Yüzüm ıslak...
Neredeyim ben..?
Karnımda büyük bir ağrı var...
Bu...bu ağrı değil, acıyor...
Nihayet gözlerini açtığında zırhı kırılmış ve karın kısmına bir şey saplanmıştı. Bu bir ağacın kökünün bir parçasıydı. Buraya nasıl gelmişti? Nasıl oldu da böyle ağır yaralanmıştı? Kafasında bu sorular dönüyordu. Eğer bir süre daha burada kalmaya devam ederse kan kaybından ölecekti, o yüzden kalkmaya karar verdi. Etrafına dikkatlice baktığında birkaç ağacın yıkıldığını ve kaya parçalarının olduğunu farketti. Önündeki birkaç metrelik taş surun bir kısmı yıkılmıştı ve parçaları dağılmıştı. Karnına saplanan kökün de yıkılan bir ağacın üzerine düştüğü için olduğunu düşünüyordu. Yıkılmış bir ağacın gövdesine saplanmış kocaman bir kılıç farketti. Ona doğru yaklaşıp çekip çıkardı. Savunmasız olmamalıydı, gerçi bu yarayla da pek dövüşemezdi. Ot ve çimenlerin az olduğu, toprağın öne çıktığı bir yolu takip etmeye başladı. Bir süre ilerledikten sonra büyük bir kapıya vardı. Kapının zıt yönünde ise uzun bir yol uzanıyordu, nereye gittiğini merak etmişti ama şimdi bunu sırası değildi, kendisine yardım edecek birini bulmalıydı. Kapı normalde demirlenmişti ama demirler bir şekilde parçalandığı için karşı tarafa geçebiliyordu. Kapının arkasında upuzun bir köprü uzanıyordu ve korkulukların dışı uçurumdu, kale sanki devasa bir çukurun içine yapılmıştı da köprüyle üzerinden geçiliyordu. Üzerinde bulunduğu köprü haricinde 5 köprü daha vardı ancak girişleri farklı yerlerdeydi. Tüm köprüler ortada birleşiyordu, kocaman bir saraya varıyordu. Köprülerin olduğu kapılar birbirlerine daha kısa "V" şekilli köprülerle bağlılardı ancak kendi köprüsüne bağlı iki köprü de parçalanmış olduğu için diğer kapılara ulaşamazdı. Aralarında devasa bir mesafe vardı, bu krallık gerçekten takdire şayandı.
Köprünün ilerisinde 2 adam olduğunu fark etti, sonunda kendisi dışında birilerini bulmuştu. Adımlarını hızlandırdı, hatta koşmayı denedi ama yarası engel oluyordu. Sesini duyurmak için bağırdı ancak sonuç alamadı, sorunun kendisinde olduğunu düşündü ta ki adamların çevrelerindeki hiçbir şeyin farkında olmadan köprüde dolaştığını anlayana kadar. Adamların üzerindeki parçalanmış şövalye zırhlarını farketti, ellerinde silahlarını tutuyorlar ama ölü gibi sağa sola yürüyorlardı. Kılıcını korkuluğa yasladı ve adamın birini omuzlarından kavrayıp kendine gelmesi için sarstı. Ancak beklemediği bir şey oldu ve adam bir anda yere yığıldı, dizlerini kırarak çömeldi ve adamın nabzını kontrol etti. Atmıyordu, sadece hafifçe sarsmıştı ve adam ölmüştü. İkinci adama dokunmadan hızla oradan uzaklaştı. Biraz daha yürüdükten sonra krallığın ortasındaki saraya varmıştı nihayet. Girişte devasa iki kapı vardı ancak ikisi de kapalıydı. Kapıları kurcalarken hava bir anda karardı, eski parlak gökyüzünden eser kalmamıştı. Birkaç saniye geçmişti ki yağmur yağmaya başladı.
Hay aksi.
Kafasına büyük bir yağmur damlası damladı. Bir yağmur damlasına göre büyüktü, fazla büyüktü. Elini damlanın geldiği yere götürdü ve su yerine yapışkan şeffaf bir sıvı olduğunu farketti. Etrafına dikkatlice baktığında bu sıvıyla çevrili olduğunu gördü. Kafasını yukarı kaldırdı ve hava hala açıktı. Açıktı ama bu yapışkan sıvı yağmur değil de sarayın kuleleri arasındaki kubbelerin birinden kendisine boynunu eğmiş bir ejderhanın salyasıydı. Birkaç saniye dondu kaldı, ne yapacağını bilemiyordu. Ejderha kafasını havaya kaldırdı ve ağzını kocaman açtı. Bu sırada nihayet kendisine gelmişti ve sarayın tersi yönünde koşmaya başladı. Ancak geç kalmıştı, mor alevler dev kapıların önünü sarıp kendisini takip ediyordu. Son gücüyle ileriye doğru atıldı ve yerde yuvarlandı, gözlerini kapattı, alevlerin kendisini kucaklamasını görmek istemiyordu. Hayatı sona ermişti, yanarak ölmek içlerinden en kötüsü olabilirdi. Gözlerini açtı ve köprüdeydi, her tarafı saran alevler ise yok olmuştu. Yaşayıp yaşamadığına emin olmak için kendine çimdik attı, canı yandıktan sonra ikna olmuştu ama nasıl olduğunu merak ediyordu. Biri mi kurtarmıştı? Kim kurtarmıştı? Sağ omzuna bir el dokundu.