12: Söyle bana, eceli kim tutar perçeminden?•••
Herkesin bir sığınağı vardır. Her münzevi ruhun can bulduğu yerler olur, metalar belki, kitaplar. Mustafa her şeyiyle kendi benliğinden uzaklaştığını hissettiği son zamanlarda kaçacak yeri kalmadığını hissediyor, tutunacak bir dalı olmadığından yakınıyordu. Eskiden onu uçurumun kenarında yakalayan kitaplarla eskisi kadar haşır neşir olamıyor, odağını uzun süre bir şey üzerinde toplayamıyordu. Yalnız değil, kimsesiz hissediyordu.
Canı sıkkındı. Boğazına taş gibi oturan sancı onu yerine yurduna sığdırmaz olmuştu. Ancak saatler geçmiyor, yürür bir edayla sürdüğü araba gidecek rota bulamıyordu. Bu yüzden çekip bir kenara öyle doldurdu saatleri. Yolu tepip ger döndüğünde kulübeye gün kararmış etraf sessizliğe bürünmüştü. Çok da dikkat kesilmedi çevreye. Adımlarını direkt bahçeye çevirirken gözlerinin değdiği limon fidesi sığınağı oldu o an. Neden bilmiyordu ancak ince uzun yapraklar gözünün önüne gelir gelmez içini kaplayan ilgi isteği büyüdü büyüdü ve sıkıntısını köreltti. Ondandır henüz soluklanmadan yürürken toprağa elleri hemen fideye uzanıp yakalamıştı boynundan.
Sığınağını kaybedeli epey oluyordu. Can bulduğu bir şey yoktu. Onu neyin iyileştireceğini de bilmezdi ancak elleriyle kavradığı şey iyileştirmese de unutturuyordu. Mustafa yeni sığınağını bulmuştu. Gözleriyle gördüğü şey bir limon fidesinden çok daha fazlasıydı. Gözleriyle gördüğü şey umudunu bir fideye bağlamış adamın sessiz çırpınışlarıydı. O adamın gözlerinde umudu tekrar görmek adına böyle uğraşıyordu belki de. Belki de, diyordu, bu fide yeşerirse yeniden o yorgunluğa bulanan gözler de yeşerir.
Daha birkaç saat önce gri bulutları ağırlayan fide şimdi hafif hafif buğulu bir yeşili ağırlıyordu. Mustafa hüzün kovalarken bu fide umudunu ağırlamış acısını hisseder gibi el uzatmıştı genç adama. Tutun bana, der gibi, acısını almak istercesine. Mustafa da öyle bir yalnızlıkla boğuşuyordu ki uzattı elini.
Önceden sardığı poşeti sıyırdı attı gövdesinden. Artık ihtiyacı olmadığından bir de onun yükünü sırtlansın istemedi. Tam da o sıralara denk geliyordu arkasından gelen sesleri işitip irkilmesi. Elini ayağını çekemeden ardına dönüp baktı. Gözlerinin birleştiği Yetkin ile elleri de düştü boşluğa.
"Selamün aleyküm." Uzun süren sessiz bakışmanın ardı sıra konuşan en nihayetinde Yetkin oldu. Yüzündeki bu ifadeye alışkındı Mustafa. Gözlerine biriken mahçup ifadeyi henüz daha bu sabah kendi gözlerine sarıp sarmalamıştı. Her seferinde böyle olmaz mıydı zaten? Cemal Bey önce Mustafa'nın kalbine ekerdi bu tohumu ardından kendi yüreğinin yansımasını Yetkin'in gözlerinde görürdü. Önceleri saf bir mahcubiyetti bu, Mustafa'yı daha da utandıran. Ancak şimdi o alışkın olduğu ifadeyi seyrederken bir şey saklıydı gözlerinde. Ne olduğunu Mustafa anlayamadı, hoş Yetkin dahi bilmiyordu belki de.
"Aleyküm selam." diye yanıtladı Mustafa onu. Oturduğu topraktan üzerini silkeleyerek kalkıp kulübenin yanı başında kendisini bekleyen Yetkin'e ilerledi. Ne konuşacaklardı, ne söyleyecekti Yetkin? Daha önce defalarca mahcubiyetine şahit olmuştu ancak bu konu üzerine konuşmazlardı. En azından sözlere dökülmezdi, bakışlarıyla anlatırlardı her şeyi. O halde neydi Yetkin'i buraya getiren? Araba sesi duymamıştı Mustafa. Her şeyden önce onun gelmesini mi beklemişti? Oysa öyle dalgındı ki fark edememişti inşaatın önünde kendisini bekleyen adamı.
"Bu saatte bahçe ile mi uğraşıyorsun?" diye sormuştu. Görünen o ki kendisi de bilmiyordu ne konuşacağını.
"Yok." demişti Mustafa ise. Nedense onun yanında limon fidesine çevirmeye utanmıştı bakışlarını. "Öyle oturmuş kalmışım."