L.E. 3

719 54 5
                                    

Operasyon içerisinde bir yıllarını tamamlamışlardı. Emrah’ı kaybetmelerinin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Hâlâ atlatamamışlardı. Bugün ise, Mania üssünün yakınlarında dinlenmek için duran Yunan ordusu haberini, Bulgar askerler vermişti. “Siz,” dedi Bulgar Yüzbaşı Gruev. “Yunan Adalarına hükmettiniz. Yunanlara ada verdiniz ve onlarla iyi anlaşıyorsunuz. Siz gidin ve onlarla konuşun.” Ne konuşacaklarını ve neden gittiklerini hâlâ sorgularken, Yunan askerlerinin durduğu yere vardılar. Nasıl tepki alacaklarını bilmedikleri için araya mesafe koymuşlardı. Kutay aradaki mesafeyi korurken sesini duyurmak için biraz yüksek bir tınıda konuştu. Türkiye ve Yunanistan sınırları içerisinde olsalardı bu kadar tekdüze yaklaşmazdı fakat burası iki tarafın da tersiydi. “Saygılarımla, ben Yüzbaşı Kutay Kaya, Alfa Timi, yani Türk Timinin komutanıyım. Biz bir tehdit değiliz, sadece bir operasyondayız, tamam mı?” Balta kaşlarını çattı elindeki silahı indirirken. “Neden ‘Saygılarımla’ diyorsunuz komutanım?” Yunan askerlerinin komutanı olduğunu ifade eden bir ses duyuldu. “Ben Yunan Timi komutanı Sezar Makri, Kimsiniz ve neden buradasınız?” Siber konuşmaya başlamadan önce sakin ama sert bir sesle cevapladı Kutay, Yunan komutanı. “Siz buradasınız diye.”
“Anlamıyor ki gerizekalı.” Dedi elini yarım bir şekilde döndürerek Siber. “Komutanım dedi ya Türk Timiyiz diye! Türk Timi, Türk Timi!” diye bağırdı kendini anlatmak için Kurt.
Yunan askerleri kendi aralarında Türk Tim’i olduklarını anladıkları bir mırıltı çıkardılar, daha sonra aralarından birisi sırf sıkıldığı için sesini çıkardı ama içinde ‘umarım kurşuna dizmezler bizi.’ Gibi bir düşüncesi de vardı. “Turki! Malaka?”
“Sıçtırma malakana pezevenk!” Bu sefer sesi sert çıktı Kurt’un. “Puşt’a bak hele, gelmiş bir de malaka diyor.” Alfa Timi rahat pozisyonlara yerleşti çünkü iki tarafın da birbirlerine bir tehdidi yoktu. “Duydun mu? Malakaa!” Yunan askerleri kendi aralarında gülüyorlardı. Suyundan bir yudum alan Ejder, eliyle ağzını sildi ve onların da duyacağı bir volumle konuştu. “Malaka senin anandır.”  “Malaka! Go fuck goo!” Yunan askerler de aralarındaki demir çitin diğer tarafına oturmuşlardı. Artık birbirlerine nefes kadar yakınlardı. “O nasıl ingilizce amına koyduğum?” Yunan komutanının kendisine uzattığı kapağı açılmamış içkiyi aldı, demir tel çitin altından.  “Fuck off olması gerekmiyor muydu?”
Komutanının her hareketini dikkatle izleyen Siber, ortaya atmıştı lafı. “Beyni sence buna yetiyor mu?” dediğinde gülmeye devam ediyordu Balta. “Doğru” diye mırıldandı Yiğit ve sırtını ağaca yasladı. “Malaka!” “Bulgarlar!” dedi biri bir yandan Bulgar Türklerini kastederken. “Hassiktir lan! Biz Türk’üz!” İki tarafta bundan eğleniyor olacaktı ki, herkesten kıkırtılar yükseldi. Bir süre sonra, içkiler içildikçe hüzün çöktü iki tarafa da. İki yüzbaşı tokuşturdular şişelerini ve kafaya diktiler. “Var mı bir kız sende?”
