13: Ne zaman, hangi saat başladı kayboluşum?
•••
İnkar. Beş harf, iki hece, bir ömür. Mustafa'nın koca bir ömrü. Tüm düşüşleri, çabalayışları ve pes edişleri de içeren beş harf. Tüm o kalp kırıklıklarını reddedip de beraberinde çok daha ağırını yaşamasına sebep olan.
İnkar ne zaman başlardı? Ne olurdu da bastırıp hayır derdin? Mustafa ilk hayır dediğinde, yani yaklaşık bir saat önce, tüm duyguları dalgalı denizinde coşmuş ıslanmaması gereken tüm kum tanelerinin üzerine serilmişti. Tüm tabuların, toplum normlarının, aile yapısının ve düşüncelerinin. Bu içinden dökülüp de dışına taşan his onu bitirip tüketiyordu. Bu his canını yakıyordu. Bu his fiziksel olarak acı veriyordu.
Mustafa böyle değildi. Hiçbir zaman olmamıştı. Doğrusu libidosuyla hareket eden içi boş bir beyinden çok daha fazlası olduğu için fazla ilişki de yaşamamıştı. Uzun süreli birkaç ilişkisi olmuş ve bu ilişkilerden gerekli deneyimleri kazandığını zannetmişti. Oysa şimdi oturmuşken bir sedirin üzerinde usulca ve küçük limon fidesinden ayıramıyorken bakışlarını kendini tanıyamayacak kadar aptal olduğunu anlamıştı.
Nasıl fark edecekti ki kendisini? Ne farkı vardı bir ay önceki Mustafa'dan? Bir kadını sevmekle bir erkeği sevmenin ayrımı nerede başlıyordu? Sevişirken mi? Henüz gözlerine bakarken yüreği burkulan Mustafa için bu düşünce çok sarsıcı olurdu. Sevme eylemi onun için çok farklı bir yerdeydi. Sevdiği zaman, yüreğindeki insanı ne pahasına olursa olsun severdi. Hatalarına rağmen, olduğu gibi. Oysa Mustafa şimdi şimdi fark ediyordu, o hiçbir zaman olduğu gibi kabul görmemişti. Sürekli değiştirmesi istenmişti. Herkes bir bıçak alıp eline onu yontmaya çabalamıştı.
Keza istedikleri de gerçekleşmiş, değişmişti Mustafa. Yalnızca onların istedikleri yönde bir değişim değildi bu. Sevdiği insanların bu yaklaşımı onu içine kapatmış, dünyadan uzaklaştırmıştı. Deneyimliydi. Freud'un tanımına uygun bir deneyimdi bu. Kalbiyle bağlantısı gitgide kesiliyordu.
Onu kalbiyle tekrar tanıştıran Yetkindi. Bunu yeni fark ediyordu ancak öyleydi. Genç adam ne yaparsa yapsın dokunuyordu kalbine. Bir şekilde varlığını hissettiriyordu Mustafa'ya. Bu ne denli yüce bir görevdi böyle. Ne denli büyük bir gurura mutabık oluverecekti Yetkin. Bilseydi eğer. Yahut, dedi Mustafa, tiksinecek. Kim tiksinmezdi ki? Kim takdir ederdi böyle bir duyguyu, olur verirdi? Yetkin de vermeyecekti. Tiksinecek, yaşadıkları her bir anı sorgulayıp pay biçecekti kendisine.
Şunun şurasında Mustafa da öyle yapmaz mıydı? Bundan birkaç ay önce bir hemcinsinin kendisine aşk gibi mühim duygular beslediğini öğrense farklı bir şey hissetmezdi. İşin gerçeği buydu, hakikati allayıp pullayıp yalan bir varsayım sunamazdı ya. Hiçbir zaman eşcinsel bireylere karşı bir duruş sergilememişti ancak bir yakınlığı da olmamıştı. Bir düşüncesi yoktu. Acı gerçek buydu. Varlıklarını yok saymış, unutmuştu hatta.
Böylesi endişeler sarmıştı işte Mustafa'yı. Kabullenmeden önce de zordu ancak şu anki sancı bir başkaydı. Bundandı geçtiği yolları görmeyişi. Köy yolundan ilerliyor, yolu takip ettikçe dalgınlaşıyordu. Genellikle beş dakikayı aşmadan tamamladığı kısa yol şimdi saatler sürmüştü sanki.
Sabahtandır elini attığı her iş yarım kalmıştı. Aklını toplayamıyordu. Odaklanamıyordu. Bu sebeptendir meydanda olduğunu söyleyen Yasin'in yanına gitmek için çıkmıştı yola. Yapacak bir şeyi yoktu madem düşüncelerini unutacağı bir ortama girmeliydi.
Ne görmeyi beklediğini bilmiyordu. Bu konu üzerinde bir tahmin yürütmemişti. Ancak düşüncelerini unutmalıydı diyordu ya, düşüncelerindeki kişinin birden böyle karşısına çıkmasını da beklemiyordu. Hem de bu şekilde. Yakın arkadaşının yakasına sarılmış bir halde.