1. BÖLÜM: Canhıraş

862 29 8
                                    




Soğuk, bedenimin en ufak ayrıntılarına kadar işliyor, hareket etmemi kısıtlıyordu. İğneler her yanıma batıyordu. En ufak bir boşluğu es geçmiyordu. Bazen o kadar soğuk oluyordu ki, aşırı soğuktan yanıyordum. Hani kara çıplak elle uzun süre tutunca ellerimiz kızarır ve yanardı ya, öyle işte. Bazen o kadar keskin bir üşüme geliyordu ki, nefes almam zorlaşıyordu. Sanki uzun zaman koşmuşum da hiç durmamışım gibi nefessiz kalıyordum. Göğsüm ağrıyordu. Gözlerim sürekli yaşarıyordu. Damla damla yanaklarımdan süzülüyor, çoğu zaman üzerime yağan yağmura karışıyordu.

Halbuki bedenimin çoktan alışmış olması gerekti. Haftalardır, belki de aylar olmuştu, sokaklardaydım. Ormanda kaldım, akar su kenarlarında, kasabaların karanlık sokak aralarında. O kadar çok vakit geçmişti ki, ne kadar zaman olduğunu artık aklımda tutmuyordum.

Sert bir rüzgar daha esti. Yine yorulmuştum. Acaba ormanın hangi bölgesindeydim? Geceleri genelde yaslanıp uyuduğum çıkıntısız yüzlü büyük taşın bulunduğu kısma doğru yürüdüğümü umdum.

Sanırım kar vakti geliyordu. Yoksa bu kadar keskin bir soğuk olmazdı. Zaten son baharın sonlarındaydık. Yani o zaman. Evden ayrıldığım zaman. Kendi evimden, arkama bakmadan kaçmak zorunda kaldığım zaman öyleydi. Kar yağdığı zaman ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. O zamana kadar, yani bir an önce, sığınacak bir yer bulmalıydım. Philippe'ye ulaşmam gerekiyordu. Başkasına güvenemezdim. Sığınacağım tek kişi oydu. Ailemden geriye kalan tek kişi, nişanlım Philippe. Ona ulaşmalıydım artık.

Kıyafetim de iyice yırtılmıştı. Açık pembe elbisemin eteklerindeki süsleri yırtılmıştı. Kollarım zaten açıktı. Göğsümden omuzlarıma uzanan danteller de yer yer yırtılmıştı. Yani vücudum üşümeye çok müsaitti.

Evimden kaçarken keşke üzerime daha kalın şeyler alsaydım diye geçirdim aklımdan. Ama sonra kendime kızdım. Ayağımda bir ayakkabı bile yoktu. Artık o kadar çok yırtılmış, parçalanmıştı ki ayak derim, hissetmiyordum. Kanlar tabaka oluşturmuştu ayağımda. Soyulan derim parça parça kanlara yapışmıştı.

Biraz daha yürüdüm. Tanıdık ağaçların arasına karışınca rahatladım. Geceleri kaldığım ormanın bölümüne gelmiştim. Pürüzsüz taşın üzerine oturdum. Yanları pürüzsüzdü ama üst kısmında çıkıntıları vardı. Taş kalçama batıyordu ama artık onu bile umursamıyordum. Üst kısmındaki tırtıkların yeri kalçamda yuva yapmıştı artık.

Acaba evimin etrafında kimse kalmış mıydı? Daha doğrusu, evimden arta kalanların etrafında. Yoksa hâlâ oradalar mıydı? Beni kendi yuvamdan kaçmak zorunda bırakan kişiler, hâlâ oradalar mıydı? Uzun zaman geçmişti. Belki de artık gitmişlerdi. Gidip kontrol etmeliydim. Ama adım atacak halim kalmamıştı. Önce dilenmem gerekti.

Karanlık çökmüştü. Ormanın bu tarafında pek hayvanların olmadığını haftalar içerisinde keşfetmiştim zaten. Karanlığın çökmesiyle gözlerime de ağırlık geldi. Göz kapaklarım kapanıyordu. Taştan aşağı inip solmuş otların ardında bıraktığı toprağın üzerine oturdum. Sırtımı büyük, yanları pürüzsüz olan taşa verdim ve yorgunluğun da getirmiş olduğu uyku ile gözlerimi yumdum. Gözlerim açıkken acıyordu. Ama yumduğum zaman da acıyordu. Tabi bu yorgunluktan öte bir acı değildi. Uyumama engel olmadı.

Evimizde mutluluk ve huzur dolu bir hareketlilik vardı birkaç gündür. Sanırım on dokuz yirmi gündür falan.

Ağabeylerim Fransa'ya geri dönmüşlerdi. İş için Amerika'ya gitmelerinin üzerinden iki yıl geçmişti. Ama kısa sürede iyi kazanmışlardı ve geri gelmişlerdi. Anne ve babam erkek kardeşim ve ağabeyim döndüğü için günlerdir çok mutlulardı.

PERVASIZ SİLSİLE (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin