Bize bir şans verildi ve geleceğe gittik ama anın büyüsüne kapılarak önemli detayları unuttuk. Kısıtlı zamanda gördüklerimiz hiçbir işimize yaramadı. Şimdi ikinci bir şansım olsa, hiç durmam gider kendimi zamanında bırakamadığım o balkondan atardım.
''Korkmayın; nefes alıyor, bilinci açık. Şoka girdiği için kendine gelemiyor.''
Kapının ardından gelen sesleri duyuyordum. Herkes derin bir nefes almıştı, tanrıya şükrediyor ve yanıma gelmek istediklerini söylüyorlardı. Hiçbirini görrmek istemiyordum, özellikle onu.
Parmaklarının boynumda bıraktığı sızı geçmiyordu, morarmış olmalıydı. Geceydi, ışıklar kapalıyıdı, açık perdenin arasından sızan yansımayla hemen karşımdaki aynadan yıpranmış bir gri izi, silüetimi görebiliyordum sadece.
Bilincimi kaybederken en son gördüğüm adanın üstünde masumca duran havuçlu keklerdi. Havucu düşünmek anında midemi bulandırdı, yataktan hızla doğruldum ve odanın içerisindeki banyoya koşar adım giderken yumuşak bir cisme takıldım. Dengem bozuldu, gücünü oldukça kaybetmiş parmaklarımla hızla duvara tutundum.
Tavşana takılmıştım.
Öfkeyle bir tekme savurdum, havuçlardan ve tavşanlardan nefret ediyordum.
Yavaş adımlarla banyoya girdim. Bir elim midemi baskılıyordu, diğeriyle lambayı yakmak için basit bir düğme arıyordum. Düz duvarda bir çıkıntı bulmak o an için samanlıkta iğne aramak gibiydi. Bacaklarım artık beni taşıyamıyordu, sadece iki dakika ayakta kalmama rağmen dayanamıyordum. Derin nefes aldım, son gücümle uzanarak duvarı tekrar yokladım ve buldum ama bu aradığım şey değildi.
Parmaklarım sıcacık bir avcun içine geçti. Dakikalardır aradığım düğmenin sesiyle etrafı loş bir ışık kapladı. Gözlerimi usulca kırpıştırdım, karanlığa alışmıştım. Hırıltılı nefeslerim mutfakta yankılanırken karanlığa gömülmüştüm, tekrar o anları yaşıyormuşçasına korkuyordum. Vücudum kasıldı, titrek bir nefes aldım. Saniyesinde damlalar gözümden hırsla düştü, her bir pembelik birbirinin önüne geçerek kendi aralarında bir savaş başlattı.
Sıcak avuçların sahibi elimi daha sıkı tuttu, beni içeri çekti. Sonunda lavabonun kenarlarına tutunduğumda elimi çektim. Kusamıyordum, midem çok bulanıyordu ve de başım dönüyordu, kusarsam rahatlayacaktım ancak olmuyordu. Lanetlediğimi düşündüm, banyodan çıkan adımlar da beni onayladı. Kalbim bir kez daha parkelerin bıraktığı o iğrenç seslerle paramparça oldu. Kendime bakamıyordum, eminim çok çirkindim ve o da bana daha fazla bakmak istemediğinden gitmişti.
Kendimden nefret ediyordum. Yanaklarımı işgal pembe yaşlardan, tekrar eskisi gibi olacağımızı hayal ettiğim anlardan, ona olan özlemimden, çocukluğumdan, ablamdan nefret ediyordum.
Daldığım beyaz fayanslardan omzuma atılan yumuşacık hırka ile gözlerimi başka yöne çevirdim ve birkaç saniyeliğine aynadaki yansımamla göz göze geldim. Yanaklarım pespembeydi, gözlerimin içindeki yeşil damarlar o kadar belirgindi ki patlayacak zannettim. Boynumsa kırmızı parmak izleriyle örtülüydü, hassas cildim yüzünden bir süre böyle dolaşacaktım. Olması gerekenden daha yavaş iyileşecektim, canım daha çok yanacaktı.
Jungkook da aynadan bana bakıyordu. Yüzünü okuyamıyordum. Ne hüzünlü ne öfkeli ne de mutluydu. Çok boş bakıyordu, ben de bana acımasını beklemiyordum. Sadece yüreğim; kollarının arasında yerini bulmak, sarıp sarmalanmak, güzelce dinlenmek, geçeceğini ve her daim yanımda olduğunu bilmek istiyordu.
Çok sürmedi kolumdan tutup içeri geçmemiz, o kadar gevşekti ki tutuşu kalbimizin bağlarının inceldiğini hissetttim. Yatağa geri uzandığımda yanıma geleceğini ezberlediğimden kenara kaydım ama o üstümü örtüp yüzüme bakmadan, hiçbir şey demeden odadan çıktı.
Güneş tepede belirene, yakıcı turuncu ışıkları yüzüme vurana dek uyuyamadım. Evde birirleri dolanıyordu, sanki nöbet değişimi gibi arada kapının ardındaki ayak sesleri kesiliyor, saniyeler sonra yerine başka farklı adımlar alıyordu.
