Enes en berrak suda bile yüzemeyen biriydi, bacaklarına külçeler bağlanmış gibi bataklığın dibine doğru çekilirken kendini kaldırmaya çalışmasının bir anlamı yoktu.
Göğsüne kadar batmışken hareket etmeyi bıraktı, oluşan sessizlikten istifade uzaklardaki tek tük sazlardan gelen kurbağa vıraklaması ulaştı kulağına. Başka ses yoktu, yapayalnızdı.
Kurtulduğunu düşünür düşünmez birazcık rahatlamak için kendine izin verdiğinde o cibilliyetsiz tulparın üstünden atılması tam da Enes'in bahtsızlığına yaraşır bir durumdu.
Şansına küfretmek dışında elinden hiçbir şey gelmiyordu. Fakat bu yeterli değildi. Bir suçlu bulmaya uğraştı, hayatının neden bu halde olduğundan, neden hep zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldığından sorumlu birilerini bulursa onlara küfürler yağdıracaktı.
Hayatına giren herkesin illa ki bir kalleşliğini görmüştü ama ne kadar düşünürse düşünsün şu an aklına kimse gelmedi. Şu kişi yüzünden başıma bu geldi diyemediği için kafayı yemek üzereydi. Enes öylesine berbat bir hayat yaşamışken neden bir suçlu bulamıyordu ki? Histerik bir gülüş kaçtı dudaklarından.
Bir hedef bulamadığı için kusamadığı öfkesi daha da katlandı ve en son gördüğü şey olan ak tulparı kurban seçti. Enes'le alakası olmayan, bugün ilk kez gördüğü tulpara sanki doğduğundan beri yaşadığı iğrenç hayatın suçlusu oymuş gibi küfürler savurmaya başladı. Eğer bu berbat hayat burada ve bu şekilde sona erecekse, kalan enerjisini buna harcamaya kararlıydı.
"Tipini siktiğimin atı!"
Bataklıkta yankılanan sesiyle kesilen vıraklamalar birkaç saniye sonra hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam edince Enes alayla güldü. "Bu dünyaya geldiğimden beri o kadar tulpar gördüm ama en çirkini sendin! Puşt seni!"
"Şansımı sikeyim, ölmeden gördüğüm son şey çirkin atın teki olacak! Hahaha!"
Dört tarafı bataklık olduğundan sözlerinin hiçbir etkisi yoktu. Kurbağalar da alışmıştı haykıran yabancıya, vıraklamalarını birkaç saniyeliğine bile bölmediler. Kolunu kaldırmaya çalıştığında küçücük bir miktar çamur bile dalgalanmıyordu. Ne bir damla çamuru oynatabiliyordu ne de sesi bataklığı aşıp birilerine ulaşabiliyordu.
Ne kadar bağırırsa bağırsın, ne kadar çabalarsa çabalasın kimse görmüyordu, duymuyordu.
Enes bu duyguya alışıktı. Hayatı boyunca hep yalnızdı, şimdi olduğu gibi. Görmezden gelinmek şaşırtıcı değildi, o yüzden yalnız ölümüne adım adım yaklaştıkça korkmuyordu.
Bir bataklığın ortasında dibe çekilmeyi yadırgamayışı da bu yüzdendi. Zaten kendi hayatı da tam olarak böyle değil miydi? Ucu sonu belli olmayan bir bataklığın ortasında, kimse sesini duymazken ağır ağır batmıyor muydu?
Sadece bıkmıştı. Yalnızlıktan, şanssızlıktan, hevesinin kursağında kalmasından, bir süre sonra heves etmeyi bile unutmasından... Tüm hayatını bir şey istemeye cüret edemeden, bataklığa boyun eğerek geçirdiği gerçeği tokat gibi çarptı yüzüne.
Gözleri doldu. "Buradan çıkınca yerini o avcıya söyleyeceğim!"
Çamur boynunu aşıp çenesine varmak üzereydi. Sesi çatallaştı. "Sikeyim." Ama kararlıydı, en azından ölmeden önce pes etmeyecekti. Yaşama ihtimali değildi mücadele isteğini ateşleyen, sadece ölümünde bile çok önceden kabul edilmiş bir yenilgiye teslim olmamaya kararlıydı.
Ağzı bataklığın içine girmeden olabildiğince bağırdı, küfürler etti, gözlerinden yaşlar geldiğini fark etmeden haykırdı. Kurbağalar bu sefer tamamen susmuştu.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÖRTNALA
RomanceEnes geçirdiği ağır kazadan sonra gözlerini açtığında eski çağlarda yaşayan bozkır beyi Kara Bulut'un bedeninde bulur kendini. Kazanoğlu Kara Bulut Han olarak nam salmış bu beyin karmakarışık hayatının gizemlerini çözmeye uğraşırken kendisi hakkında...