Karışık olsa da çok güçlü izlenimlerin etkisi altında yazmaya başladığım notlarıma el sürmeyeli neredeyse bir ay olacak. İçime doğan felâket nihayet gelip çatmıştı ama umduğumdan çok daha şiddetli ve beklenmedik bir zamandı bu. Olup biten her şey benim için garip, çirkin ve trajikti. Başımdan geçenler mucizevî sayılacak türden maceralardı, daha doğrusu ben bu olayları şimdi bile böyle nitelendiriyorum. Öte yandan, başka bir görüş açısına göre, özellikle zamanla kapılıverdiğim girdap göz önüne alınacak olursa, olup bitenler hiç de olağandışı sayılmazdı. Beni şaşırtansa olaylar karşısında göstermiş olduğum tepkiydi. Bunu bugün dahi anlayamıyorum! Her şey bir düş gibi gelip geçiverdi, hatta tutkularım bile! Oysa o zamanlar nasıl da içten ve güçlüydü!.. Ama şimdi ne oldu, nereye gittiler? Gerçekten de zaman zaman aklıma hep aynı düşünce takılıyor: Acaba o zamanlar aklımı mı kaçırmıştım? Bütün o zamanı bir tımarhanede falan mı geçirmiştim? Belki de hâlâ oradayım... Bütün bu olanlar görünüşte olmuştu belki, kim bilir belki de hâlâ görünüşten başka bir şey değil?..
Notlarımı toparlayıp baştan okudum. -Kim bilir, belki de bunları bir tımarhanede yazmadığıma kendimi inandırmak için okuyordum!- Şimdi yapayalnızım. Sonbahar yaklaşıyor, yapraklar sararıyor yavaş yavaş. Bu küçücük iç karartıcı kentte oturuyorum, -küçük Alman kentleri nasıl da ruhunu karartır insanın! Ve geleceğe doğru nasıl adım atacağımı düşüneceğim yerde, geçmişte beni bir süre etkisinde sürükleyen ve sonra bir kenara fırlatan o kasırganın, hâlâ taptaze olan o duyguların, izlenimlerin etkisi altında yaşıyorum. Arada bir hâlâ kendimi o kasırgaya kaptırdığımı sanıyorum; sanki kasırga yine patlak vermiş, beni kaptığı gibi tüm dengemi ve düzenimi alt üst ederek fırıl fırıl döndürecek, döndürecek, döndürecekti.
Ama eğer bu ay içinde olup bitenlerin doğru dürüst bir özetini çıkarabilirsem, belki de kendimi toplar ve bu girdaptan kurtulurum. Kalemi yine elime almaya can atıyorum; bazen akşamları yapacak hiçbir işim olmuyor. Garip ama yalnızca birazcık oyalanmış olmak için buranın pek zengin olmayan kitaplığından Paul de Kock'un o hiç mi hiç sevmediğim romanlarını alıyorum ve -Almanca çevirisinden- okuyorum; doğrusu ben bile şaşıyorum kendime: Sanki ciddî bir kitap okursam ya da doğru dürüst bir işle uğraşırsam, geçmişin büyüsünü bozacakmışım gibi geliyor. Sanki benim için çok büyük bir değer taşıyorlarmış gibi, bu biçimsiz düşleri ve geride kalan izlenimleri yeni bir uğraşının havaya saçıp savurmasından korkuyorum. Bütün bunlar benim için bu kadar mı değerli acaba? Evet, hiç kuşkusuz değerli, kim bilir belki de kırk yıl sonra bile anımsayacağım onları...
İşte yine yazmaya başladım. Bütün o olup bitenleri kısa bir şekilde anlatabilirim artık: Nasıl olsa ilk etki geçti artık.
gh
Önce büyükannenin öyküsünü bitirmek istiyorum. Ertesi gün tüm dünyalığını kaybetmişti. Böyle olması zaten kaçınılmazdı; onun gibileri böyle bir yola girdiklerinde durmak bilmezdi artık, sanki kızakla bir tepeden kayarcasına giderek artan bir hızla aşağı inerlerdi. Büyükanne akşamın sekizine kadar, bütün bir gün rulet oynadı; ben o sırada orada yoktum, bildiklerim de etrafındakilerin bana aktardığı şeyler.