“Hoşlandığım mı?” başını salladı Sezar merak dolu gözlerle. Birbirlerini yarım yamalak anlıyorlardı fakat bu onlara yeter de artardı bile. “Var.” Dedi tekdüze bir sesle Komutan, kendi askerlerinden bile sakladığı, sadece Ejder’in bildiği gerçeği artık tamamen gün yüzüne çıkartıyordu. “Gür saçlı, bal gözlü Turan kızı kendisi.”
“Fotoğraf?”
“Fotoğrafı yok. Yani nereden bulabileceğimi bilmiyordum, bu yüzden bulup taşıyamıyorum.” Konuşmaya kulak misafiri olan Ejder araya girdi. “Bende Umay Üsteğmenin fotoğrafı var komutanım.”
“Ne demek onun fotoğrafı sende var? Ne arıyor oğlum sende benim karımın fotoğrafı?”
“Karım dedi, duydunuz mu?” diye şaşkınlığını beyan etti Kurt. “Allah söyletti.” Diyerek bu beyana katıldı Siber. “Kapayın oğlum çenenizi!” Herkes gülmeyi bıraktı; “Emredersiniz Komutanım!”
“Size gelen mektupta göndermiş ama tabi kendinin haberi yok. Sanırım annesi gönderdi. Bir türlü vakit bulup veremedim karınızın fotoğrafını komutanım, kusuruma bakmayın.” Derin bir nefes aldı Kutay. Elini uzattı fotoğrafı almak için. “Çok konuşma da ver şu fotoğrafı bana.”
Ejder hemen çantasına eğildi ve en ön gözden küçük polaroid fotoğrafı çıkarttı. Fotoğrafta Umay, Bohemian etnik tarzı bir kafa bandı, süslü Türk geleneklerine uygun giyinmişti. Sırtında atılmaya hazır okları duruyordu. Yüzünde sert bakışı ile karşıya baktığı yan çaprazdan çekilen bir fotoğraftı. Bütün güzelliği ile duruyordu karşısında. Kutay fotoğrafı ellerine aldı ve inceledi bir süre, sonra yerine geri oturup elinde tuttuğu polaroid fotoğrafı Yüzbaşı Makri’ye gösterdi. “Turan kızı bu işte. Ayzıt’ım o benim.”
“Ayz- ne?”
“Ayzıt. Eski Türkçe’den, Güzellik Tanrıçası demek. Sizin anlayacağınız, Afrodit gibi.”
“Ahh~ Afrodit!”  Askerler toparlanıp baktılar Umay’ın fotoğrafına. “Afrodit’in kızına benziyor.” İltifatı dillerinde dolandı. “Siz ne dersiniz? Kimin kızı sizin için?” Gururla kabarttı göğsünü Kutay.  “Tomris Hatun’un kızı değildir belki ama torunudur kendisi.”
“Annesinin adı Tomris, komutanım.” Kaşlarını kaldırdı Ejdere bakarak. “Sen bunları nereden biliyorsun?”
“Git gel öğrendim, Komutanım.” “Nereye gide gele?” Kaşları çatık, gözleri sert ve temkinli bakıyordu can arkadaşım diyeceği adama. Bir aşk neler yaptırmazdı işte. Uğruna kurşun yiyip öleceğin insandan bile kıskanır olurdun. “Sevgilimin mezarlığı, onların mahallelerinden sonraki mezarlıkta. Oradan geçerken, Tomris abla sürekli ilgilenir benimle.”
“Siz, Kutay komutanımın kayınvalidesi ile yakın mısınız komutanım?” kaşlarını kaldırdı Kutay. “Ne kayınvalidesi oğlum?”
“Sayılır Özgü, sayılır. Kendi oğlu gibi seviyor beni. Arada gelir sevgilime de dua eder. Allah onu başımızdan eksik etmesin.” Dedikten sonra bütün Alfa Timinin tek bir ağızdan duyuldu sesleri. “Amin!”
Konunun değişmesi ile derin bir nefes alıp, elindeki fotoğrafta gezdirdi gözlerini. Herkes başka konular konuşmaya odaklandığı için, kulağında bir sürü ses vardı fakat hiçbiri beynine gitmiyordu. Beyni ve kalbi ona oyun oynamaya başlamıştı. Başı dönüyor ve gözleri kayıyordu. Vücudu fazla alkolden etkilenmiş bir sıcaklık yayıyor ve yavaştan terlemeye başlamasına neden oluyordu. Nefesleri artık ona yetmiyormuş gibi hissediyor, bu nedenle defalarca derin nefesler çekiyordu içine. Aklında bir sürü soru vardı ve cevaplarını nasıl bulabileceğini kestiremiyordu. Onu tekrar görebileceği günün en kısa sürede gelmesini ummaktan başka bir şey yapamazdı. Umay’ın hâlâ onu sevip sevmediğini bile bilmeyen biriydi artık. En son bir yıl önce görmüştü kendisini. Belki de hiç beklememişti onu. Biriyle evlenmişti ya da biriyle nişanlanmış da olabilirdi. Aklına tekrar Asi ile nişanlı olduğu zamanlar geldi. Bir anda içinde pişmanlık belirdi. Yakın bir arkadaşının eski nişanlısına göz diktiği için, arkadaşının ne diyeceğini bilemedi. Düşüncelerinde boğulurken kendisine seslenen Yiğit’i duymamıştı bile. “Komutanım, gidebiliriz.” Tim çoktan ayağa kalkmıştı. Erem uzanıp komutanının omzuna hafifçe dokunarak kendisine gelmesini sağlayınca, sakin ve içi boş bakışlarla ayaklanan Timine göz gezdirdi. “Gidiyoruz komutanım. Mania karargâhı bizi geri çağırıyor.” Derin bir nefes aldı ve fotoğrafı göğsünün üstündeki cebe koydu ve yerinden kalkıp Timi’nin yanına adımladı. Arkasını dönüp Yunan Yüzbaşı Sezar Makri’ye baktı. “İçki için teşekkürler. Kendinize iyi bakın.”
Gecenin karanlığında tekrar Mania karargâhına geri döndüler.
Geceleri hem tetikte bekliyor, hem de Teğmeni düşünüyordu komutan. Teğmeni neden düşündüğünü o da bilmiyordu fakat bir şeyden de emindi; gönlüne bir ateş düşmüştü. Neden olduğunu bilmediği bir şekilde, sürekli teğmeni düşünür olmuştu. Soranlara ise hâlâ gönlünde sadece vatanı olduğunu söylerdi. Pek kabul etmek istemiyordu. Çünkü ona göre aşık olmak aptallıktı. Bir asker aşık olursa, vatanını düzgün koruyamaz, sadece vatanı için değil sevdiği için de canını düşünür olurdu. Tıpkı Plevne’ye gelmeden önce, uçağa bindiklerinde kendi aklına geldiği gibi. Bu düşüncelerinin devam etmemesi için hep kendine verdiği asker yeminini hatırlatıyordu. Bu yeminini çok eskiden vermişti. Bir kıza aşık olduğu anda. Daha on altı yaşındaydı o kıza aşık olduğu zaman. ‘Aklım ermezdi o zamanlar illa ki iki güzel söze kanmışımdır’ diye düşünürdü eskiyi hatırladıkça. Aşık olduğu kız da ondan iki yaş küçüktü. Babasının Tim’inden bir diğer askerin kızıydı. Üzerinden çok geçtiği için hatırlayamıyordu artık kızın ismini, yine de yüzü hep aklındaydı. Kumral saçlı bal rengiydi gözleri.  Sert bir yapısı vardı yaşıtlarındaki kızlara göre. Ve Kutay’ı kendisine çekmesinin sebebi ise, diğer kızların aksine onunla pek ilgilenmezdi. Hep, Teğmen olacağım ben, erkeklerle işim olmaz, derdi hatırladığı kadarıyla. Daha sonra yolları ayrıldı. Kutay, ona aşık olduğunda kendini fazlasıyla salmıştı. Bu yüzden babasıyla da arası iyice bozulur olmuştu. Ondan dolayı, kendine bir asker yemini verdi; ‘Bir kadına aşık olmayacağım. Hayatım; askeriye, ezan, vatan ve bayrak üzerine kurulu olacak. Hep eğitimli, sert ve dikkatli olacağım.’ Bu yeminine rağmen Kutay, sürekli düşünürdü ilk eğitime alındığı zamanlar, acaba kızda teğmen eğitimine alınmayı başarmış mıdır, diye. Daha sonra o kızdan hiç haber alamadı. Babasıyla da arası daha da bozulmuştu o zamanlar, bu yüzden soramadı kızın alınıp alınmadığını. Ve yıllar sonra, bal rengi gözleriyle bir kadın girdi hayatına. İkisi de birbirlerine pek pas vermezlerdi ama askerlerden duyduğuna göre, gönlüne hoş bulmuş Teğmen komutanı. Bunu duyduktan sonra, uzun bir süre düşünüp taşınmıştı Komutan. Teğmeni pek bilmezdi ama Asena bakışını bu kadar güzel bir tek, adını hatırlamadığı o kızda bir de Umay Teğmen de görmüştü.  Bunu da hiç inkâr etmezdi.
En sonunda Plevne’ye gideceği anda gözüne kestirdi Teğmeni. Ona bakışını görmüştü. Kıyamıyor gibi bakmıştı Teğmen Komutana. Uzun sohbetler eşliğinde yapılan hazırlıklar devamını getirdi. Daha sonra geldiğinde ise, babasından bir telefon almış ve bu kızın Umay olduğunu öğrenmişti.
Komutan yüzünde istemsizce oluşan tebessüm ile boş duvara bakmaya devam etti bir süre. O anda; ne kapının açıldığını, ne de Kurt’un ona seslendiğini duymuştu. Kurt, Komutanın önüne geçti ve elini salladı dikkatini çekmek adına. İstediği de olmuştu, komutan boşluğa düşmüş bir bakışla askerin yüzüne baktı.
“İyi misiniz Komutanım? Su falan getirmemi ister misiniz?” Ellerini olumsuz salladı. “İyiyim Kurt, ne oldu neden geldin?”
“Aslında elimizde olan kurşunların bittiğini söylemeye ve karargahın da bize kurşunları vermediğini söylemeye gelmiştim.” Duyduklarını sindirmeye çalışarak Kurt’a baktı.
“Ne demek kurşunumuz yok ve vermiyorlar?” Kurt, bir süre sesini çıkarmadı ama dayanamayıp tekrar konuştu. “Siz uğraşmayın ve sinirlenmeyin diye, Yüzbaşı Gruev ile Ejder konuşmayı denedi ama nafile. Hatta ilk bir saat Ejder’i kapıda beklettiler.” Kurt, konuştukça komutanının kaşlarını iyice çattığını görebiliyordu. Ayaklandı komutan; “Bu düpedüz ihanettir, ırkçılıktır! Bizim gibi Türk askerine bu yapılır mı?” Kurt açıkça telaşlı ve sinirli görünüyordu. Ve hisleri bu büyük odada olan ikisini de sardı. “Komutanım” dedi. Kendini, komutanın aniden Yüzbaşı Gruev ile tartışmaya gideceğinden emin olup, hazırlamaya çalışarak. “Türk olan kimseyi odasına kabul etmiyor.”
İşte son pimi çekilmişti; Gruev ile Kaya Yüzbaşlarının. Şimdi Plevne karargâhın da, soğuk savaş dönemi başlıyor.
Yüzbaşı’nın ne yapacağını kimse kestiremiyordu. Komutanlarını en son üç yıl önce bu hâlde görmüşlerdi. O zamandan beridir, komutan; hep sakin kalmaya özen göstermişti etrafında birileri varken.
Komutan büyük adımlarla odasından çıkarken, Kurt Alfa Timi’ne haber vermişti. Saniyeler içinde Tim toplanmış, komutanlarıyla birlikte Gruev’in odasının yolunu tutmuşlardı. Tim kapıya vardığında, kapıda bekleyen Plevneli askerleri görmüşlerdi. Komutan Kaya hiç beklemeden kapıya yönelse de, Plevneli askerler onu durdurmak için silahlarını doğrultmuşlardı. Silahların kabzadan çıktığını gören Tim, aynı hızda karşılık vermiş ve ikiye altı üstünlük sağlamışlardı. “Hareket edeni vururum.” dedi Ejder, Plevneli askerlere ithafken. Bu sırada komutan kapıyı sertçe açtı ve bütün karargâhın duyacağı bir ses tonunda, Gruev’in odasına giriş yaptı. “Bu ne cüret!”