...
Yataktan korkuyla sıçradım, kabusun etkisiyle terliyor ve titriyordum. Ne zaman uyuduğumu hatırlamaya çalıştım, amacım gördüğüm kabusu bir an önce unutmak, kafamı dağıtmaktı.
Yan tarafımda bir hareketlilik oluştu, örtünün altından bir çift el ve kafa gün yüzüne çıktı. Sakince doğruldu, gözlerinden geçen endişeyi okuyabiliyordum. Bir ifadesini yakalamış olmanın etkisiyle rahatladım. Boğazımdan garip sesler çıktı, ruhum büyük bir acıyla kıvranıyordu. Bunun en belirgin örneği her peride görülebileceği gibi kanatlarda oluşan derin boşluklardı. Kanatlarım yarılıyordu, çekilen tenime binlerce iğne batıyordu.
Jungkook'un gözleri büyüdü, başımı göğsüne bastırdı ve tiz bir sesle içeriden Namjoon'u çağırdı. Boğazı ağrıyor olmalıydı, belli etmemeye çalışsa da o da çok ağlamıştı. Ellerimin altındaki göğsü hızla inip kalkıyordu.
''Namjoon! Hiçbir şey olmayacağını, bir iki güne izlerin iyileşeceğini söylemiştin. Bu ne şimdi?''
Parmakları hareketsiz kalan kanatlarımda hafif dokunuşlarla dolaşıyordu, hissetmiyor görüyordum. Tüm gücüyle bastırsa, kanatlarımı kırsa hiçbir şey hissetmezdim, uyuşmuştum.
Namjoon, kanatlarımı çevirdi, yönlerini değiştirdi daha sonra eski haline getirdi. Ne yapmaya çalışığını çözemedim. Kaşlarını çatmış dikkatlice açılan boşukların içinden bana bakıyordu.
''Anten mi ayarlıyorsun? Bunun ne anlama geldiğini bildiğini umuyorum.''
Öfkeyle dudaklarından bir çırpıda fırlayan sözcükler Namjoon'un suratına çarptı. Aslında ben neyim olduğunu ve zamanla geçeceğini, ilacının sevgi olduğunu biliyordum ama ağzımı açıp tek kelime edemeyecek kadar yorgundum.
''Sakin ol, çözümü bende değil. Zamanla kanatları düzelecektir, sırtın gibi.''
Sırtı ve kanatlarımın ilişkisini o an çözenmedim, dünyalıların bahsettiklerini anlamlandırmada fazla kötüydüm.
Özellikle de dünyalılaşmış periler fazla kötüydü. Hoseok'un bana zarar verdiği gerçeğini, Jungkook'u kontrol etmesi için Yoongi'yi kışkırttığını kabullenemiyordum. Annem geliyordu aklıma, ya o da Hoseok gibi bir dünyalıya dönüştüyse ?
Bir olay canımızı yakar, bizi derinden sarsar, adımlarımızı savsaklaştırır, zihnimizi kötü düşüncelere boğar, bizi aptallaştırır ve bir bakarız, daha en başından yenilgiye uğramışız. Ben aldığımız her darbenin intikamını almadan buradan ayrılmak istemiyordum, başarısızlığa uğramış bir peri olarak dönecek olsam bile başım dik çıkmalıydım halkın karşısına.
Jungkook ve Namjoon kendi aralarında tartışırken odanın bir köşesine atılmış yıldız işlemeli elbiseme dokundu gözlerim. Bu kumaş parçası zafere atacağım son adımda bedenimde taşıyacağım nadide parçaydı.
***
''Dünyada aranan perilerin bir dosyası mı? Nasıl!?''
Çarpışan bulutların çıkardığı ses ikiliyi apartman boşluğuna iyice sindirdi. Yüzlerini ıslatan yağmur damlaları rahatsız edici bir boyuta ulaşmıştı. Özellikle göz altlarına bulaşan rimel kapatıcının kapatamadığı morluklara akıyordu. Uzun boylu olan aceleciydi, kimsenin onları görmemeleri gerektiğinden durmadan etrafını kolaçan ediyordu.
''Evet, sessiz ol. Kimse duymasın. Yarın beşte, git şimdi.''
Gözleri elaya kaçan kız parmak uçlarından yükselerek karşısındakinin sol yanağına küçük bir öpücük kondurdu, kırmızı ruj bembeyaz yanakta odukça belirgin duruyordu. Uzun boylu, parmakları yardımyla lekeyi silerken kız koşar adımlarla oradan uzaklaştı.
11.BÖLÜM SONU
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Peri •TaeKook
Fanfic"Yüzyıllardır bu ülkenin sınırlarını tek başına büyük bir güçlük ve cesaretle sorunsuz korudun, bunu hiçbir zaman dile getirmedik fakat sana sonsuz güven ve minnet duyuyoruz Taehyung. Seni buraya önemli bir görev için çağırdık. Senden dünyaya gitmen...