Potapiç istasyonda bütün gün yanı başında durup onunla ilgilenmiş. Büyükannenin oyununa yardım eden Polonyalılar da birçok kez değişmiş. Büyükanne önce, bir gün önceki Polonyalıyı kovmuş, onun yerini bir başkası almış; fakat bu ikincisi birincisinden de kötü çıkmış. Onu da kovduktan sonra yine birincisine dönmüş, zaten adam hâlâ oralardaymış, koltuğun dibinden ayrılmıyor, gözden düştüğü süre boyunca ikide bir kafasını masaya doğru uzatıp duruyormuş. Nihayet büyükanne büyük bir umutsuzluğa kapılmış. Kovduğu ikinci Polonyalı da bir türlü burnunun dibinden ayrılmak bilmiyormuş zaten. Böylece biri sağına, diğeri soluna yerleşmiş. Adamlar, yok şöyle oynamalı, yok böyle oynamalı diye birbirleriyle kavga ediyor, "İşe yaramaz serseri!" diye kendi dillerinde küfürleşiyor, sonra yine barışıp akıllarına estiğince para sürüyorlarmış. Kavga ettikleri zaman her biri parayı kendi istediği yere, meselâ biri kırmızıya koyarsa, diğeri siyaha koyuyormuş. Öyleydi böyleydi derken büyükanne serseme dönmüş, kadıncağız dokunsalar ağlayacak duruma gelmiş. Bakmış ki olacak gibi değil, sonunda yaşlı krupiyeye dönerek kendisini korumasını, Polonyalıları da başından kovmasını rica etmiş. Adamlar bütün bağırıp çağırmalarına ve karşı koymalarına karşın kapı dışarı edilmişler. Bu sırada ikisi de avaz avaz bağırıyor, büyükannenin kendilerini aldattığını, onları dolandırdığını ileri soruyorlarmış. O akşam olup bitenleri bana anlatırken zavallı Potapiç'in hüngür hüngür ağlıyordu; heriflerin büyükannenin parasıyla ceplerini doldurduğunu, utanmadan para çaldıklarını gözleriyle görmüş. Örneğin biri zahmetine karşılık büyükanneden beş Frederik bahşiş istiyormuş, bu parayı koparınca da hemen büyükannenin sürdüğü paranın yanına koyuyormuş. Eğer büyükanne kazanırsa, adam hemen paraya el koyup kendisinin kazandığını, büyükannenin kaybettiğini söylüyormuş. Potapiç Polonyalılar kovulurken olaya karışmış, adamların ceplerinin altınla dolu olduğunu söylemiş. Büyükanne de duruma el koyması için krupiyeye ricada bulunmuş. Polisler gelmiş ve Polonyalıların itirazlarını -boğazı kesilmiş horozlar gibi çırpınmalarına- önemsemeyerek ceplerini boşaltıp büyükanneye geri vermişler. Paralarını kaybedene kadar o gün hem krupiyelerden, hem de işletmenin tüm yöneticilerinden büyük saygı görmüş, sözü geçen biri olmanın tadını çıkarmış. Zaten yavaş yavaş bütün kente ün salmaya başlamıştı. Çeşitli ülkelerden kalkıp içmelere gelen bütün ziyaretçiler, en ileri geleninden en kendi hâlinde olanına kadar, hepsi, şimdiye kadar kumarda "Birkaç milyon" kaybeden "Une vieille comtesse russe, tombé en enfance'i" görmeye koşuyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kumarbaz
Ficción GeneralDostoyevski'nin bizzat mücadele ettiği parasızlık ve kumar düşkünlüğünü anlatan Kumarbaz, Dostoyevski'nin gençlik yıllarını, dramatik aşk ve kumar tutkusunu en yalın hali ile kaleme aldığı yapıtlarından biridir. İlk büyük romanı olan ve büyük bir ki...