Haziran 1603
İki yıl geçmişti. Koskoca iki sene. Osmanlı Sarayı'nda, Çerkesya'dan ve ailelerinden uzakta geçen iki sene. Nice yaz, nice kış geçmişti. Nice yağmurlar nice karlar yağmıştı. Şimdiyse parlak güneş olanca gücüyle etrafı ısıtıyor, yaz mevsimi bütün güzellikleriyle gözler önüne seriliyordu.
Hatice ve Fatma alışmışlardı ama hareme. Bir sürü arkadaş edinmişlerdi. Fakat bu saray korkutucu yüzünü henüz onlara göstermemişti.
Halime Sultan yeğenlerini çok seviyor, onları koruyup kolluyordu. Yeğenleri de onu çok seviyordu. Fatma ve Hatice teyzeleri ve halaları sayesinde aileleriyle sık sık mektuplaşıyorlardı. Onlardan haber almak, ailesinden ve doğduğu topraklardan uzakta hasret çeken Hatice'yi biraz olsun rahatlatıyordu.
Harem ise bugünlerde Valide Safiye ve Başhaseki Halime arasındaki mücadele ile çalkalanıyordu. Kızlar ikisi arasındaki mücadelenin dedikodusunu yapar dururdu. Bu savaşta kazananın kim olacağı bilinmezdi. Sonuçta biri valide sultan diğeri başhasekiydi. Haremdeki bu dedikoduları Fatma dinlese de bitaraf görünmeye çalışıyordu. Yanlış bir laf başına büyük bela açabilirdi zira. Hatice ise konuşulan dedikodulara kulak asmıyordu, tamamen kendini yeni bilgilere ve derslere adamıştı. Derslerine çok çalışıyor, yeni bilgiler öğrenmek için her gün çabalıyordu. Geçen zamanda üç dil öğrenmişti güzel prenses. Türkçe, Arapça, Farsça öğrenmişti. Şimdi ise İtalyanca öğrenmeye çalışıyordu. Servazad Hala gurur duyuyordu yeğeniyle. Gösterdiği azim sayesinde sultan bile olabileceğine inanıyordu. Böylece yıllardır hareme Kafkas kızlarını aldıran Servazad amacına ulaşırdı. Nihayet ailesinden biri sultan hatta valide sultan olabilirdi. Böylece halam Mahidevran'ın intikamı alınır diyordu kendi kendine. Bunun hayalini kuruyordu. Bir plan dahî yapmıştı. Hatice'yi Şehzade Mahmud ile evlendirecekti. Zira veliaht şehzade, Mahmud'du. Tahta çıkması beklenendi. İstikbalin padişahıydı. Bu düşüncesinden Hatice'ye hiç bahsetmemişti Servazad.
O bu planı yapadursun bu gece, yanlışlıkla Safiye Sultan'a verilen bir mektup çok şey değiştirecekti. Hatice de dahil pek çok kişinin kaderini etkileyecekti...Akile, Hatice'nin yanına oturdu:
-İtalyanca mı çalışıyorsun hala?
Hatice haremdeki en yakın dostuna gülümsedi:
-Evet.
Bir an duraksadı:
-Ailenden yazdığın mektuba cevap geldi mi? Akile minnettar bir tebessümle:
-Geldi. Kardeşim iyileşmiş, dedi. Hatice'nin yüzüne bir gülümseme yayıldı:
-Çok sevindim, dedi dostunun ellerini tutarak.
Akile devam etti sözlerine:
-Senin sayende gönderebildim mektubu. Sen Halime Sultan'la konuşmasaydın gönderemezdim. Sağ ol Hatice.
O sırada yanlarına Pakize geldi. Bir Çerkes asilzadesiydi Pakize. Bir sene evvel gelmişti Osmanlı Sarayı'na. Pakize gülümseyerek:
-Ne yapıyorsunuz burada? diye sordu.
Akile tebessümle cevap verdi:
-Hiç. Sohbet ediyorduk.
Pakize'nin dikkatini Hatice'nin elindeki defter çekti:
-Ne çalışıyorsun? diye sordu merakla.
Hatice gülümseyerek cevap verdi arkadaşının sorusuna:
-İtalyanca.
Pakize gülümsedi:
-Koca haremde senin kadar bilgili bir hatun yok. Hala yeni bilgiler öğrenmeye çalışıyorsun, dedi hayranlıkla. Öyle ya herkes imrenerek bakardı Hatice'ye, herkes hayrandı Hatice'nin azmine, bilgisine.
O sırada bir kalfa:
-Edebiyat dersi vakti geldi. Hoca sizi bekler kızlar. Haydi! diye seslendi
Pakize sessizce:
-Offf, edebiyat hocasını hiç sevmiyorum, diye mırıldandı.
Akile tebessüm etti:
-Niye? Çok ödev verir diye mi?
Pakize:
-Sinirli diye. Sinirinden verdiği ödevlere sıra gelmiyor ki, dedi aynı sessizlikle.
Hatice küçük bir kahkaha attı:
-Haydi gidelim, dedi.Akşam
Fatma büyük bir gürültüyle uyandı. Hatice ise derin bir uykuya dalmıştı. Fatma Şahincan:
-Hatice, uyan. Uyan hadi, dedi kardeşini dürterken.
Hatice gözlerini açtı:
-Abla, ne oldu? Fatma:
-Duymuyor musun sesleri? Hatice:
-Ne ses... derken haremde büyük bir feryat koptu:
-Mahmuuuud!
Hatice:
-Teyzem... Teyzem abla, bu onun sesi, dedi endişe ve şaşkınlıkla.
Aynı feryat bir kere daha yankılandı haremin soğuk duvarları arasında:
-Mahmuuuud! Oğluuuum!
