalet gibi olmak?” diyerek alay etti Fevzi ile. “Sizin yanınızda heyecanlanıyorum Siber Bey, ondandır tökezlemem.”
“Onu bunu bırakın da,” Emrah silahını temizlemeyi bırakıp Erem’e döndü. “Kurtlarla nasıl anlaştın oğlum sen?”
“Hayvanlar kimin zararlı kimin yardımcı olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bunu çok iyi anladım. Birisi bunların üyesini vurmuş. Ben aşağıya inince onları takip etmem için ısrar ettiler. Gidince de yaralı kurdu gördüm. İlk yardımını yaptım sonrasını biliyorsunuz zaten.” Sırtını oturduğu koltuğa yaslayarak anlattı olan biteni. Balta sigarasından bir duman daha alırken konuştu. “Vallahi normal bir zamanda bunu söyleseydin, götün açık yatmışsın derdim ama kendi gözlerimle gördüm. Bu yüzden bir şey diyemeyeceğim.”
Sonunda Kutay da onlara katıldığında, yorgun argın adımlar atıyordu yanlarına varana kadar. Koltuğa attı kendini. Balta’nın elindeki sigara paketini gördüğünde kaşlarını kaldırdı. Ejder hemen söze atladı çünkü onun yanında içilmesini veyahut o izin vermeden içilmesini sevmediğini biliyordu. “Sen geç kaldın diye ben izin verdim.” İlyas’ın elinden aldı sigara paketini ve bir tanesini Kutay’a verdi. “İç hadi.”
Sigarayı almak için bile uzanacak hâli olmadığından, yanına oturduğu Siber’e baktı. Siber anlayıp hemen aldı ve komutanının dudakları arasına koydu sigarayı. “Çakmak nerede?” ağzındaki sigarayla sorsa da kimseden ses çıkmadı. “Çakmağınız yoksa nasıl yaktınız oğlum sigaraları?”
“Son kibriti harcadık komutanım.” Elindeki sigarayı komutanının sigarasını yakmak için yaklaştırırken, konuştu İlyas. Sigaraları birbirine bastırdıklarında, Kutay derin bir nefes çekti içine. Bu nefesi sigarasının yanmasını sağladı. İlyas tekrar yerine oturup tüttürürken, Kutay zar zor elini kaldırıp sigarayı dudaklarından çekti ve dumanı üfledi.
Candar, Kutay’ı alacaklı gibi inceliyordu. İlk ayaklarındaki botlardan başladı. Vücudunu saran askeri kıyafetin üzerinde bir yırtılma bulmaya çalıştı ama bulamayınca boynuna doğru gezdirdi gözlerini. İndirdiği maske boynunu kaplarken gözlerini dudaklarına, yanaklarına ve en sonunda gözlerine çıkardı. Göz çevresinin kızardığını gördüğünde ağladığını anladı. Çünkü ne yüzünde ne de başka yerinde yara vardı. Sadece gözleri kıpkırmızı olmuştu.
Kutay başını salladı ne bakıyorsun der gibi. Omuzlarını kaldırıp indirdi sadece ve bakışlarını başka yere çevirdi. İçinden Kutay’ı odaya çekip neden ağladığını öğrenmek geliyordu ama bunu yaparsa Tim’i meraklandırırdı. “Tim, gidin yatın. Yarın sabah erkenden koşu yapacaksınız.” Dedi Kutay sanki Candar’ın konuşmak istediğini anlamış gibi.
Herkes tekrar homurdanıp kalkındılar. Candar anında Kutay’ın yanına oturdu. “Neden ağladın?”
“Ağlamadım.” Başı eğikti ve elleriyle oynuyordu tekdüze bir sesle konuşurken. “Kafamın tasını attırma! Konuş, sabahtan beri susuyorsun.”
“Korktum.” Candar kaşlarını çattı. Kutay ne demişti? ‘Korktum’ mu? Ejder tam soru sormak için ağzını araladığında, geri kapattı. Çünkü Kutay konuşmaya devam etmek için kesik bir nefes almıştı. “Eğer ölürsem, onu bir daha göremem diye çok korktum.”
“Kimi?” Daha da meraklandı. İlyas’ın elinden alıp geri vermediği sigara paketinden bir dal daha çıkardı ve Kutay’ın elinde sönmek üzere olan sigarayı alıp kendi sigarasını yaktı. Kutay için de bir sigara çıkardı tekrar. Yakıp ona geri verdiğinde, elindeki sigara çöpünü yere atıp ezdi.
