İnsanlara minnettar olmaktan da nefret ediyordum. Yürüyebilen bacaklarım, düşünebilen beynim, her şeyi yapabilen ellerim varken neden kendi işimi kendim göremiyordum da birilerine mahçup oluyordum? Evet, tabii, aptal kalbim yüzünden. Vardı ama işe yaramıyordu. Olmasındı o zaman, bir organın beni bu kadar mahvetmeye ne hakkı vardı?Nefessizlikten kekeleyerek"Ben- teşekkür ederim." dedim. Max'i tutan kişi yeni komşularımızdan Jungwon'un yaşıtı olduğunu düşündüğüm çocuktu. Yakından baktığımda Jungwon'dan büyük duruyordu. Yakışıklı ve yaşıtım komşu konusunda şanslı çıkmışa benziyordum. Yine de çok inceleyemedim. Max'i elinden alıp eve yürürken arkamdan "Az önce çatıdan el sallayan ruh hastası sen miydin?" diye sordu. Ona dönüp sadece kafamı sallamakla yetindim.
"Arayacak gücün yoksa değerli şeylerini kaybetme."
Arkamı dönmeden "Küstah," diye mırıldandım. Haklı olabilirdi ama söyleminin yersiz ve küstahça olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Durumumu bilmeden, hiç kimseyken bu şekilde konuşamazdı. En sevmediğim insan tipine borçlanmıştım. Elbette ödeyemeyecektim ama zihnimdeki borç listesine yazılmıştı ve bundan sonra ona kibar olmam gerektiği anlamına geliyordu.
"Onu fazla takma. Bu sıralar ergenliğini nirvanada yaşıyor," dedi bir ses. Yavaşça arkama döndüğümde benden birkaç yaş büyük olduğunu düşündüğüm güzel bir kızla karşılaştım. Yüzünün görüntüsüne zıt olarak bol bir salopet içine desenli tişört giymiş ve koyu renkli saçlarını iki yandan örmüştü. Tatlı görünüyordu ve tatlı da konuşuyordu.
"Ben onun ablasıyım, ismim Yeri." dedi ve elini uzattı. Tuttuğu eli gülümseyerek tuttum ve "Ben de karşı komşunuz Haewon. Beni çatıda görürsen lütfen korkma, genelde düşmek gibi bir huyum yoktur." dedim ve kıkırdadım. Yeri de kıkırdayınca artık eve girmem gerektiği aklıma geldi ama onunla konuşmaya devam etmek istiyordum.
"Şimdi eve gitmem gerek ama sonra görüşmeyi isterim. Görüşür müyüz?"
"Tabii, kendine iyi bak." dedi ve elini sallayarak uzaklaşıp evine girdi. Ardından ben de eve girdim ve Max'in tasmasını çıkarıp kendimi koltuğa attım. Bugün her yönden yorucu bir gün olmuştu ve daha akşam bile değildi. Şanssız günümde olmalıydım. Kararsız kalmıştım, ilk defa arkadaş edinmiş de olabilirdim ama ben hiç arkadaş edinmezdim. Sadece tanışmıştık ve bitmişti işte. Bir daha beni görmeye gelmeyeceğinden emindim. Bir pizza bile yiyemiyordum sinir bozukluğumu geçirmek için. Pizzayı bırak, tek bir çikolata damlası bile giremiyordu ağzıma. Cidden nasıl hayatta kalıyordum ki ben? Çikolata yok, pizza yok, acı yok, tatlı yok, tuzlu desen o hiç yok. Cidden kafayı yememe ramak kalmıştı. Acaba reglim mi yaklaşıyordu? Takvim tutmadığım için bilmiyordum ama anneme sorsanız dakikasına kadar söylerdi. Gardiyandı resmen ya. Gaddar ama düşünceli gardiyan. O nasıl oluyorsa artık...
"Kız ne oldu sana? Nefes nefesesin!"
Söylemeli miydim? Söylersem ecelim erken gelirdi. Ama söylemezsem ve o küstah yaratıkla tanışıp öğrenirse her şey daha kötü olurdu. Yine de ecelim biraz daha gecikirdi. Ama bu sefer de yalan söylediğim için acısı ikiye katlanırdı. Belki annemden sonsuza dek kaçmalıydım. Söylemeli miydim? Söylemeyecektim.
"Ne olsun annecim ya, en fazla ne kadar derinden nefes alabilirim diye bakıyorum," diye tuhaf ve saçma sapan bir yalan uydurdum ama saf ve iyi kalpli annem yedi. Bazen gerçekten ne kadar iyi yalan söylersem söyleyeyim tek bakışımdan anlıyordu ama bazen de hiç şüphelenmiyordu bile. O yüzden hiçbir zaman tam olarak nasıl yalan söylemem gerektiğine karar veremiyordum. Gerçi, yalan söylediğim çok zaman olmuyordu. Çatıdaysam, nefes nefese kaldıysam, saati öttürdüysem falan filan.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
given taken | park sunghoon
Short StoryHer şeye yabancı kalmışsın. Doğmuşsun ama kafesteymişsin hep. Hayatının devam etmesi bir organının takasına bağlıymış ama kimse gönüllü olmamış. Sonra biri gitmiş birinin hayatından; aynı anda sen girmişsin. Neye yarar? Sevebilir mi seni onun kalbi...