1: Her şey nasıl başladı?
•••
Hayatın birçok dönüm noktası vardı. Kırılma anları. Yaşarken bilemezdik ancak gün geçip devran dönünce işte derdik işte benim bu halimi o karara borçluyum. Bu düşüncenin bir sonu yoktu ancak farklı bir karar vermiş olsak ne durumda olurduk? Kader gerçekten bizim nihai kararlarımıza mı bağlıydı yoksa zaten su akıp yolunu bulacaktı da biz kendi aramızda bir masal mı döndürüyorduk? Bu koskoca evrenin iplikleri kimin bileklerine bağlıydı?
Mustafa bunları düşünür dururken elinde uğraştığı işi unutup düşüncelere dalmıştı. Onu buraya bu zamana taşıyan kararı neden ve nasıl vermişti? Hatırlayamıyordu artık.
"Mustafa." Daldığı düşünceleri bıçak gibi kesen tiz ses yeni odağı haline gelmişti. "Burnun kanıyor yine oğlum." Annesinin endişeli sesiyle eli burnunu bulurken başını hafifçe geriye atarak kanın yere damlamasını önlemişti. Cebinde daha önce koyduğuna emin olduğu peçete yığınını ararken annesinin söylenmeleri kulağını dolduruyordu. "Ah be oğlum, git bir elini yüzünü yıka Allah aşkına. Bir şey de kalmadı zaten, geç dinlen." Sonunda parmaklarını okşayan peçetenin pürüzlü dokusunu hissettiğinde beklemeden çıkarıp burnuna sardı. Son zamanlarda o kadar çok burnu kanar olmuştu ki yanında peçete taşımaya ekseriyetle özen gösteriyordu. Güneşin bağrında çalışmaktan burnundaki damarlar da isyan etmeye başlamıştı, sitemini akıtıyordu usul usul.
"Gerek yok." diye cevapladı annesini. "Bir an önce bitsin."
Geçen hafta ektikleri domates için sulama sistemi kuruyorlardı. Güneşe yakalanmamak adına henüz gün aydınlanmadan gelmişlerdi ancak umdukları gibi olmamış güneşin en yakıcı saatlerini bile geride bıraktıkları halde henüz bitmemişti işleri.
"Geç dedim Mustafa. Bir şey kalmadı zaten." Annesinin sitemli sesi itiraz kabul etmeyeceğini açıkça ortaya sererken kendisi de dinlenmesi gerektiğini biliyordu. Son zamanlarda iştahı da kapalı olduğu için sabahtan beri lokma yememiş dur durak bilmeksizin çalışıyordu. Bu yüzden gözleri babasına kayarken inadı kırılmıştı. Babasının da annesini onayladığını gördüğünde yavaş adımlarla topraktan çıkıp düzlüğe girdi.
Zamanlarının çoğu burada geçerdi. Yemekler burada yapılır, yenir, çaylar demlenirdi. Hatta Mustafa çoğu zaman geceyi de düzlük alanın kenarına konuşlanmış küçük kulübede geçirirdi. Burası onun için hem nefes alabildiği tek yer hem de tutsak olduğu alandı.
Daha fazla güneş ışığına maruz kalmamak için kulübeye girerken yüzündeki kanı temizlemeyi ikinci plana atmıştı. Köşedeki yatağa sırtını verip gözlerini tavana dikmiş düşüncelerinin usul usul zihnine düşüşünü seyrediyordu. Sanki bir tabure çekip oturmuş kendini izliyordu iki adım ötesinden. Yıllardır kendine öyle yabancıydı ki kafasında dolaşan düşünceler dahi üçüncü bir şahsın fikirleri kadar uzaktı kendisine. Dışarıdan süzülen sesler düşüncelerini dağıtmaya niyet etse de çekmedi gözlerini tozlu tavandan. Dış dünyayla bağlantısını koparıp atmak tamamen içine kapanıp yok olmak istiyordu bazen.
Kulağına dolan motor sesi tekrar girdi düşünceleriyle arasına. Belli ki bugün kendisiyle baş başa kalmasına gönlü razı değildi kimsenin. Usulca ayaklandı bu yüzden. Artık tamamen kırmızıya boyanmış olan peçeteyi köşede duran çöp kutusuna yollarken birbirine girmiş saçlarını tek eliyle düzeltti. Kulübeden çıkıp adımlarını sol tarafa seğertti ve kapının diğer tarafında bulunan çeşmeye eğildi yüzündeki kurumuş kanı temizlemek adına. Buz gibi su terden ıslanmış suratına çarptığı an vücudu gevşerken güneş ensesinden sinsice süzülmeye başlamıştı bile. Bu sıcakta kapalı alanda çalışmak zaten zordu ancak güneşin altında çalışmanın ızdırabı anlatılmazdı.