prolog

3.7K 257 992
                                    

"Neden kendimizi korumak için bunu yapmak zorundayız ki?" diye sordu hışımla Arthur, ancak söylenmesine rağmen kaşıktaki şurubu hızlıca içip Emily'ye vermişti. Henüz on altı yaşında olsa da, bir alfa olmanın özgüveniyle konuşuyordu ve bu Harry'nin derin bir iç çekmesine neden olmuştu kendisine verilen şurubu içmeden önce. Çünkü Arthur kendisinden üç yaş küçüktü ama ondaki özgüven hiçbir zaman kendisinde var olmamıştı.

Bunun tamamen omega oluşuyla alakası yoktu üstelik, fazla korkak olmasa belki o da Arthur gibi vampirlerin kafasını kopartmak isteyebilirdi. Belki. Hayır, bir vampiri gördüğü anda ağlayarak dizlerinin üzerine çökeceğini biliyordu, bu yüzden güçlenmek ya da daha cesur olmak gibi hayallere dalmadı bile. Kendisi de kaşığını Emily'ye verdi Arthur'un aksine teşekkür edip, sürü şifacısının kızı olan bu betayı severdi Harry. Emily kendisine kısaca baş sallayarak yanlarından ayrıldığındaysa yargılamadı genç betayı, her seferinde Arthur'un söylenmelerinden bıktığı, baygın bakışlarından ve kaşıkları aldığı gibi gitmesinden fazlasıyla belliydi.

"Çünkü bir kan emici için efor sarfetmeye bile değmez."

Arkalarından gelerek yanlarına katılan Jack'in, daha ilk anda sesini duymasıyla heyecanlandı Harry. Gözlerini ürkekçe ona doğru çevirdiğinde, kolunu Arthur'un omzuna atmış bir şekilde sırıttığını görmüştü. Yutkunarak gözlerini kaçırdı, şimdi kalbi daha da hızlı atıyordu o düzgün dişleri gördüğü için.

Jack sürü alfasının oğluydu, hatta sürünün bir sonraki alfası olması bekleniyordu. Ayrıca Harry de ona umutsuz bir şekilde âşıktı. Kendisini çaresizce fark etmesini bekliyor ama asla bir adım atamıyordu Jack'e. Çünkü onun etrafındaki birçok güzel omega, geride durması için yeterliydi Harry için. Onlar varken hiç şansının olmadığının farkındaydı. Ayrıca Jack'in dişi omegalara karşı daha ilgili olduğu da belliyken ona hislerini açmak tamamen aptallık olmaz mıydı?

"Ama sen onlardan birkaçının kafasını kopartmışsın!" diyerek neredeyse haykıran Arthur, Harry'yi kendisine getirdi ve Harry girdiği transtan çıkıp Arthur'un kolunu dürterek, "Ben gidiyorum," dedi sessizce. Öyle sessizdi ki, Arthur kendisini duymamıştı.

Harry bunu umursamadı ve başka bir şey söyleme gereği gereği duymadan, arkasını dönerek yürümeye başladı. Ta ki Arthur onun yanlarından ayrıldığını fark edip, "Harry, nereye gidiyorsun?" diye arkasından seslenene dek. Harry'nin adımları duraksadı, ardından gözlerini sıkıca yumarak sıkıntılı bir iç çekti. Fark edilmeden tüyme planları suya düşmüştü Arthur sayesinde.

Dudaklarına beceriksizce bir gülümseme yerleştirerek topuklarının üzerinde geriye döndü, ardından, "Yorgunum, dinlenmek istiyorum," dedi normal tutmaya çalıştığı sesiyle. Ancak Jack'in yeşil gözleri tam üzerindeyken konuşmakta güçlük çekiyordu ve sesi titremişti.

"Ama göle gidecektik?"

Arthur'un talepkâr sorusu yüzünden sabır dilenircesine gözlerini gökyüzüne çevirdi ve kendisini sakin kalmaya zorladı. Onun herhangi bir suçu olmamasına rağmen, kendisine dik dik bakan Jack yüzünden gerilmiş hissediyordu Harry. Neden durduk yere öyle baktığını da bilmiyordu üstelik, bir hata mı yapmıştı farkında olmadan?

Kendisinden bir cevap bekleyen Arthur, "Yalnız başınıza gidemezsiniz, ben de geliyorum," diyen Jack'le, resmen Harry'yi boşverip mutluluktan havalara uçsa da, Harry için aynısı geçerli olmadı. Titrek bir sesle, "Ama benim yapmam gereken işler vardı," diye karşı çıkmaya çalıştığında, "Mızıkçılık yapma Harry, işin falan yoktu," diyerek yanına gelip kendisini çekiştirmeye başlamıştı Arthur hevesle seçme şansı bırakmadan. Herkes gibi o da Jack'e hayrandı ve onun bu kadar hevesli olmasına kızamıyordu bile Harry.

𝐋𝐨𝐯𝐞 𝐁𝐨𝐫𝐧 𝐎𝐟 𝐁𝐥𝐨𝐨𝐝//𝐋𝐚𝐫𝐫𝐲 𝐒𝐭𝐲𝐥𝐢𝐧𝐬𝐨𝐧Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin