3 aralık 2015
"lanet olsun jeong ne diye silahını dün akşam temizlemedin ki?"
"raspoutine'de içiyordu oruspu çocuğu. sahi ne kadar ödedin, beş yüz avro?"
"işine bak seo."
mermileri teker teker şarjöre dizip kemerime taktıktan sonra bir bezle güzelimi iyice temizlerken düşünüyordum, ne kadar iyi gizlendiğimi.
bilmedikleri şey, dün herkese raspoutine'e gittiğimi söylemiş olsam bile orkestraya gitmiştim. dvořák çalıyordu, onun serenade'ı. garip bir şekilde bu parça beni etkiliyordu. daha önce çok fazla dinlemiştim ama o bende başka bir etki yaratmıştı. paris sokaklarında zihnimde dvořák'ın ezgilerinin etkisi ile sarhoş olmuştum içkiden değil. tuhaf ve sanatsal. bir katil için fazlasıyla sanatsal.
sabah dörtten beri ayaktayız, şehrin dört bir yanındaki ajanlarla kaçak başka bir ajanı yakalama planının kusursuz olması için uğraşıyoruz. daha önce bu kadar aptal bir görev gördüğümü hatırlamıyorum. kim kaçmışsa kaçmış neden o kişiyi yakalamak bize düşsün ki? bu soruyu subayıma sorduğumda aldığım cevap oldukça sertti.
"ülkenin en gizli sırlarını bilen birinin elini kolunu sallayarak dolaşmasına izin veremezsin jeong. kcia'den kimse kaçamaz, bilgi kaçıramaz. denemeye kalkan ölür, bunu yapacak kişi de sensin. kaçak ajanı öldüreceksin."
pekala öldürmeye yabancı değildim ama bir zamanlar bizden olan birini öldürme düşüncesi aklımı karıştırıyordu. bizdendi, bir şeyler biliyordu, zamanında aynı amacı paylaşıyorduk. öğrenmek istiyordum vazgeçmesinin sebebi neydi? her kimse onu kcia'den ayıran şeyi merak ediyordum. ve onu bulduğum ilk an bu merakıma da son verecektim.
güneş batmaya yaklaşmadan louvre yakınlarında yanımda seo ile birlikte sıradan iki turist rolü yaparken gayet başarılıydık. bu koşuşturmaca sırasında içtiğim soğuk kahve beni kendime getirmekle kalmamış sebepsiz bir güvenle yüklenmemi sağlamıştı. elimizde ajanın bugün burada olacağına dair sağlam bir kaynaktan kesin bilgi vardı, bir yandan da buna güveniyordum. kaçak ajan her kimse gördüğüm ilk yerde vurmaya hazırdım. tabii işler haftalardır planladığımız gibi gitseydi.
ben ve seo alışık olduğumuz o rahat tavırla müzeye girdiğimizde daha önce anlaştığımız güvenlik görevlileri bize köstek olmadı. öyle ki belimdeki silahımla onlarca kişinin arasında sakince gezinebiliyordum. cebime gizlediğim küçük fotoğrafa son kez baktıktan sonra seo ile ayrılmıştık. ben alt katta kalmıştım o üst kata çıkmıştı. alt katta şüpheli bir şey olmadığından emin olduktan sonra görevlilerden aldığım anahtarlarla bodrum katına inmiştim. iner inmez de karanlığın ortasında kalmıştım.
küçük el fenerimle rutubetli koridorlarda gezinirken iç güdüm yalnız olmadığımı söylüyordu. ben ileri bir adım attığımda çıkardığım ses bir diğerinin adım sesini gizliyordu sanki. artık nefesimi tutmuş ışığı kapatmıştım. kör karanlıkta sağıma aldığım duvara dokunarak el yordamıyla ilerliyordum. o an alışmadığım naif bir koku burnuma doldu, klasiklerinden daha nazik ve hoş bir zambak kokusu.
kokuyu algıladığım o kısacık anda zamanda geriye gitmiştim. zihnimde gördüğüm lise sıralarındaki jeong'tu. o da aynı bu nazik zambak gibi kokardı. kibardı, nazikti. ta ki babası gözlerinin önünde annesinin canına kıyana dek.
on yedi yaşındaydım, derslerinde birinci herkesin sahip olmak istediği bir çocuktum. evin tek çocuğu olmama rağmen sınıfımdaki diğer tek çocuk arkadaşlarım gibi hiçbir şımarıklığım yoktu, olmazdı. hep ağırbaşlıydım ben, doğuştan gelmişti sanki. okuldan dönmüştüm, sıradan bir gündü. akşam yemeğinde her şey normaldi, sıradandı. ama birkaç dakika sonra annemin evin ihtiyaç listesini sıralaması ve benim okuldan sonra çalışmak istediğimi söylemem babamın cinlerini tepesine çıkarmıştı. maaşı ihtiyaçlarımızın yarısına bile yetmezken caddenin köşesine yeni açılmış kafede garsonluk yapmayı teklif etmem akla yatabilir bir çözümdü ama o erkekliğine hakaret ettiğimi düşünerek sağ yanağıma daha önce atmadığı şiddette bir tokat yapıştırmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
rána
Fanfictionher şey bittiğinde ben yine sendeydim, sende ve senin o muhteşem yara izlerinde. ©bittersv