2. umut

8 0 0
                                    




Ofis binasını terk etmek bir nevi özgürleştiriciydi. İstanbul'un kirli, kalabalık ve karmaşık bir sokağına adım atmamışım gibi, sanki güneşin ısısını tenimde hissedebildiğim, hafifçe esen rüzgarın saçlarımı okşadığı bir sahile adım atmışım gibi ferahladım.

O... geride kalmıştı. Yıllarca yapmasına izin verdiğim gibi önümü kesmesine izin veremezdim artık.

Geride kalmasına kalmıştı ama ben buradan nereye giderdim?

Hayatımı hep bu iş ve bu ilişki çevresinde kurmuştum, hayallerim de aynı bu yapı taşlarının çevresine tutunarak gerçekleşecek şekilde planlanmışlardı.

Binanın temelini oluşturan taşlar tuzla buz olduktan sonra, geriye ben dışında hiçbir şey kalmamıştı ve ben ne kadar işe yarardım bilmiyordum.

Yaşananlar belki de beni hayatımın geri kalanı boyunca değiştirecekti.

Tabi ki değiştirecekti. Aldatılmak, sevdiğinin birinin ölmesi gibiydi. Geride bırakılırdın ve giden kişinin daha iyi bir yerde olduğuna inandırılırdın.

Yürümeye devam ettim, düşüncelerim de adımlarımla birlikte değişti, öfkemden uzaklaştı.

Belki de.. sadece bir ihtimal, bu bana sunulmuş bir lütuftu.

Ayağımın kaldırımda yerinden çıkmış bir taşa takılmasıyla aniden dengem altüst oldu, kendimi ayakta tutabilmek için tüm vücut irademi kullanmam gerekti. Nefesim bir anlığına benden kaçıp gitti. Kendi canım için duyduğum korku her şeyi geçti kısa bir süreliğine.

O an farkettim, bunu atlatabilecektim. Tüm kalp ve hayal kırıklığı geçecekti, geriye kalan tek şey ben olduğumda da, iyi olabilecektim. Bu felaketten ayakta, hatta daha da güçlü çıkabilirdim.

Şirket binasıyla ve o adamla arama koyduğum mesafe her adımımla birlikte büyüdü, benim kendime olan inancım da bu mesafeyle birlikte güçlendi.

Yanından geçtiğim antikacı dikkatimi beklemediğim bir şekilde düşündüklerimden çektiği an aklım farklı bir yöne döndü.

Camları çatlak saatler, paslanmış tepsiler, yırtık kol çantaları ve kir içinde kalmış tablolar... 

Bakışlarım vitrindeki eşyalarda gezerken kendimi kısa süreliğine de olsa huzurlu hissettim, dikkatim beni bunaltan düşüncelerimden tamamen uzaklaştı.

 Gözlerimin dokunduğu her eşyanın arasından bana göz kırpan bir fincan setinde takılıp kaldım. Adımlarım beni dükkanın kapısından içeri sürüklediğinde zorla da olsa kendimden çıkarabildiğim bir tebessümle dükkanın sabihi olan uzun sakallı adama selam verdim, umduğum gibi sessiz bir selamlamadan sonra beni yalnız bıraktı. 

Arka planda bana istediğim gibi dükkanda dolanabileceğimi söylediğini duydum ama çoktan gitmek istediğim yönde ilerliyordum.

Cam vitrine yaklaştığımda fincan setindeki detaylar zihnime işledi. Mor üzüm salkımlarının ve yeşil yapraklarının kapladığı fincanın ağızlığı altın rengi dallarla fincanın tabağıyla birleşiyordu ve akar gibi tabağın kenarlarından kayboluyordu. 

Tek kişilik bir setti. Misafire yer yoktu bu fincanda, bir kişiden başka kimseye yetmezdi.

Ellerim fincana uzandığında duyduğum tereddütün yok olması saniyeler aldı, kendim için, yalnızca kendim için bir şeyler yapmayalı ne kadar uzun zaman olduğu düşüncesi kendime acımamı istese de ben büyük bir hevesle fincan takımına uzandım ve o laneti bozdum. 

Yalnızca kendim için almalıydım bunu. 

Antikacıya girdikten tam üç dakika sonra elimde küçük bir kese kağıdından yapılmış poşetle çıktım kapılarından. 

Saçma olduğunun farkındaydım. Bir nesneye, bir fincan takımına bu anlamı yüklemek biraz aptalcaydı ama elimdeki poşetin saplarını sıkıca kavrarken bana güç verdiğini hissettim. 

Tüm huzursuzluğum, hayal kırıklığım ve öfkemle tek başına mücadele eden umudumu temsil ediyormuş gibi sıkı sıkıya tutundum fincan setime. 

Öfke fısıltıları yankılanarak zihnimin her bir köşesini işgal etmeye çalışsa da, umuda sıkıca tutunmaya çalıştım. Her şey bittiğinde iyi olacağıma inanmaya çalıştım.

Midemi bulandıran düşünce kalabalığımla birlikte sessizce yürümeye devam ettim.

AnkaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin