Genç kız uyandığında aşina olduğu hastane odasındaydı. Kollarına acıtan iğneler bağlıydı. Annesi veya babası yoktu odada, yalnızdı. Başı korkunç derecede ağrıyordu. Yanında birinin olmaması onu telaşlandırmıştı; ne kadardır buradaydı, annesi neredeydi, ona ne olmuştu? Neden yalnızdı?
Alışık olduğu bir acıya kucak açarak koluna bağlı olan serum iğnesini çıkardı. Hafif kanamıştı ama umursamadı. En azından doktorunu bulması gerekiyordu. Elini kanayan yere, dirseğinin içine bastırarak sersem adımlarla odadan çıktı. Köşeyi dönecekken doktorun odasından çıkmak üzere olan ailesiyle mutlu bir nefes aldı ve yanlarına gitmek için hazırlandı.
Doktoru "Acilen nakil gerekiyor. Kalbi daha fazla dayanmayacak," dediğinde adımları durdu ve gülümseyen yüzü düştü. Annesinin ağzına kapanan elini, babasının yere çöküşünü izlerken o sırtını dikleştirdi. Yeniden gülümsedi ve yanlarına gitti. Doktor "Birkaç gün hastanede-" derken o aralarına girdi ve enerjik bir ifadeyle elini salladı. Sanki çok iyiymiş gibi. Hiçbir şey duymamış gibi. Böylesi daha kolaydı, ardında bir enkaz bırakmak istemiyordu. Ölüme ilk defa bu kadar yakındı ve kimseyi hüzünlü görmek istemiyordu.
"Ben de hastane yatağımı özlemiştim. Hiçbir yatak buradaki kadar rahat olmuyor," dedi şakayla. Annesinin akan gözyaşlarını görebiliyordu, babası ise elini kızın omzuna koymuştu ve sıkıyordu tutunur gibi. Kimsede bunları kaldıracak güç kalmadığını biliyordu ama az kalmıştı. Artık herkes huzura kavuşacaktı. "Ee, Jungwon nerede? Sersem velet hastanede bile gelmiyor mu ziyaretimize?"
Babası, kızının bu haline şaşırsa da gülmeye çalışarak "Haber verdik, birazdan burada olur. Çok merak etti seni," dediğinde Haewon kafasını salladı ve annesinin koluna girerek onu sürüklemeye çalıştı. Doktorun moral bozucu konuşmalarına daha fazla maruz kalmak istemiyordu. Annesi kızının elini küçük bir çocukmuş gibi tuttu ve yürümeye başladı. Babasıysa arkadan gelmiş ve Haewon'un boşta kalan elini tutmuştu. Şimdi Haewon ortalarında, parka götürülen bir çocuk gibiydi. Küçücüktü bedeni zaten, bu düşünce üzerinde sırıtmıyordu.
"O velede söyleyin, çizgi romanlarım onundur. Mutlu olabilir artık."
"Kızım-"
Haewon kendini tutamadı ve sesi titreye titreye "Ben gittiğimde çatıma bakmayı unutmayın. Pislenirse çok üzülürüm." dedi. İçinde tutamadığı şeylerden nefret ediyordu. İçinde kalan şeylerden de nefret ediyordu. Haewon, hayatından nefret ediyordu; veya hayatı Haewon'dan nefret ediyordu.
"Yeni komşumuza da orayı nasıl yaptığımı anlatın, tamam mı? Bugün sordu ama tersledim, yazık, üzülür."
Odasına annesiyle babasının elini bırakıp girdi ve yatağına uzandı. Kaç saat uyuduğunu bilmiyordu ama hâlâ yorgundu. Elleri titriyordu. Sanki tüm kanı çekilmiş gibiydi, tuhaf bir boşluk hissediyordu. Duyduğu şeylere karşı üzülmemişti bile. Belki de kaybedecek bir şeyi olmadığındandı. Hayata karşı hiçbir şey bilmediğiniz zaman gitme fikri o kadar da korkutmuyordu. Kaybedeceğiniz şeylerin farkında da olmuyordunuz çünkü. Hiç denize girmemiş biri denizi özlemezdi ya da hiç hamburger yememiş birinin canı hamburger çekmezdi. Haewon'un yapmak istediklerinin listesi çok uzun da olsa, yapamadığı her şeye korkunç bir istekde duysa şu an bomboştu içi.
"Ablam nerede? Nasıl oldu? Uyuyor mu?"
"Buradayım hayırsız."
Jungwon "Abla..." diye mırıldandı ve yatakta uzanan Haewon'a sarıldı. Annesi yavaş olması gerektiğini söylerken ikisi de duymuyordu. Onlar sürekli didişseler de birbirini kollayan kardeşlerdi. Birinin canı yansa diğeri hissederdi. Jungwon çoğu zaman ablasına sinirli gibi dursa da aslında bu onun hislerini saklama yöntemiydi. Deli gibi korkardı ablasını kaybetmekten.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
given taken | park sunghoon
Short StoryHer şeye yabancı kalmışsın. Doğmuşsun ama kafesteymişsin hep. Hayatının devam etmesi bir organının takasına bağlıymış ama kimse gönüllü olmamış. Sonra biri gitmiş birinin hayatından; aynı anda sen girmişsin. Neye yarar? Sevebilir mi seni onun kalbi...