Gruev ne olduğunu anlamadan, komutan yanına gidip askeri üniformasının yakalarını kavramıştı. Aralarında masa olmasına rağmen, gayet rahat kaldırmıştı Gruev’i oturduğu yerden. Yüzüne doğru çekti Komutan yüzbaşıyı. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Askerlerine karşı çıkmak ne demek yüzbaşı! Ne hakla benim Tim’imi zora sokarsın! Üstelik halihazırda bir kardeşimizi kaybetmişken! Sana bu hakkı kim veriyor!” dedi ve durup tekrar konuştu Gruev’i kendine iyice çekerken. “Kime hizmet ettiğini, kimin sana çobanlık yaptığını biliyorum. Kurtların savaşında itlerin işi olmaz. Her ne planlıyorsan bundan derhal vazgeç. Aksi takdirde sonunu ben getireceğim.” Gruev her şeyin farkındaydı. Bu hareketi kendisine büyük bir şeye mâl olacağını gayet iyi biliyordu.

Yüzbaşının konuşmasını dinlemeden, onu oturduğu yere fırlatır gibi bırakmıştı. Odadan çıkarken, buraya kendisi gibi yabancı birinin girdiğini görmüştü. Saliselik bir bakışma gerçekleşti aralarında. Askerin armasına baktığında, üzerinde Rusya bayrağı olduğunu görmüştü. Tahmini doğru çıkıyordu. Rusya ve Amerika’nın ırkçılığıydı bu.
Dışarıya çıktığında Plevneli askerler Gruev’e bir şey olup olmadığına bakmak için içeri girdiler.
5 saat sonra...
Alfa Timi istirahate çekilmişti bir saat evvel. Gruev’in planının gerçeğe dönüşmesine ise saniyeler kalmıştı. Plevneli askerler Alfa Timi’nin odasına bayıltıcı bir gaz bombası bırakmışlardı. Bir süre sonra, yüzlerinde maskelerle içeriye girdi Plevneli askerler. Şimdi ise baygın timi odalarından alıp, işkence odasına taşıyorlardı tek tek.
İşkence odası; kırık dökük, bir tane penceresi olan, nemden dolayı duvarları ıslak, dökük ve kokan bir yerdi. Tavanında; çatlaklar, bir adet kabloyla uzatılmış ampul ve bir de örümcek ağları vardı.
Alfa Timi’ni ise, altı tane eski sandalyeye bağlamışlardı. Evet, altı tane. Çünkü artık Alfa Timi yedi kişi değildi. Kulak vardı evet ama Sibirya’nın yerini tutar mıydı Alfa Timi için? Orası bir muammaydı. Kulağı da alıp tam karşılarına ayrı bir sandalyeye oturttular. Başlarından aşağıya bu soğuk odada, buz gibi su dökülmüştü. Bu su, sözde başlayan işkencenin ilk adımıydı. Boğulma hissi ile uyanan Tim, hızla gözlerini açtı. İlk sesi çıkan kişi ise Balta idi. “Ananı sikeyim!”
“Şşt!” sesini duyduktan sonra, yüzünde bir daha buzlu su hissetti. “Seni elime geçirirsem, üzerine bidon bidon benzin dökmeyenin, seni yalvartmayanın da yedi sülalesini...”
“Balta, sus!” emri geldi Kutay Komutandan. Burnundan solurken, ‘emredersiniz komutanım’ diye geveledi ağzında. Sayamadığı, sövüp söyleyemediği her şey içinde kalmıştı. Aralarında en sakini her zaman ki gibi Hayalet idi. Bu sessiz tavırlarından dolayı, Alfa Timi bile ondan tedirginlik duyardı. Komutanın bir şeyler söyleyeceğini görse bile, hiç tereddüt etmeden söze atladı ve komutanının sözünü rahatlıkla kesti. “Buzlu suyla işkence mi olur lan? Yok mu böyle güzel bir dayak? Bilmez misiniz? Gerçi siz sopa mopa da tutamazsınız. Eliniz de tüy gibi hafiftir, etki etmez bizlere.” Alfa Timi, Hayaletin ne yapmaya çalıştığını hâlâ anlamamıştı. Bu yüzden ona kaşları çatık şekilde bakıyorlardı. “Devrem, ne yapıyorsun? Yakacaksın bizi.” Dedi en son Siber.
Hayalet dinler mi? Dinlemedi tabii. Başladı askerleri küçük düşürmeye. Askerler, üstlerinden izin aldıkları anda nefessiz dövmeye başlamışlardı Alfa Timi’ni. Hayalet, planını ortaya koyacaktı bu dakikadan sonra. Yedikleri dayak bir bilemedin iki saat sürse de, acıları her dakika artmıştı. Yedikleri dayağın sonunda komutan Hayalete döndü ve kan dolu ağzıyla şunları söyledi; “Senin yedi sülaleni sikeyim! Pezevenk! Ne kaşınıyorsun? Bu kadar dayak yemek istediğini bilseydim ben atardım sana dayağı!”
“Komutanım, biz onlara canlı lazımız. Bu yüzden bize doktor Petya’yı getireceklerdir. Bir planım var.” Cümlesini bitirdiğinde, tam da dediği gibi olmuştu. Doktor Petya Valeva, Plevneli askerler eşliğinde işkence odasına sokulmuştu. Alfa Timi’ni o hâlde gören Petya’nın nutku tutulmuş gibiydi. Hiçbir şey konuşamamış, bir adım dâhi atamaz olmuştu. “Siz...” diyebildi bir tek, yanlarına yaklaşmaya başlayarak. Hayalet, Ejder ve Komutan’a baktı.
“Ona, Umay Teğmene mektup yazmasını ve ekip göndermesi gerektiğini bildirmesini söyleyin. Umay Teğmenin adresi, Kutay Komutan’ın odasındaki çalışma masasının birinci çekmecesinde.” Ejder ve Komutan,  Hayalet’in zekâsına hayran kalarak şaşkınlıkla baktılar. “Hadisenize!” Ejder olayı hızlı kavramıştı ve Petya’ya Bulgarcasının yettiği kadar olayı anlatmaya çalıştı. Yetmediği yerlerde ise Kutay Komutan yardımcı olmuştu. Petya anladığına dair mırıltı çıkardı ve hepsine pansuman yapıp, odadan çıktı. Komutanın odasına nasıl gireceğini bilmiyordu. Askerler buna izin verir miydi, bundan emin değildi. İlk birkaç gün hiçbir şey yapamadı. Ta ki, Gruev ondan Alfa Timi’nin kıyafetlerine zehir sürmesini isteyene kadar. Bu birkaç günde sürekli işkence görüp durdu Alfa Timi. Sayısı, saati, verdiği yara bile belli değildi artık üzerlerinde uygulanan şiddetin.
Petya Valeva, Gruev’in dediğini yapmaya gider gibi çıkmış ve Komutanın odasına ulaşmıştı. İlk işi, komutanın giymeyeceği bir kıyafete zehri boşaltmaktı. Dolabı açtı ve karıştırdı. Sonunda da sadece bir hırka bulabilmişti. Eskimiş haki rengi bir hırka. Ama Petya nereden bilebilirdi ki, o hırkanın Kutay’ın en değerlisine ait olabileceğini?
Kutay’ın en değerlisi. Yanlış duymadınız. Sert, dediğim dedik, dev cüsseli, Bozkurt bakışlı o adamın da en değerlisi vardı. Bir kız vardı, Kutay’ın ‘en değerlim’ diyebileceği. Her izninde ilk onun yanına gittiği, ilk onun elini tutup ona sarıldığı, öpüp kokladığı, bağrından hiç ayırmadığı... Onu koşulsuz seven ve Kutay’ın göz bebeği... Kutay’ın herkesten sakladığı biricik kızı Nevra Kaya. Genç yaştaki bir hatadan doğan, annesi tarafından terk edilen, dedesi tarafından kabul görünüp bakılmayan, babasının küçük yaştan beri zar zor büyütmeyi başardığı küçük kızı Nevra... Bu hırka da Nevra’ya aitti. Cennet kokuyordu her bir köşesi. Yani, aslında şimdiye kadar öyle kokuyordu. Şimdi ise sadece zehir vardı üzerinde. Zehir kokuyordu cennet kokulusu artık Kutay’ın.