İkisi de odanın kapısına koştu. Kapıyı açtıklarında karşılarında Servazad'ı buldular. Servazad Kalfa onlara bakmaya gelmişti. İçeri girdi ve kapıyı kapattı:
-Neden kalktınız? Fatma telaşla:
-Teyzemin sesini duyduk, dedi.
Hatice de endişeliydi:
-Ne oldu? diye sordu.
Servazad oldukça üzgündü. Öyle ya bizzat yetiştirdiği Halime Sultan'ın hali etkilemişti onu. Lakin elden ne gelirdi ki? Üzüntüsü sesinden anlaşılıyordu:
-Şehzade Mahmud... Şehzade Mahmud idam edildi.
Fatma hayret içinde:
-Ne? İdam mı?
Bir an duraksadı sonra:
-Neden peki? diye sorunca Servazad:
-Bir süredir padişahımızla arası bozuktu. Celali eşkıyasının üzerine yürümek için ordu istemiş. Bir de üstüne, yanlışlıkla Safiye Sultan'a verilen mektupta bir falcı, Halime Sultan'a oğlunun ne vakit padişah olacağını söylemiş. Padişahımız da bunları saltanatına tehdit olarak görünce neticesi bu oldu, diye hadiseyi açıkladı.
Hatice merakla ve endişeyle sordu:
-Teyzem... ona ne olacak peki?
Servazad cevapladı bu soruyu:
-Halime Sultan Eski Saray'a sürüldü.
Kısa süren bir sessizlikten sonra Servazad Kalfa:
-Ortalık çok karışık. Sakın ola dışarı çıkmayın, dedi ve odadan ayrıldı.Hatice ve Fatma o gece bütün saray gibi uyuyamadılar. Evvelden Mahidevran Sultan'ın hikayesinden dinledikleriyle bilseler de bu sarayın kanlı yüzüyle ilk kez karşı karşıya gelmişlerdi zira. Bütün gece bunu düşündü Hatice. İnsanın evladına bile acımadığı, gözünü kırpmadan evladının ölüm emrini verdiği bir yerdeydi. Bir annenin geliniyle çekişmesinden ötürü öz oğlunun elini evlat kanına buladığı bir cehennemdi burası. Kendisini tedirgin eden bu düşüncelerin arasında kutsal bildiği Çerkesya'da olduğunu hayal etti Hatice. Ailesinin yanında, Kafkasya'nın heybetli dağlarının eteğinde, Labe Nehri'nin kıyısında olduğunu hayal etti:
-Bu bir kabus olsun uyanayım, dedi kendine.Ertesi Sabah
Halime Sultan savaşın kaybedeni olmuş, bunun bedelini de Şehzade Mahmud'un canıyla ödemiş, küçük oğlu Mustafa ise Handan Sultan'ın himayesine verilmişti. İki oğlundan da ayrılan biçare sultanın gece güne karışana dek gözyaşı dinmemiş, feryatları sarayın karanlık koridorlarında yankılanmıştı. Kim bilir kaç masumun acısına, kaç annenin yürek yakan feryatlarına şahitlik etmişti bu koridorlar...
Halime Sultan çoktan Eski Saray'a gönderilmişti. Kızı Gevherhan Sultan da onunla birlikte gitmişti.
Safiye Sultan içten içe zaferini kutluyor, tehdit olarak gördüğü bir düşmanını daha alt etmenin mutluluğunu yaşıyordu. Yüzünde sahte bir hüzünle torununun başına gelenlere üzülmüş gibi davranıyor, acı içinde bir görünüşle taziyeleri kabul ediyordu.
Sultan Mehmed ise derin bir sessizliğe gömülmüştü. Hiç kimse ile görüşmek, konuşmak istemiyordu. Dairesinden dışarı bile çıkmıyor, doğru düzgün bir şey yiyip içmiyordu. Hem evlat acısı hem de bu acıya kendisinin sebep olması kahrediyordu padişahı.
Bu olay sayesinde müstakbel valide sultan olsa da Handan Sultan yaşananlar için oldukça üzgündü. O merhametli, vicdanlı bir kadındı. Bu özelliğiyle tanınır ve sevilirdi.
Osmanlı Devleti'nin veliahtı da değişmişti. Artık veliaht Şehzade Ahmed'di. Tahtın ve saltanatın yolu onun için açılmıştı. İstikbalde doğacak olan güneş oydu.Haremdekiler yaşanan acı hadisenin etkisinden hala çıkamamıştı. Herkes Şehzade Mahmud'un hazin sonunu, Şehzade Mustafa'nın annesinden koparılırken döktüğü gözyaşlarını ve evlat acısıyla yarı baygın halde saraydan gönderilen Halime Sultan'ı konuşuyordu. Herkes üzülmüştü yaşananlara.
Bir köşede Hatice ve Fatma da olanları konuşuyordu. Fatma endişeliydi:
-Bu saray kanlı yüzünü gösterdi sonunda. Teyzemiz nasıldır kim bilir?
Hatice gözlerini yere sabitledi:
-Mustafa'dan da ayırdılar onu. Bir oğlunu öldürdüler, bir oğlunu elinden aldılar.
Bakışları Fatma Şahincan'a kaydı:
-Nasıl olabilir ki abla? dedi hüzünle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Labe Nehri'nin Işığı: Mahfiruz
Ficção HistóricaBen Hansuret-Bikeç. 1590 senesinin sonbaharında Prens Alkas Çerkassky ve Prenses Feride'nin kızı olarak dünyaya gelen, Çerkeslerin güzelliği dillere destan prensesi Hansuret... Ben Hatice. 1601 yılında Çerkesya'dan Osmanlı'ya gönderilen, saray kethü...