Bu bölümü yazarken zorlandım sevgili okurlarım. O psikolojiye girip hissederek yazmak düşünüldüğü kadar kolay değil. Ve diğer hikayelerim gibi yazmak için yazmak yerine, hissedip hissettirerek yazmayı tercih ediyorum bu kurgumda.
Bölümü bitirdikten sonra ne demek istediğimi bölümü bitirince anlayacaksınız. Özellikle sonlara doğru.
Bol oy ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, çok rica ediyorum...
Bölüm sonu duyuruyu da es geçmeyin. Orada buluşalım.
İyi okumalarr...
🕯🥀🕯
Kimsesiz insanları daha iyi anlıyordum artık. Herhangi bir yere ait olmadan, yalnız ve yabancı olmaları ne acıymış. Ne kadar acı veriymiş meğer. Üstelik sadece zihnen ve duygusal olarak değil, ruhen yaşanılan acıyı sanki bedenimde de hissedebiliyordum. Fiziksel bir acıydı. Tenimin üzerinde hissedebiliyordum.
Tanıdık, diyebilmek için kendi zihninde yalvarır duruma geliyor insan. Çünkü her şey yabancı. Bilmiyorsun, tanımıyorsun, ait değilsin. Kimsesizsin. Ve insanlar gibi, bulunduğun yerler de yabancı.
Artık bende bir kimsesizim. Artık bende bir yabancıyım. Ve bana her şey yabancı.
Bu insanlar yabancı. Bu gemi yabancı. Gideceğim ev yabancı. Evdekiler yabancı. Aldığım nefes yabancı, bu hava da ne böyle? Şimdiye dek aldığım hava böyle değildi. Tanımıyorum. Bu ülke yabancı.
Tanrım, bu kıta yabancı!
Tüm bunlar benim tanıklarım değil. Ben buraya başkayım. Ben buraya ait değilim. Ben burada yalnızım.
Ve Lord Benjamin Drake ile karşılaştığımdan, daha doğrusu o beni bulduğundan, bu yana ilk kez tedirgin edici bir şey hissediyorum. Korku. Öyle ki, o geceden sonra sadece üzüntünün her tonunu tatmıştım. Ama ilk kez korkuyordum.
Ailemi kaybetmek beni kimsesiz bırakmıştı. Ama en azından oradaki ağaçları tanıyordum mesela. Evimize biraz uzakta kalan kasabadaki evleri tanıyordum. İçlerindeki insanları kısmen tanıyordum. En azından yüzleri tanıdıktı. Havasını tanıyordum. Hangi yolun nereye çıkacağını biliyordum. Ve içimde hep, Philippe'in gelip beni bulacağına dair taşıdığım umut, yalnız kaldığım düşüncesini yok ediyordu.
Sarı saçlarını görecektim ağaçların arasından. Ben o sıra kaybettiğim ailemin yanında, evden geriye kalan harabenin üzerinde onu bekliyor olacaktım. Sonra ela gözleri parıldayacaktı ve vücudu girecekti görüş açıma. Gülümsüyordu ve yanıma doğru yürüyordu. Ben ise hızla kalkıp yanına koşuyor ve sarılıyordum ona. Güvenli kolları sıkıca kaplıyordu bedenimi. O an ısınıyordum. Kimsesiz kalışım beni rahat bırakıyordu. İşte, tanıdık bir koku. Tanıdık beden. Benim nişanlım. Kollarını bana daha sıkı doluyor ve artık yalnız olmadığımı söylüyor. Ailem adına olan hüznünü tarif edemiyor. Ve benim hala hayatta olduğumu gördüğüne sevincini ise kelimelere sığdıramıyor. Sıkıca sarılıyorum ona.
Öyle özlemişim ki. Ona öyle ihtiyacım varmış ki. Yanımda olması, bana güven ve sıcaklık vermesine öyle muhtaçmışım ki. Sorunlarım çözülüyor bir anda ve geriye sadece ailemi kaybetmiş olmamın acısı kalıyor.
Ama en azından kimsesiz kalmıyorum. Yanımda nişanlım oluyor. Beni kanatlarının altına alıyor...
Ve şimdi, gerçek hayata ve bu yabancı ortama tekrar gözlerimi açtığımda ona olan öfkem artıyor. Bana bu acıyı yaşattığı için ondan nefret ediyorum. Ve onun hayalini kuduğum, onu özlediğim zamanları hatırlayıp hala üzüldüğüm için kendime de kızıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PERVASIZ SİLSİLE (+18)
General FictionBir adam vardı. İşinin ehli, tüm ülkesinde saygı gören ve takdir edilen bir adam... Lord Benjamin Drake. Bir kadın vardı. Ülkesinin küçük bir kasabasında ailesi ile yaşayan, huzur dolu bir yuvaya sahip bir kadın. Rosalie Valerie. 1800'lü yıllarda...