Petya, Hayalet’in dediği masaya yöneldi bu sefer. Çekmeceyi açtı ve zarf, mektup kağıdı ve bir de kalem çıkardı. Zarfın üzerine hemen bulduğu adresi yazıp, mektup kağıdını önüne çekti. Umay Teğmenin Bulgarca bilmesini umdu bu satırları yazarken.
“Sevgili Umay Teğmen,
Merhaba... Ben Petya Valeva, Bulgaristan Plevne karargâhının baş doktoruyum. Alfa Timi’nin sağlığından sorumlu olan o doktor da benim. Şu an Kutay Komutan’ın odasından yazıyorum.
Kendisi, Yüzbaşı Gruev arasında çıkan anlaşmazlık sonucu, Alfa Timi ile işkence odasında son 3 gündür. Sürekli gidip pansuman yapsam da nafile, ilerleyen saatlerde aynı yaralar tekrar ve daha derin açılmaya devam ediyor. Size bunu haber etmemi Alfa Timi’nin Hayalet’i istedi. Yüzbaşı Gruev, Rusya ve Amerika ile işbirliği içerisine girmiş bulunmaktadır. Gruev ve Kaya komutanların kavgası, bu iki ülkenin suçudur. Şu an işkence gören Alfa Timi’nin bu hâle gelmesinin ardında Amerika ve Rusya vardır. Amerika ve Rusya’nın emri üzerine Alfa Timi’ne kurşun verilmemiştir. Bu soğuk savaş dönemini tetikleyen bir unsurdur, bunun farkındayım ve her zaman Türk’ün yanındayım.
Şimdi ise sizden onları kurtarmanız için ekip göndermenizi istiyorum. Elinizi çabuk tutun Teğmen, daha fazla dayanabilirler mi inanın bilmiyorum.
Petya Valeva”
Yazdığı mektubu zarfın içerisine atıp hemen postaya yetiştirmişti. Ardından derin bir nefes aldı. Tek umduğu, Umay Teğmenin bu mektubu en hızlı şekilde teslim almasıydı. Çünkü biliyordu ki, zarf ilk önce denetimden geçecekti. Yine de denetimdeki askerlerin pek de denetleyeceğini düşünmüyordu. Bu yüzden içi rahattı.
O sırada uyanık kalmak için şarkı söylemeye başlamıştı Balta. Herkes sessizleşmişti. Deminden beridir kavga eden Siber ve Kurt bile Balta’nın sesini duyduktan sonra sessizleşip onu dinlemeye başlamışlardı.
Çok sevduğume değil bilmemene yanarum Seni görduğum her gün içten içe kanarum
Kara gözlerun beni nasil yakti sevduğum Hallarumdan bellidur seni ne çok sevduğum
Yüksek dağlara doğri haykirsam sevduğumi Belki dağlar anlardi nasil özleduğumi
Bulut gibi hislerum savruldi yüreğune Yağmur olur yağardum o uzun saçlarune Ooy”
Kutay Komutan ve Ejder göz göze geldi o an, tam kalplerinden vurmuştu bu şarkı onları. Ejderin aklına kavuşmasının imkânsız olduğu sevgilisi geldi. Artık kavuşamazdı çünkü sevgilisi intihar etmişti. Onu bir kere bırakıp gitmişti ve bir daha dönmemişti sevdiceği. Kutay’ın aklına anında Umay gelmişti ve biliyordu ki gerçekten içten içe Umay’a yanıp bitiyordu. Ejder’i de biliyordu. Ne zorluklar çektiğini çok iyi biliyordu. Bunun için ona her Perşembe izin veriyordu çünkü sevgilisi kendisini o gün asmıştı. 25 Nisan da asmıştı kendini. Kendisi de çok severdi onu, kız kardeş diyebileceği tek kız oydu, fakat o da gitmişti. Şimdi ise Umay’a bir şeyler hissetmekten veya bunu göstermekten bu yüzden korkuyordu. Ya gösterirse ve dünya onu da kendisinden koparırsa? İşte bu duygu karmaşası yüzünden Balta’ya eşlik etti nakaratta.