“Bak, neden oldu böyle bilmiyorum. Bir anda bir şeyler hissetmeye başladım. Karnıma kurşun sıkıyorlar gibiydi. Gözleri beni derinlerine çekmeye başladı. Sürekli gözlerinde kaybolmak, dudaklarında hapsolmak, onu kollarıma sarıp bırakmamak istiyorum. Neden bunları istiyorum? Neden o? Ve, neden küçükken aşık olduğum o kız çocuğuna benziyor? Kafamda sürekli sorular dönüyor.” Bir süre duraksadılar. Candar kimden bahsettiğini hâlâ anlamamıştı ama soracak cesareti de kendinde bulamadı.
“Küçükken bir kıza aşık oldum. Hatta ‘biz evleneceğiz lan’ demiştim. Şimdi ise, ben başkasına gönül verdim ve onun nerede olduğunu hâlâ bilmiyorum. Yine de, Umay’ı ona çok benzetiyorum. Tanıdığım bal rengi gözleri olan başka birileri yok.” Dediğinde Candar, Kutay’ın Umay Teğmen’den bahsettiğini anlamıştı. “Ama,” dedi. “Hepimiz onunla sizi sevme konusunda çok dalga geçmiştik.”
“Birkaç gencin aptallığı.” Diye anlattı sigarasını dudaklarına koyarak.
Sabaha kadar bir daha bu konu hakkında konuşmadılar. Sabah, Tim koşularına başlamışlardı. Kutay ise onları izliyordu. Ejder, Kutay’ın yanına geldi ve ona bir telefon olduğunu söyledi.
Kutay Komutana en sonunda bir arama gelmişti. Bu arama babasına aitti. Şaşkın bakışlarına rağmen ciddi bir tonda konuşarak açtı telefonu. “Levent Kaya?” babasına hiç baba dememişti. Babası hep ona adıyla ve saygıyla seslenmesini istiyordu.
“Kim ile görüşüyorum?” dedi babası. Sesi alışık olduğu tonlamadaydı. Sert ve tekdüze. “Batut üssü, Alfa Timi Yüzbaşı Kutay Kaya/Denizli.” Alaycı bir ses duydu. “Yüzbaşı, ha? O kadar olabildin mi?”
Cevap verme tenezzülünde bile bulunmadı. Babası ise nasıl olduğunu bile sormadan hemen arama sebebini söylemeye başladı.
“Senin şu veletken gönlünün düştüğü kız çocuğu vardı, hatırla. Bizim mahallenin sonuncu evinde oturuyordu. Babası benim Tim arkadaşımdı. Dört sene önce öldü ve ölmeden önce kızını sana emanet ettiğini söyledi. Seninle konuşmadığım için söylemedim ama dün gece rüyama girdi. Sana söylemediğim için azarladı beni.”
“Sen azarlanır mıydın?” kaşları sanki babası onu görüyormuş gibi havalanmıştı. “Senin kızını sevdiğini anladığını ama kızının teğmen olmayı kafaya taktığını ve erkekleri göz ardı ettiğini, eğer ilerde karşılaşırsanız, kızına gözü gibi bakmanı ve terslememeni söylemişti. Şimdi artık zamanı geldi. Git ve kızı bul, ona göz kulak ol.” Sonuna kadar sessizce dinledi babasını. Küçüklüğünden beridir babasının lafının üstüne laf söylemezdi, söyleyemezdi. Bu yüzden şimdi bile tek sorabildiği kızın adının ne olduğuydu. Ve duyduğu isimle hem heyecan kapladı içini, hem de kaderin bağlantılarına inanamadı. “Umay,” dedi babası. “Umay Göktürk.”
Telefonu kapatmalarının üstünden on beş dakika geçti geçmedi, Kutay hâlâ konuşmanın etkisindeydi. Kağan amca dört yıl önce ölmüştü ve kızını ona emanet etmişti. En önemlisi de, kızı Umay’dı. Onun tanıdığı Umay’dı. Bir şeyler hissetmeye başladığı kadındı. Candar dayanamayıp içeri girdiğinde, Kutay’ı öylece duvara bakarken görmüştü. “Ne oldu komutanım?”
“Ejder, bana Umay’ı bağla.” Dedi aceleyle elindeki telefonu Ejder’e uzatırken. “Acele et, hadi!” Candar anlamasa da, Kutay’ın dediğini yapıp geri çekilmiş ve onu dinlemek için kapıyı kapatıp kapıya yaslanmıştı.
Telefon açıldığında, Kutay kendini tanıtmış ve Teğmen Umay Göktürk ile konuşmak istediğini belirtmişti. Bir süre bekledikten sonra Umay telefona bağlandı.
“Batut üssü Kara Piyade Teğmen Umay Göktürk/Ankara, emredin komutanım!”
Umay’ın sesini duyduğunda hafifçe titredi. Vücudu daha şimdiden tepki veriyordu. Yan yana geldiklerinde, gözlerinin içine baktığında, yakınlaşma yaşadığında ne olacaktı kim bilir. Gözü, kapıya yaslanmış onu izleyen Candar’a döndü. Kaşlarını kaldırdı Ejder, onaylamayan bir bakışla. İçi rahat etmeyen, yakın arkadaşından onay gelmediği için de bir türlü açamadığı konuyu, sineye çekti ve ardından derin bir nefes aldı Kutay. “Baban hakkında bana bir dosya hazırla. Eğer yapabilirsen, annen hakkında da detaylı bilgi istiyorum.” Umay neden bunu istediğini anlamamıştı. “Neden komutanım?”
“Sen sadece dediğimi yap, tamam mı? Gerisine karışma.” Telefonu bir cevap beklemeden kapattı. Telefonun kapandığından emin olduktan sonra Candar’a döndü. “Çok zor. O olduğunu biliyorum, elimi uzatsam onu tutacağım ama babama olmayan güvenim beni bunlara sürüklüyor. Sanki başımda başka dert yokmuş gibi!”
Komutanının, en çokta yakın arkadaşının bu hâline yardım edemediği için, Candar da biraz tuhaf hissediyordu. Ama, Umay Teğmen dosyaları gönderene kadar, arkadaşının kafasını dağıtmalıydı. “Gidip uyuyalım hadi. Sabah ola hayrola.” Elini Kutay’ın omzuna attı ve onu odadan çıkarttı. Tim kendilerine ayrılan koğuşta kalıyordu. Ejder diğerlerinin yanına geldiğinde, hepsinin çoktan uyuduğunu görmüştü. Kendi yatağına çıktığında, İlyas’ın orada uyuduğunu gördü. “İlla yapışacaksın bana.” Homurdansa da bir şey fark etmiyordu. Mecbur onu duvar kenarına itti ve arkasını dönerek yattı yatağına.
Kutay, kendi odasına girdiğinden beridir hiç uyuyamamıştı. Oysa sabah çok yorgundu ve uyumak istemişti yine de şuan yapamıyordu. Öylece yatağına oturmuş, içine düştüğü durumu düşünüyordu karşısındaki duvara bakarak.
İlyas tarafından ezilen Candar, en sonunda dayanamayıp ranzadan indi. Küfür fısıldaya fısıldaya çıktı odadan. Eğer Kutay uyuyorsa sandalyeye oturup uyuyacaktı. Kapıyı hafifçe çalması, Kutay’ın kendine gelmesini sağladı. Boğuk gelen sesiyle uyanık olduğunu belirtti ve gelmesini söyledi Kutay. Kapı kolunu çevirdi ve içeriye girip tekrar kapattı kapıyı.
Yatağında bağdaş kurmuş komutanına baktı. Yastığı bacaklarının üstüne almıştı. Yanında da küllüğü duruyordu. Çoktan birkaç sigara söndürülmüştü. “Neden uyumadınız komutanım?”
“Nasıl uyuyayım? Aklımdan çıkmıyor, düşünüp duruyorum. Sözde mektuplarla haberleşecektik. Yüzüm olup yazamıyorum bile. Onunla sırf beni seviyor diye dalga geçtiğim gerçeği yüzüme vuruyor.” Komutanının göz hizasında kalmak için, yatağın ucuna oturup döndü Kutay’a. Sessiz kalmayı tercih etti ama bu tercihine bağlı kalamadı. “Biliyorum, sırası değil ama size öğrendiğim bir şey söylemeliyim.” Devam etmesi için başını kaldırdı Kutay. “Binbaşı Asi Yaman ve Umay Teğmen...”
“Ne olmuş onlara?” Binbaşının adını Umay ile duyunca daha çok gerilmişti. “Eskiden nişanlılarmış. Kimin yüzüğü attığı bilinmiyor. Bundan dört-beş sene önce, her ikisinin ellerinde de nişan yüzüğü takılıymış. Binbaşı Yaman, Umay teğmeni hep el üstünde tutarmış. Albay ve Yarbay’a bile kafa tutmuş. Bazı askerler, Umay teğmenin o zamanlar hamile olduğunu ama çocuk istemediği için aldırdığını falan da söylüyorlar.” Bildiği her şeyi eksiksiz olarak dile getirdi Candar, Kutay’a karşı.
“BATUT üssü dedikodu yeri miymiş? Bu askerler neden kendi işleriyle ilgilenmiyorlar da böyle şeyleri sohbet hâline getiriyorlar?” kızgınlığını örtbas etmeden, içini döktü Kutay, Candar’a karşı. Olan bitene bir şey yapamazdı. Arkasına yaslandı ve kendine bir sigara yaktı. Paketi bakmadan Ejder’in önüne iteledi. Yalnız içmek istemiyordu. Ejder’in çakmağı ateşlediğini duyunca, derin bir nefes alarak sigara dumanını içine çekti. Bacaklarını kendine çekerek oturdu yastığı Ejder’in önüne atarak. Bileklerini diz kapaklarına dayadı ve öylece karşısındaki duvara baktı. Asi ile hep iyi anlaşmıştı ama Asi hiçbir zaman ona kişisel bir şeyini anlatmamıştı. Bu yüzden Umay’ı anlatmamasına şaşırmadı. İkisini yan yana düşündü. Yüzlerini netledi. Gözünün önündekini dağıtmaması için, üflemedi kısa süre dumanını. Umay ve Asi’nin birçok kez yan yana geldiğini görmüştü. Aklından bile geçmezdi onların nişanlı olacağı. Asi’nin parmağındaki yüzüğü gördüğünde, onu tebrik bile etmişti. Kiminle olduğunu sorduğunda ‘Yaptık bir şeyler, öyle mahalleden.” Diyivermişti Kutay’ın daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden. Kutay, düşündükçe beyni kemiriliyor gibi hissediyordu. Gözlerini yumdu ve bir süre öyle kaldı. Candar sessiz sakin Kutay’ı izliyordu, sigarasını içerken. Bir anda Ejder’e döndü. “Yarın tekrar gideceğiz, uyuyalım hadi.” Ellerindeki sigarayı küllüğe bastırdılar. “Yanımda kal. Şurada yer yatağı var, onu ayarlayalım.” Kutay kalkmadan önce kalktı ve kendisine gösterilen yere gidip, yer yatağını oradan çıkarttı ve yere serdi. Kutay yastıkların hacminin artması için dövdü ve en büyük olanı Candar’a uzattı. Küllüğü masanın üzerine koydu. İkisi de yan yana durdular. Kutay, kıble yönünü şaşırmamak için duvara islamik sembol asmıştı. Gözleri sembolde iken yatmadan önce dualarını okumaya başladılar. Dualarını bitirdikten sonra kendilerini yataklarına attılar. İkisi de, neredeyse aynı anda sağlarına dönerek ellerini tekrar açtı.
“Yattım sağıma, döndüm soluma. Melekler şahit olsun, dinime, imanıma. Eğer kalkarsam; Ya Allah Ya Bismillah. Eğer kalkamazsam; Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh.” Candar ise anneannesinden öğrendiği başka bir versiyonu okuyordu. “Yattım sağıma, döndüm soluma. Melekler şahit olsun, dinime, imanıma. Benden selamlar olsun, varacak vatanıma, örtünecek toprağıma! Yattım Allah, kaldır beni! Nur deryasına daldır beni! Ecel ecel ben ölürsem, imanım ile gönder beni.” İkisi de ellerini yüzlerine sürdüler ve gözlerini, kalplerine dolan huzurla kapatıp, kendilerini uykuya bıraktılar.
Sabah erkenden uyanan Tim, sabahın erken saatlerinde operasyona tekrar çıkmışlardı. Uzun bir süre öylece yürüdüler.
Ta ki, Kulak konuşana kadar. Kulak aslında sadece Komutanlara haber için gelmişti ama Kutay Komutan onu nişancı bölümüne koydu. Siber ise bu durumda arkalarında geziniyordu.
“Kulaktan Katliam Eri’ne, Kulaktan Katliam Eri’ne, beni duyuyor musunuz komutanım?” Telsizden titrek gelen ses ile Ejder telsizi Komutana uzattı. “Katliam Eri dinlemede. Söyle Kulak.”
“Saat dört yönünde, geliyorlar.” Herkes duyduğu anda pozisyonlarını almış ve saklanarak gelmelerini bekliyordu. Adım sesleri yaklaştıkça Alfa Timi’nin kalp ritimleri hızlanıyor, vücutlarında ki adrenalin yükseliyordu. Ama Alfa Timi’nin hesaba katmadığı bir sorun vardı. Kendilerine karşı kanas kullanılması...
Kanas uzaktan atıldığında ıslık sesi çıkarır. O sesi duyduğunda yaşıyorsun demektir.
Komutana haber verdikten sonra, Kulak’ta onlara katılmıştı. İlk mermiyi Kulak attı. Bu mermi ise, tam on ikiden vurmuştu karşısındakini. Sessiz dağlarda Altay kurşun sesleri yankılanmaya, çatışma alevlenmeye başlamıştı bu saniyeden sonra. Alfa Timi’ni şaşırtan ilk kanas sesi duyuldu. Ardından tekrar ve tekrar...
Çatışma yaklaşık 4 saattir sürüyordu. Kanaslı saldırı devam ediyor ve Alfa Timi’nin yardım isteme düşüncesini alevlendiriyordu. Mermileri bitmek üzereydi. Son mermileri kullanmak için açık arıyorlardı ki, Sibirya bir anda son mermisini, Kutay Komutan’ın başının üzerinden yanlarına yaklaşan teröristi vurmak için harcadı. Kutay Komutan’ın küfrü yarıda kaldı. Ejder, Sibirya’yı korumaya almak için yanına çağırdı. O anda bir kanas sesi daha duyuldu. Ve Sibirya, bu sefer ıslık sesini duyamamıştı. Son duyduğu ses ise, Kutay Komutan’ın adını haykırmasıydı.
“Emrah!”
Herkes şok içindeydi. Siber şoku atlatan ilk kişi olarak, karargâh ile iletişime geçti. “1022, 1022 beni duyuyor musun? Bir yaralımız var, 1022!” Telsizden ses gelmemişti. İletildiğini umarak çatışmaya geri döndüğünde, Yiğit’in öne atılıp kalan mermileri ile teröristleri etkisiz hâle getirdiğini görmüştü, kendisine gelen kurşunla omzundan vurulmadan önce. Yiğit askerin iniltisi dağlarda yankılandı. Siber, Yiğit askeri vuranı hemen tespit etmiş ve oraya ateş açmıştı. Uzun bir süre sessizlik oldu. Mermiler kesildi. Etrafta sadece mermi dumanları kalmıştı. Yiğit asker, yere düşen silahını aldı ve Komutanın yanına geldi. Türk bayrağı armasından vurulmuştu. “Dikkatli bir şekilde etrafı tara. Ejder, bana Plevne karargâhını bağla.” İlk Siber’e sonra da Ejder’e dönerek. Hepsi dediğini yapmıştı. Kurt, Sibirya’yı kendine yaslamış ve sarı saçlarını okşamaya başlamıştı. Balta, Yiğit’in omzuna pansuman yapmakla uğraşıyordu.
“Клане Частно до 1022. Четеш ли ме?” Ses gelmeyince tekrarladı. “Katliam Eri’nden 1022’ye. Beni duyuyor musunuz?” En sonunda telsizden ses duyuldu. “1022 dinlemede, söyle Katliam Eri.” Dinlediklerini belirttiklerinde bir rahatlama hissetti Komutan.
Yalnız olmadıklarını bilmesi bile yetti o an. İki yaralımız var ve biri ağır dedi, yüreği burkularak. 1022, Alfa Timi’ne geri dönmelerini belirtti. Geri dönmezlerse hepsinin ölebileceğini de ekledi. Başta Komutan itiraz etse de biliyordu, eğer şimdi geri dönmezlerse bu psikoloji ile askerlerinin yara alacağını ve belki de şehit olacaklarını. Kabul etme durumunda kaldı. Gelen helikopter ile Plevne karargâhına geri döndüler.
Daha sonra Kutay Komutan, Umay Teğmene mektupta haber vermek için ayrıldı Alfa Timi’nin yanından. Bu sefer kalemi zar zor tutuyordu. Timden iki yaralı olduğunu belirtti ancak hâlâ teröristlerin soyunu kurutamadıklarını da ekledi.
Kutay mektubu gönderdiği anda, Yiğit destursuz girdi komutanın odasına. Telaşlı ve üzgün görünüyordu. “Komutanım, komutanım! Emrah...” durdu ve soluklandı. “Şehidimiz var komutanım. Başımız sağ olsun...” Duyduklarına inanmak istemedi. Ayağa kalktı ve hızla çıktı odadan. Morga götürülmek üzere sedyeden indirilen asker arkadaşının na’şına baktı. Yüzünü daha kapatmamışlardı. “Bekleyin.”
Askerinin yanağına sürttü parmaklarını. “Askerin yıkanıp, cenaze namazının kılınması gerekiyor.” Karşısındaki Bulgar askerin başını olumsuz salladığını görünce kaşlarını çattı ve sesini yükseltti. “Ne demek ‘hayır’? Önünüzde yatan bir Türk askeri! Sizler gibi, kanla göndermeyeceğim askerimi Allah’ın huzuruna! Bu asker yıkanacak ve cenaze namazı kılınacak, son!” askerler birbirlerine baktılar. “Bunu Yüzbaşı Gruev ile konuşmalısınız. Yüzbaşı Gruev onay verirse, buna izin vereceğiz.”
“Yiğit!” Adını duyduğunda hemen öne çıktı Yiğit asker. “Emredersiniz Komutanım!” Yiğit’e bakmadan sinirle konuştu Kutay. “Yüzbaşı Gruev’i ikna et ve buraya gel!” başını salladı ve Yüzbaşı Gruev’in odasına gitmek için uzaklaştı Yiğit asker. Yüzbaşı Gruev’in odasına geldiğinde kapıyı tıklattı ve içeriye girip telefonunu çıkardı. Ancak telefondaki çeviri uygulaması ile iletişime geçebilirdi. Diyeceği şeyleri yazdı ve Gruev’e dinletti. “Yüzbaşı Kutay’ın şehidimiz için istekleri var. Şehidin yıkanmasını ve Bulgar Türklerinden bir imam getirilip, cenaze namazı kılınması gerektiğini size iletmemi söyledi. Askerleriniz buna izin vermiyorlar.”
Gruev, şu ana kadar Kutay ile iyi anlaşmaya çalışıyordu. Çünkü Türk askerinin düşmanlarına karşı ne kadar acımasız ve sert olduğunu biliyordu. Artı olarak Kutay’ın bunlardan daha fazla sert olduğunu duymuştu. Bir keresinde; düşmanına on gün dinlenmesine izin vermeden işkence edip öldürdüğünü, ardından da parçalara ayırıp, her parçasını yaktığını bir ortağından öğrenmişti. Onlardan biri olmak istemezdi. “Onlara izin verdiğimi söyleyin. Komutan Kaya ne istiyorsa yapabilir.”
Yiğit izni aldıktan sonra hemen komutanının yanına gitti. “Komutan Kaya ne istiyorsa yapabilir, dedi komutanım.” Başını salladı ve askerlere bunu iletti. Bu andan sonra askerler karşı gelemezlerdi, bu yüzden şehidi komutana bıraktılar. Hakan uzun süreden sonra sesini çıkardı. “Buradaki Türk köylerine inip, kardeşimin cenazesi için imam bulabilirim komutanım.” Emrah’ın başını okşarken Siber’e döndü komutan. “Dikkatli ol. Yanına silahını al ve öyle git. Hep tetikte ol.” Siber bu sözlerden sonra uzaklaştı ve gözden kayboldu.
Yolda başına bir şey gelmeden, bir köye varmıştı. Gördüğü ilk kapıyı çaldı. Eli tetikte bekliyordu. Kapı açıldığında, karşısında yaklaşık yirmi-yirmi bir yaşında bir kız gördü. Baş selamı verdi sakin kalmaya çalışarak. Kızı korkutmak istemiyordu. Uzun süredir burada oldukları için, yarım yamalak Bulgarca öğrenmişti ama yine de Türkçe konuşmak daha cazip geliyordu.
“Merhaba küçük hanım.” Kız söyleneni anlamamıştı. “Sizi anlamıyorum. Ne dediniz?” diyiverince daha ilk kapıdan Bulgarca konuşacağını anlamıştı Siber. “Merhaba küçük hanım.” Diyerek tekrarladı bu sefer Bulgarca şeklinde. “Ailenden birileri var mı? Bir soru soracağım.” Kız başını salladı ve başını içeriye çevirip bağırdı; Майко! Татко!!
İçeriden bir adam yaklaştı. Siber’i görünce kaşlarını çattı ve kızını içeriye aldı. Siber’in kolundaki Türk bayrağı armasını görene kadar, ona sinirle bakmaya devam etti. Armayı gördüğünde, yüzündeki sinir yavaşça akıp gitti. “Askerim...” Adamın Türkçe konuştuğunu duyunca rahatladı Siber. “İyi günler. Bir ricam olacaktı.” Adam hemen söze atladı. “Siz Alfa Timindensiniz, değil mi? Gönderdiğimiz yemekleri afiyetle yediniz, inşallah? Aç kalmayın sakın!” başını salladı Siber sessizce. “Yedik amcacığım.” Aslında tedbir amaçlı bir şey yiyemiyorlardı yine de kırmamak için söylemedi. Adamın konuşmasına fırsat vermeden, hemen soracağı soruyu araya sıkıştırıverdi. “Bu köyde imamınız var mı? Şehidimizin cenaze namazını kılacağız. Sonra da Türkiye’ye yollayacağız.” Adam başını salladı. “Babam kılar. Kendisi bu köyün imamı.” Adam babasını çağırmak için kapıdan çekildi. Kız hâlâ kapının köşesinde Siber’i inceliyordu. Hoşuna gitmişti, belliydi. “Türk askeri misin?” dedi kız yine Bulgarca konuşarak. Siber sesini çıkarmadı ama başını hafifçe salladı. “Şehidiniz mi var?” kıza bakmamak için direniyordu. Kız ise sorular sormaya devam ediyor ve hiç susmuyordu. En son dayanamadı ve kızın masmavi gözlerine baktı. Siber’in koyu kahverengi, sert bakan gözleriyle buluştuğunda, kız soru sormayı kesmişti. Sanki nutku tutulmuş gibiydi. “Sen neden Türkçe konuşmuyorsun?”
“Burada yasak. Biz Türkçe konuşamıyor. Devlet izin vermiyor.” Dedi kız yarım yamalak Türkçesi ile. Ses tonu Türkçe’ye geçtiğinde yumuşamıştı. Kızın babası geri geldiğinde, arkasında yaşlı bir amca da gelmişti. Siber eğilip öptü adamın elini. “Ben anlattım babama. Siz bize ne zaman olduğunu haber edin yeter.” Adam durdu ve tekrar konuştu. “İsterseniz tekrar gelmek yerine birimizi arayın.”
Siber bir an tereddüt etti. Askerin tereddüt ettiğini anlayan adam, ikna etmek için tekrar konuştu. “Kızımı arayabilirsiniz. Bizimle olan işiniz bittikten sonra, numaranızı sileceğine ben şahitlik ediyorum.” Derin bir nefes aldı Siber. Tekrar buraya o kadar yoldan gelmek istemiyordu, bu yüzden kabul ettiğini belli etmek için, elini uzattı kıza. Kız telefonunu çıkardı ve kilidini açıp rehbere girdi. Siber’in eline yumuşak bir şekilde bıraktı telefonu. Elindeki telefonu kendisine çevirdi ve numarasını yazıp kıza verdi. “Ne diye kayıt etsin?” Tekrar buluşturdu sert gözlerini masmavi denizi andıran o gözlere. “Türk askeri.” Kız başını salladı ve rehberine kaydetti. Onun da kaybetmesi için çağrı attı. Daha fazla orada durmak istemedi Siber. Bu yüzden geri adım attı ve başını salladı. “İyi günler.” Gitmeden önce kız ile tekrar bakıştı ve ardından uzaklaştı. Mania karargâhına varmadan önce ona atılan çağrıya baktı. Bu kızın numarasıydı. Bir an tereddüt etse de rehberine girip kızı kaydetti; Küçük hanım.
Bir gün mecbur beklemek zorundalardı. Ertesi gün Kutay, Siber’e imamı aramasını söyledi. Telefonunu çıkardı ve kızın numarasını buldu. Derin bir nefes aldı, arkasından telefonunu izleyen İlyas’ın varlığını fark etmeden. “Küçük Hanım kim lan?” İlyas’ın sesini duyunca irkilip gözlerini kapattı birkaç saniyelik. “Sana ne? Gidip abdestini al İlyas.” İlyas kendini tutamamıştı. “Gittiğin yerdeki kıza mı aşık oldun lan yoksa?” sesi biraz yüksek çıkmıştı. Kutay bile onlara dönüp bakmıştı. Fevzi yanlarına gitti hemen bunu duyunca. “Harbi mi lan? Güzel mi bari kız?” Onlardan kurtulmak için Kutay’a seslendi. “Komutanım, ben bunlardan arayamıyorum.” Abdestini alırken bağırdı onlara. “Bırakın da arasın işimiz var daha!”
Kutay’ı dinleyip uzaklaştıklarında, Küçük Hanım yazısına tıkladı. Biraz çaldı telefon sonra da açıldı. İki tarafta sessiz kalmıştı. “Küçük Hanım?” kızdan bir kıkırtı duyuldu.
“Agnes.” Dedi kız kıkırtısından sonra. “Agnes,” diye düzeltti Siber. Arkadan Fevzi ve İlyas da tekrarlamışlardı gülerek;”Agnesmiş kızın adı.” Ve “Siber komutanın küçük Hanım’ı.”
Görmezden gelmeye çalışarak devam etti konuşmasına; “Cenaze namazı kılınacak, geliyorsunuz değil mi?”
“Geliyoruz. Hazırlandık şimdi.” Sesi daha sonra boğuk geldi. “Майко, bunu başıma takmak zorunda mıyım?” bir başka ses daha. “Zorundasın Ivanka!” Son söylenen ismi duyunca kaşlarını kaldırdı. “Neden sana Ivanka diyor?” Yumuşak bir kıkırdama duyuldu tekrar. “Майко bana hep ikinci ismimle seslenir. Ben Agnes’i daha çok seviyorum.” Anladığını belirten bir mırıltı çıkardı sadece.
“Geliyorlar mı Siber?” komutanın sesini duyunca başını salladı. “Geliyorlar komutanım.” Telefonda olan Agnes’e geri döndü. “Mania karargâhını biliyorsunuz değil mi? Sana konumu atacağım. Şimdi kapatmam gerekiyor.” Kızın bir şey demesine izin vermeden kapattı telefonu. Konumu attıktan sonra da gidip abdestini aldı. Herkes abdestini aldıktan sonra Emrah’ın yıkanan bedeni tabuta koyuldu. Siber’in bulduğu imamın gelmesini bekliyordu herkes. Bundan sonra Türkiye’ye memleketine gönderilmek üzere şimdiden hazırlanmıştı. Orada da bir cenaze töreni yapılacaktı. Kutay, Tim arkadaşını direkt göndermek istememişti. Bu yüzden burada da ayrı bir şekilde yapıyorlardı. Bir süre sonra imam ve ailesi yanlarına geldiler. Kutay ve Candar onları selamlarken, Tim’in geri kalanı Siber’in konuştuğu kızı göz hapsine almıştı. Candar bunu fark ettiğinde boğazını temizledi. Hepsi aynı anda bakmayı kestiler ve sıralandılar. Siber ise hiç bakmıyordu kıza.
Herkes hazırlanınca küçük çaplı bir cenaze töreni düzenlendi ve başarıyla tamamlandı. Erkekler cenaze namazını kıldıktan sonra, hepsi tekrar buluştular.
Kız asla ayırmıyordu gözlerini Hakan’dan. Babası bile fark etmişti ama asla sesini çıkarmıyordu. Bu sefer Kutay onlara bir şeyler vermişti yemeleri için. Tim’in hepsi Candar’a bakmıştı sigara içmelerine izin alması için. Emrah’ın na’şını askeri uçakla Türkiye’ye göndermişlerdi. İçlerinden ağlamak gelse de, yapamadıkları için sigara içerek atmak istiyorlardı. Candar, Kutay’ın önündeki yeni alınan paketi aldı. Kutay’ın bakışları eşliğinde kendi elleriyle dağıttı Tim’e. Hepsi sigaralarını yaktılar ve içlerine çektiler. Hakan dumanını üflerken, ilk defa baktı bugün Agnes’in yüzüne. Sarı saçlarını örtmüştü siyah tül şal ile. Annesi de kendisi de simsiyah giyinmişlerdi. Masmavi gözlerle kendisini izliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lavantalar Eşliğinde
Teen Fiction"Bazı durumlarda insanlar böyle yaşamaya mecburdur. Asker olmayı seçtiysen, sonunda vatan için öleceğini bilirsin." "Peki aşıksanız ölmek zor gelir mi?" "En kötüsü de o'dur. Ölmeyi geç, nefes almak bile zor gelir." Binbir zorluğu beraberinde getiren...