“Ağaçlar çiçek açti kış bitti bahar oldi
Sevdamuz bir fidandi çiçek açmadi soldi
Daldaki yaprak gibi kurudum duştum yere
Sevduğum bakamadum gözlerune bi' kere”
Mektup 2 gün içerisinde Umay Teğmenin eline ulaştı. Mektup eline ulaştığında, şans eseri Yarbay ile birlikteydi Umay Teğmen. Zarfı açtıklarında mektubun Bulgarca olduğunu gördüler. Yarbay yanındaki askerlere Bulgarca bilen bir asker bulmalarını emretti. İçinde her saniye büyüyen bir endişe var olmuştu. Çünkü bu mektup, acil damgasıyla mühürlenmişti. İstenilen asker yanlarına geldiğinde selam verdi ve yüksek bir sesle konuştu. “BATUT Üssü, Hava Piyade Astsubay Kıdemli Üstçavuş Fatih Akarsu,” elini indirmeden devam etti. “Beni emretmişsiniz komutanım.” Yarbay Lami Ateş, karşısındaki askeri süzmüştü. Ses tonu sert, otoriter ve toktu. “Bulgarca biliyormuşsun, doğru mu?” Asker soruya şaşırmıştı. Az çıkan sesiyle cevap verdi. “Evet komutanım.”
Mektup zarfını askere verdi. “Çevir şunu.” Acil damgasını gördüğünde kaşlarını kaldırdı asker. Hemen açtı ve mektubu okuyup çevirmeye başladı komutanlarına. Yarbay Lami Ateş’in gözlerinde, uzun süre dolu kalan ve sonunda patlayan bir yanardağ vardı sanki. Öyle derin ve kin dolu bakıyordu ki...
“Umay!” İsmini duyduğu anda ayağa kalkıp hazır ola geçti ve asker selamını verdi. “BATUT Üssü, Kara Piyade Teğmen Umay Göktürk, emredin komutanım!” Yarbay’ın bakışları iki askerin arasında gidip geldi. “Özel bir kurtarma Timi kuracaksın Teğmen. Alfa Timini buraya sağ salim getirmeyi başarırsan, rütbenin yükselmesi için elimden geleni yapacağım. Timi oluşturma da Üsteğmen Yosun da sana yardım edecek.” Odanın içerisinde olan Yosun Üsteğmen, adını duyduğu anda oraya dönmüştü. “Gel kızım.” Üsteğmen yerinden kalkıp yanlarına gitti ve selam verdi. “BATUT Üssü, Deniz Piyade Kıdemli Üsteğmen Yosun Eymen. Emrinizi bekliyorum komutanım!”
“Umay, Plevne’ye Özel Kurtarma Timi kuracak. Sende buradan ona yardımcı olacaksın.” Kaşları çatıldı Üsteğmenin. “İşinize karışmak gibi olmasın ama,” dedi ve Umay’ı süzdü. “Timi benim kurup yönetmem gerekmez mi komutanım?” Aslında iyi anlaşırlardı ama konu rütbeleri olunca iş değişiyordu. Yosun Üsteğmen kendini hep yukarıda gören biriydi, Umay teğmene karşı.
Sessiz odayı, Yarbay’ın elini masaya vurduğunda çıkan ses doldurdu. “Sana mı kaldı benim kararlarıma karışmak Üsteğmen?” sesi her zamankinden yüksek ve gür çıkmıştı.
“Umay kuracak ve o yönetecek dediysem her şeyi o yapacak demektir! Senin ne haddine kararlarımı yargılamak!” başı öne eğilmişti Üsteğmenin. “Affınıza sığınıyorum komutanım...”
“Çekil!” Kıdemli Üsteğmen bir şey diyemeden kendisine emredileni yapmıştı. Üsteğmen oldukları yerden çıkınca, Yarbay, Umay ve Fatih’e döndü. Sesinde deminkinden eser yoktu.
“Umay, kızım. Git seç, Tim’e kimleri layık görüyorsan al, öncülük et onlara. Size ateş etmedikleri müddetçe onlarla çatışmayın. Gövde gösterisi yapacağız, anlaşıldı mı?”
“Emredersiniz komutanım.”
“Fatih’i de ekle Tim’e, Bulgarca bilen birine ihtiyacınız olacak.” Hiçbir şey demeden sadece başını salladı Teğmen, Kıdemli Üstçavuş ile göz göze gelerek.

Lavantalar EşliğindeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin